Gezegenin Kurtuluşunun Yolu

-
Aa
+
a
a
a

Dünyada günümüzde çevreye, çevre katliamlarına daha hassasiyetle yaklaşılıyor, medyada bu yönde haberler sıkça yer buluyor. Hasankeyf için konserler düzenleniyor, Allianoi için sivil toplum örgütleri ve sanatçılar ayağa kalkıyor. Bunları yeterli buluyor musunuz? Bilinç yükseltmek için daha neler yapılması gerektiğini savunuyorsunuz?

 

Bilincin yükselmesi göreceli bir konu, çünkü vakit zaten artık hayli geç! Dünyanın önde gelen iklim bilimcileri, jeofizikçiler ve kaygı duyan bilim insanları da aslında gezegenin tüm canlılar ailemi ile birlikte ciddi bir şekilde yıkıma uğramasının önüne geçebilmek için çok az zamanımız olduğunu kanıtlarla öne sürüyorlar. Alplerde buzullar eriyor, aynı anda müthiş kuraklık var, Nuh tufanı gibi sellere rastlanıyor ve bunun çok ciddi su ve besin ile savaşlarına da yol açabilecek yıkım tablosu yaratacağı uluslararası çevrelerce öne getiriliyor. Elbette Türkiye’ye bakarsak bir bilinç yükselmesi ve bu konuda bir bilgi paylaşımının yükseldiği söylenebilir ama dünyada çok önceden bunun örnekleri vardı. Örneğin,1972 yılında Stockholm’de, Roma Kulübü adını verilen bir avuç vicdanlı insanın ortaya koyduğu “Limits To Growth” (Büyümenin Sınırları) adı altında kaynakların sınırlılığını ortaya koyan küçük ama çok öngörülü bir rapor hazırlanmıştı. O kitapçık 30 ayrı dilde12 milyon nüsha satılmış! Bilincin 1972’de yüksek olduğunu ama şimdi tüketim toplumu ile bilinç seviyesinde ne kadar geriye düştüğümüzü söylemek mümkün.

Şu anda çok önemli bir eşikteyiz. 1972’de Limits To Growth Raporu’nda söylenen her şey (kötü yönde) gerçekleşti çünkü maalesef önlem alınmadı. Büyümenin sınırlı olduğu konusunda bilince sahip olduğumuz söylenemez, çünkü dünya çevreye ve doğal hayata olan maliyetini hesap dışı bırakarak büyüdü. Barajların, hidroelektrik santrallerin ve en önemlisi termik santrallerin atmosfere, havaya, suya zararları hesaba katılmadı; çünkü dünyada ne pahasına olursa olsun daha fazla enerji üretimi ile tüketimi ve daha çok büyümeye modellenmiş bir anlayışın izi var. Bu açıdan hiç de iç açıcı bir bilinç durumda değiliz! Özellikle sizin neslin çocukları için her hangi bir kurtarma şansı olmaması çok muhtemel, artık torunlardan bile bahsedemeyiz. Gerçek bu!

Bugün atmosferde, karbondiyoksit gibi dünyayı ısıtan sera gazların oranı, milyonda 390 parçacıktan fazla. Bu, uçaklardan, fabrikalardan, termik santrallerden, gemilerden, arabalardan, klimalardan, kaloriferlerden vb. çıkan bir miktar. Halbuki limit 350. Yani sadece büyümenin değil, atmosferin de sınırlarını aşmış durumdayız. Bundan daha korkunç ne olabilir? 1990’lardaki seviye olan 350’ye geri çekmek zorundayız. Bunun pazarlığı maalesef yok. İki kere ikiyi pazarlık sonu beş yapamayız. Halbuki ilk başta Batı ülkelerinde, ama şimdi artık gelişme yolundaki ülkelerde de başta politikacılar olmak üzere, şirketler ve ortalama insanlar bu mesele sanki müzakareye açıkmış gibi bakıyorlar; nasıl olsa teknolojik bir formül ile çözüm üretilebilir sanıyorlar. Mesela uzaya aynalar yerleştirilip ya da denizlere demir parçaları serpip ya da dev pervaneler koyup yapay bulut yaratıp dünyayı ısınmaktan kurtarabiliriz sanıyorlar. “Böyle gelmiş, böyle gider” gibi bir anlayış içerisindeler.

