11 Eylül 2005Tanıl Bora
1980 darbesini izleyen bir on yıl boyunca, "hiç akıldan çıkmıyordu" 12 Eylül... Darbenin yol açtığı ağır tahribattan mustarip olanlar arasında, bilhassa solda, bir rövanş veya restorasyon beklentisi hüküm sürdü. 1980'lerin ortalarında Latin Amerika'da askeri diktatörlüklerin çöküşü ve eski rejimle hesaplaşma deneyimlerinin yaşanması, imrenerek izlenirken, bu beklentiyi destekliyordu. En önemlisi, zamanın merkez sol ve merkez sağ partileri; Demirel'in DYP'si ile Erdal İnönü'nün SHP'si, gerçi askeri darbe ve rejim döneminde yaşananlardan sahici bir hicap, bunlara karşı derin bir öfke duymuyorlardı ama, mahçupça da olsa, kendi meseleleriyle sınırlı da olsa, 12 Eylül'e karşı saf tutuyor; mutedil de olsa bir rövanş, hiç değilse bir telafi vaat ediyorlardı. Rövanş veya restorasyon bekletisiyle bağlantılı olarak, 1970'lerin dünyası, "o zamanın" değerleri, ülküleri, birçoklarının zihninde referans olmayı sürdürüyordu. Sadece bir arızadan kaynaklanan kesintiyle karşı karşıya bulunulduğuna inanmak isteniyordu. Özeleştiri imkanını da boğan bir tutumdu bu. 1991 seçimleri sonrasında gelişen süreç, rövanş, restorasyon ve süreklilik (70'lere yeniden bağlanma!) beklentisini boşa çıkardı. DYP-SHP koalisyonu, 'Devlet Partisi' karşısında derhal geriledi. Bunda temel etken "80 öncesine dönme" öcüsünü misliyle hortlatan Kürt meselesiydi tabii. Bu basınç altında, 1982 Anayasası'nın değiştirilmesi ve 12 Eylül'ün yol açtığı yıkımın tamir edilmesi adına yapılanlar, ön cephe boyası seviyesinde kaldı. Dahası, gerek yasama gerek "idare tekniği" açısından, 12 Eylül'ün 'güncellenmesi' olarak tanımlayabileceğimiz hamleler yapıldı. 28 Şubat da böyle bir hamle değil miydi? Böylece, gerek bir iblis olarak "12 Eylül"ün, gerekse ihya edilecek, yeniden kendisine bağlanılacak bir tarihsellik olarak "80 öncesi"nin, gitgide hafızadan uzaklaşmasına tanık olundu. Unutturma politikası, artık gönüllü unutuşla da destekleniyordu. Ecevit, Demirel, "aslan sosyal demokratlar"; hep beraber hüzünlü bir askerlik hatırasına dönüştürüverdiler 12 Eylül'ü. Sonrası?.. Herkesin kulağına benzer şeyler çalınmıştır: "Vizontele Tuuba" filminden çıkan bir genç kız, "12 Eylül'de neler olmuş ki yaa..." diye soruyordu yanındaki arkadaşına. 12 Eylül, unutturulmaması için bileylenmiş onca azim ve iradeye rağmen, unutulmuş bir vaka bugün. Geri kalmış, geçmiş gitmiş bir 'şey'... Unutuş... Eski dille, 'Nisyan'... Bu memleketin bir idare tekniğidir bu. Türkiye'de geçerliliğini sadece resmi ideoloji düzleminde değil popüler tarih şuurunda da sürdüren kolektif hafıza siyasetinde, travmatik siyasal-toplumsal deneyimlerle yüzleşmemenin, onları unutmaya/unutturmaya terk etmenin neredeyse bir 'kurucu unsur' hükmünde olduğunu söyleyebiliriz. Milli Mücadele'nin iç savaş veçhesi, Ermeni kıt'alleri, Kürt isyanları, 6-7 Eylül Olayları, Varlık Vergisi, Kahramanmaraş Katliamı, 12 Eylül hatta son olarak Güneydoğu'da 15 yıl süren "düşük yoğunluklu savaş"... Türk siyasal tarihinin 'nisyan katmanlarını' oluşturuyor. Üstüste kabuk bağlayan katmanlar bunlar.
