21 Ocak 2007 tarihli Radikal gazetesinin manşetinde de dikkat çekildiği üzere, gene aynı klişelerle yüklü o bildik dil yürürlüğe sokuldu. “Bu kurşunlar Türkiye’ye, birliğimize; Türkiye düşmanlarının işi; failler bulunacak; kanlı senaryo; büyük provokasyon..” vb. Başta politikacılar, devlet adamları ve bütün diğer “Türk Büyükleri”, provokasyon sakızını yeniden arsızca çiğnemeye başladılar. Televizyonlarda, gazetelerde akademik olan olmayan oturaklı şahsiyetler, Hrant Dink suikastının ulusal/uluslararası siyasi konjonktürde ne türlü stratejik çıkar çatışmalarıyla ilgisi olduğu üzerine derin ahkâmlar kestiler, kesiyorlar. Amerikan Kongresi ve Fransız Senatosu’nun gündeminde olan Ermeni soykırımı yasa tasarıları, Türkiye’nin dış politik çıkarları ve uluslararası camiada önünün kesilmesiyle bu cinayet arasında buzdan cümlelerle derin bağlantılar keşfediliyor. Bu cinayetin “Türkiye’nin içerde ve dışarıda zorlu dönemeçlerden geçtiği, birliğe beraberliğe her zamankinden daha muhtaç olduğumuz böyle hassas bir dönemde” işlenmesi dikkat çekici bulunuyor. Damarlarına bin türlü komplo teorisi zerk edilmeden yaşayamayan bağımlılar haline gelen modern Türk bireyinin istediği, ona gani gani veriliyor.
Türkiye’deki resmi ve yaygın zihniyetin bu ve benzeri tüm cinayetleri, linçleri, toplumsal, siyasi, tarihsel bağlamlarından koparan, bir demokraside olağanüstü sayılacak olanı olağanlaştırarak zamanı donduran ağzı, siyaset ve insan kurdu Türk büyüklerinin iki dudağı arasındaki boşluktan o gür sesiyle yine konuşuyor. İşte bu dil, devletin ve farklılıkları yok edilmiş, homojen bir bütünlük olarak tasavvur edilen milletin âli çıkarları karşısında insani olan ne varsa ertelemeye, yok saymaya hazır olan dildir. Bu dil, bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin düşünce dünyasının ufuklarını kara bulutlarla örten, bir adım öteyi görmeyi imkansız kılan dildir. Bu dilin, divan-ı lügatinden tüm geçmiş ve gelecek zaman kipleri özenle silinmiştir. İç ve dış mihrakların Türkiye’ye zarar vermek için pusuda bekledikleri, birlik ve beraberliğe her zamankinden çok muhtaç olduğumuz olağanüstü dönemler daha sayısız Türk neslinin dimağını felce uğratacak ve hiç geçmeyecek bir şimdiki zaman olarak belleklere kazınmıştır.
Kendisinden farklı olup farklı söyleyenle ilişkisini, tahammülsüzlük, inkâr, gizli ve açık bir faşizm üzerinden kuran ve toplumumuzun hemen her kesiminde yankısını bulan bu dilin en gözde, yere göğe sığdırılamayan sözcüğü hiç şüphesiz ki provokasyondur. Oturup son bir kaç yılın gazetelerini şöyle bir karıştırmak bile modern Türkün divan-ı lügatinde provokasyonun nasıl kabarık bir madde olduğunu gözler önüne serecektir.
Provokasyon: (isim, fiil, sıfat… Fransızca’dan) 1) toplumsal nitelikli hemen her türlü grev, gösteri, yürüyüş vb. olaydan, cinayet, saldırı ve linç girişimlerinden sonra düşünmeyi, bu işe soyunmakla birlikte ertelemiş olan Türk siyasetçisinin verdiği ilk refleks, ağzından savrulan ilk sözcük,
2) enflasyon canavarı, trafik canavarı gibi suçun failini/faillerini gizlemeye ve dimağları felce uğratmaya yarayan bir soyutlama, tüm tahlilleri imkânsız kılan bir kara delik,
3) gittikçe sık tekrarlanan ritüelleri ve kendisine verdiğimiz kurbanlarla imanımızı tazelediğimiz bu memleketin yeni dini,
4) tüm bir toplumu yönetme, disipline etme, hizaya sokma tekniği,
5) saldırılar, cinayetler, linç girişimleri sonrasında hak aramak, tepki vermek isteyenlere ‘ayağınızı denk alın’ uyarısı ve hatta yerine göre gözdağı,
6) devletin başkaları kullanınca çok kızdığı, kullanım meşruiyetini tekeline alıp sıkça başvurmaktan çekinmediği bir ‘kutuplaştır, yönet’ taktiği.
Öyle görünüyor ki Türk’ün provokasyonla yeni imtihanı başlamıştır ve bu kez bu imtihanı geçmenin koşulları herkese aşikârdır:
1) Birilerinin ellerinde fikirlerini beğenmeyip Türk düşmanı ilan ettiklerine karşı bir silaha, linç etme, hayatı cehenneme çevirme düzeneğine dönüşmüş olan 301’in derhal kaldırılması. Aşina olduğumuz bir şark kurnazlığıyla bu maddenin yerine ambalajı farklı, ruhu, özü aynı bir başkasının ceza yasasına konmasının engellenmesi,
2) Başta Hrant Dink’in acılı ailesi olmak üzere Ermeni ve diğer tüm azınlıklardan en az bizim kadar buralı olan yurttaşlarımızın bu ülkede huzur ve güven içinde her türlü farklılıklarını da ifade ederek yaşamalarının güvence altına alınması,
3) “Bu topraklarda 1915 ve sonrasında ne oldu?” sorusunu, araya hiçbir ‘ama’, ‘fakat’, ‘ancak’ katmadan, komplo teorisi, bölünme tehdidi sokmadan, salt insan olmaktan kaynaklanan adalet duygumuzun yol göstericiliğinde sormak, ve
4) Elbette o ele o tetiği çektiren siyasi ve toplumsal bağlamın, içine her gün biraz daha gömüldüğümüz riyakârlığın, hoşgörüsüzlüğün bizi nerelere sürüklediğinin açık ve dürüst bir tahlilini yapmak. Hrant Dink’le birlikte bu ülkede aykırı bulunan görüşlerin söylenmesi ihtimalini de kurşunladıklarını sananlar karşında daha yüksek bir sesle konuşmak.
Türk ve Ermeni toplumlarının sonsuza dek barış içinde, huzurla birlikte yaşamaları için ömrünce çaba sarf eden Hrant Dink’in yürekleri dağlayan ölümü, şu soruyu apaçık önümüze koydu: insan mı olacağız, milliyetçi mi? Sorumun hemen karşı bir soruyla yanıtlandığını duyar gibiyim. Ne yani hem insan hem milliyetçi olunmuyor mu? En azından bu topraklarda, en azından şimdilik “hayır, hayır, hayır”.