Oysa fizik, kimya ve biyoloji bu düzenin böyle gidemeyeceğini söylüyor. Yerçekimi kanunu kadar net olan bir şey var: kömür, petrol ve doğalgaz; yapay olarak ucuz, desteklenmiş enerji kaynağı olarak sürerse bu kaynakların tüketilmesinin önüne geçilemez. Tek yol bu kaynakları fiyatlandırmak, çünkü bu enerji kaynaklarının hayata olan maliyeti hiç de ucuz değildir. James Hansen gibi dünyanın en önemli iklim bilimcilerinden birinin getirdiği öneri de budur: Kömür, petrol, doğalgaz gibi enerji kaynaklarını fiyatlandırmak ve buradan elde edilecek gelirin tamamını da hükümet regülasyonu ile halka, her bireyin hesabına geri döndürmek. Ancak o zaman mali hesap yapan insanlar; petrol, kömür, gaz pahalı geldiği için daha küçük arabalara binmeye, evlerinin yalıtımını daha iyi yapmaya, daha tasarruflu hareket etmeye mecbur kalacak ve bundan kârlı çıkabildiğini de görecek. İnsanlar 4 x 4’lerden inip hibrid arabalar kullanacak, toplu taşımacılığa yönelecek. Banliyölerde oturup günde yüz kilometre işe gidip gelmekten vazgeçecek, bütünüyle hayat tarzının değişmesi ile olabilecek bir şey. Bu enerji kaynaklarının yerine gerçekten sürdürülebilir olan güneş ve rüzgâr enerjilerine, vb. geçebilmek lazım.

 

Peki bu yerleşim merkezlerinden iş yerlerine, seyahat biçimlerine, hayat tarzına, şehir planlamasına kadar tüm dünya düzeninin değişmesi demek değil mi? Bu ne kadar olasıdır?

 

Evet, dünya düzeninin değişmesi gerekecekse değişecek. Haysiyetli bir dünya için pazarlık yapılamaz. Bunun yöntemi de bahsettiğim gibi karbon ücretlendirmesidir. Örneğin, 2007 fiyatları ile Amerika Birleşik Devleti’nde galon başına fiyat bir dolar gibi cüzi bir maliyet ile arttırılırsa toplam 670 milyar dolarlık bir gelir elde ediliyor. Bunun tamamının vatandaşlara dağıtılması halinde ise iki çocuklu bir aileye 8,000 dolar düşüyor. O zaman o aile tercihlerini değiştirecek. Ekonomistlere göre, vatandaşların yüzde 60’ının cebine artı para girecek. Yüz yıl önce mucitlerin hayali olan uçaklar, bugün gırla. 1944’te yeni gelişmekte olan sivil havacılık endüstrisini desteklemek adına imzalanmış Chicago Antlaşması var. Sivil havacılığa sübvansiyon (destek) öngörüyor. Ucuz benzin desteklemesi bugün hâlâ da devam ediyor! Günümüzde sivil havacılığın desteklenmesinin, ucuz benzin verilmesinin bir manası var mı artık? Sivil havacılık endüstrisinin daha gelişecek bir hali mi kaldı?