Hâlâ kanayan yara Toplumsal ilişkilerde açtığı yaraların, sebebiyet verdikleri 'medeniyet kaybının' muazzam tahribatını düşünün bu olayların. Hatta bunun ötesinde bizzat devlet aklı açısından yol açabileceği müşkülatı da düşünün. Ne var ki bu tahribat, ya zaten bir tahribat olarak düşünülmüyor ya da unutarak-unutturularak, böylece soğuması beklenerek üstesinden gelineceği düşünülüyor. Böyle bir soğu(t)madan, 'insani değerler' fikri adına da pek çok şeyin soğuması pahasına, bir tür sağaltıcı fayda sağlanacaksa bile, bu 'fayda'nın kalıcı yan etkilerini gözardı eden bir nisyan siyaseti bu. Çok önemli bir yan etki, 'gerçekliğe' ilişkin kolektif algıya araçsal-faydacı bir zihniyetin hâkim olmasıdır. Belki en önemli yan etki ise, bu travmatik olaylarda yaşanan kayıpların yasının tutulamaması, gözyaşlarıyla okşanacak bir siyah-beyaz fotoğraf olarak albüme konamaması, önünde ihtiram duruşu yapılacak bir anıtının olmaması bilinçlerde ve bilinçdışında, bir mayın gibi gömülü kalması. İşte, 12 Eylül, bu nisyan katmanlarının en üstünde yer alan tabakadır, en taze kabuktur. Hâlâ kanamakta olan bir yaradır. Mağduriyetler hâlâ günceldir; hem doğrudan 12 Eylül rejiminin uygulamalarının bugüne uzanan etkileri nedeniyle hem de asıl önemlisi bugünün mağduriyetlerini üreten siyasal rejimin birçok unsurunun 12 Eylül'e dayanması ve bu milâdın -biraz dikkatli bakılırsa- açık seçik görünmesi nedeniyle. Başka her şey bir yana, Kürt meselesinin 'başka' bir boyuta sıçramasının miladı da 12 Eylül değil mi? Önemli bir nokta da, 12 Eylül'ün mağdurlarının yaygınlığı ve çokluğudur. 12 Eylül'ün, geçmişin siyasal-toplumsal travmalarıyla yüzleşmeye aday öznelerin potansiyel gücünün en fazla olduğu deneyimi teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Burası önemli: 12 Eylül'le yüzleşmek ve bu hesaplaşmanın bir parçası olarak, 12 Eylül'ün topyekün karaladığı "80 öncesi"nin bir temel vasfının hatırlanmasını, yani canlı bir toplumsal-siyasal özerkleşme ve rüşt kazanma sürecinin yeniden düşünülmesini sağlamak, nisyan politikasına karşı stratejik bir direnç hattı kurmak anlamına gelebilir. Zira "80 öncesi", Türkiye toplumunun en yaygın siyasal seferberliğini yaşadığı, 'aşağıdakilerin', 'ezilenlerin' kendi seslerini-sözlerini bulma iradelerinin en fazla geliştiği dönemdir. 12 Eylül'le hesaplaşmak, bizzat bu deneyimin hatırlanmasını ve özeleştirisinin yapılmasını sağlayabildiği oranda, kolektif özgüveni besleyecektir. Böyle bir kazanım, kuşkusuz, genel olarak geçmişle hesaplaşma iradesini güçlendirir. 12 Eylül, yargılamanın/yas tutmanın/telafinin ötesinde, pozitif, inşacı bir hesaplaşmanın nesnesi olma potansiyeline sahiptir. 12 Eylül üzerindeki unutuş perdesinin yırtılması, bütün unutuşlara, esasen unutturma siyasetine son veren bir uyanış olabilir: Bütün unutuşları, bütün unutulanları hatırlatan bir hatırlayış olabilir! Onun için... 12 Eylül'ü unutturmamaya çalışanları ciddiye alın!