Başka bir örnek ise şu ki; günümüzde çevre kirlenmesi, ormanların kesilmesi, suların kirletilmesi ile, insan yeryüzüne çıkmadan önceki döneme kıyasla türlerin yokoluş süreci (oranı) 100 ile bin katına kadar çıkmış durumda! 2030’da dünyadaki büyük balıkların sadece yüzde onu kalmış olacak. Böyle bir şey tasavvur edilebilir mi? Bu çok eğlenceli bir partiydi ama bitti! Artık eşiğine gelindi ve sınırlar zorlandı! Bütün amaç, şimdi bu anlayıştan kurtulmak ve benim on yaşındaki torunumun “Dede, bunları bana zamanında niye söylememiştin?” demesini engellemek. Bir kitle hareketi oluşturmak ve bu gidişi durdurmak zorundayız. Bu bir siyasi irade meselesi. Yasaların çıkarılması ve korkunç gidişatın, yani termik santrallerin yapılmasının, orman kesimlerinin, kumul petrollerinin sıkılıp çıkarılmasının vb. engellenmesi lazım. Politikacılar için bunun bir önemi yok, çünkü demokratik ülkelerde siyasi irade dört ya da beş yıllık seçilen hükümetlerden oluşuyor. Gelecekte sonuçlarına katlanacak olan çocukların oy hakkı yok. O yüzden, bunu şu anda eylem yapabileceklerin yapması lazım. Kozak Yaylası’nda, Madra Dağları’nda, Kaz Dağları’nda, altın çıkarılması için zeytinlikleri kesilenler, İkizdere’de, Yuvarlakçay’da ve başka birçok yerde kurulması planlanan ve buna girişilen hidroelektrik santrallerine (HES) karşı oradaki yerli halk ile birlikte -bizim de arka çıkmamız ve dayanışmamızla birlikte- bunu sivil bir şekilde halledebilmemiz lazım. Başka yol yok! Başbakan, enerji bakanı ne derse desin biz, örneğin tüm yeni yapılacak kömür yakıtlı termik santrallerin önünde durmak zorundayız. Oy hakkı olmayan ama bizden mutlaka hesap soracak çocuklarımız ve torunlarımız için yapmak zorundayız bunu.

 

Ama sivil toplumun yasama hakkı olmadığı için sonuçta bu konuda karar merci dört ya da beş sene kalacak olan hükümetler…

 

Siz ayağa kalkıp sokağa çıkarsanız, üzerinizden geçip nasıl yapacaklar ki?

 

Öyleyse devletlerüstü, uluslarası bir plana uyulması daha mı doğru olur?

 

Birleşmiş Milletlerin de bir yaptırım gücü yok. Büyük bir çevre hareketi oluşturmayı başarırsak yaptırım gücü yalnızca bizde! Bunun en parlak örnekleri 10/10/10’da göründü, dünyada aynı anda 7,300 olay gerçekleştirildi. Bu meselelerin hükümetlerin aradan çıkarılarak yapılması lazım. “Biyoloji açığımız” var: Türlerin tükenmesi, yeni türlerin ortaya çıkmasından çok daha hızlı! Yani başka kelimelerle “hayat açığı” var. “Demokrasi açığı” da var: Petrol, kömür gibi enerji şirketleri, dünyanın en büyük işletmeleri. Petrol ve enerji işinde Amerika’nın en zengin iki biraderi var mesela: Koch kardeşlerin kurdurduğu “düşünce kuruluşları”, sivil toplum kuruluşları gibi görünüyorlar ama Tea Party gibi olağanüstü sağcı, gerici gruplara para akıtıyorlar ki politikacılar küresel iklim değişikliği aleyhine kararlar almasın. Normal olarak dünyayı uyarması gereken bilim insanlarının seslerini boğuyorlar. Bu bir demokrasi açığıdır. Çünkü, normal demokrasilerde özel çıkarların kamu çıkarları üzerinde bu kadar büyük ağırlığı, etkisi olamaz. Buna Amerika’da Obama da boyun eğmek zorunda kalıyor. Türkiye’de de Çevre Bakanı, Enerji Bakanı gibi davranıyor, hidroelektrik santral yapım kararları durdurulunca sinirleniyor, çünkü hidroelektrik santral şirketlerinin kâr etmesi onlara da iyi geliyor.

 

Türkiye’de İkinci İstanbul Boğazı (Manhatten İstanbul), üçüncü köprü, Allianoi, İkizdere Vadii’ndeki hidroelektrik santraller gibi tartışılan bir çok proje var. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’yi gelecekte nasıl etkilerler?

Bence Manhatten Projesi kolay kolay çıkamaz. Ama mücadele bize bağlı! Büyüme ve kalkınma paradigmasının içine hapsolmuş ülkelerde şirketlerin güdümündeki bir küreselleşmenin önünde durmak zorundayız. Bir avuç şirketin kendi kâr maksimizasyonları için dünyayı terk edemeyiz ve bunun mücadelesi için doğrudan eylem yapmalıyız. Onları bu şekilde karar almaya sevk edecek tek şey biziz. Bunun örnekleri Gandhi, Mandela Hareketi, Bolivya Cochabamba’daki su mücadelesi, Ekvator Amazonlarındaki korkunç kirlenmeye karşı orada yaşayan yerli kabileler tarafından Chevron’a açılan tazminat davalarıdır. Bu meseleler küresel bir mücadele ile çözülebilir. Obama Beyaz Ev’in çatısına -Jimmy Carter’dan sonra- ilk kez güneş panelleri takabildi, sonuçta böyle bir sistemde onun da yapabilecekleri sınırlı. Ancak biz, yeterince kararlı olabilirsek birçok şey yapabiliriz.

 

Benim eskiden şöyle bir umudum vardı: İnsanoğlu zaten bir ur gibi, Endüstri Devrimi’nden bu yana bu kısa sürede bütün canlı türleri mahva sürüklüyor. İnsanoğlu ortadan kalksın, dünya yeniden denge sağlar, kendine elbet yeni bir ekolojik düzen kurar diye çok uzak, tuhaf, yarı-felsefi ama bir şekilde rahatlatıcı bir düşüncem vardı. Ama maalsef bugün bu fikir geçerli değil. Bilimsel veriler öyle gösteriyor ki önlem alınmadığı takdirde dünya “Venüs Sendromu”na gidecek. Venüs Sendromu şu: Güneş Sistemi içinde birbirine benzeyen üç tane gezegen var: Dünya, Mars, Venüs. Ama sadece Dünya’da; hayatın, ateşin, medeniyetin, tarımın, demokrasinin, aşkın oluşabildiği; sıcaklığı ortalama on beş, onaltı derecelerde gezen ılıman iklim var. Mars eksi elli dereceye yakın, hiç karbondiyoksit yok ve soğukluktan dolayı, bilinen bir yaşam yok. Venüs’te ise karbondiyoksit o kadar çok ki yaklaşık 450 derece sıcaklık var ve bilinebildiği kadarıyla hiçbir canlı yaşayamıyor. NASA’dan James Hansen şöyle diyor: enerji dengesinin bozulması öylesine kontrolden çıkacak ki yüz derecelere kadar yükselecek ve herhangi bir canlının yaşaması mümkün olmayacak, yeni bir medeniyet kurulması ihtimali de dolayısıyla yok. Eski hayalimi kurmam artık mümkün değil, çünkü bu bilgileri James Hansen veriyor. Kendisi şu anda NASA’da Goddard Enstitü’sinin başında. Aynı zamanda Colombia Üniversitesi’nde de hoca ve 30 yıl kadar önce dünyanın iklim değişikliği meselesini ilk ortaya koyan insan. Onun söylemesi müthiş bir önem taşıyor çünkü dünya iklimini incelemeye başlamadan önceki araştırma alanı Venüs’tü. O diyorsa durum pek parlak değildir! (Gülüşmeler) Yani vakit varken iş yapalım! Hiçbir hükümet sizin önünüzde duramaz! Gerekirse sivil direniş yapmak lazım, termik santralin önüne zincirlenmeli, ufak bir gözaltına alınmayı göze alabilirsiniz tehlikenin büyüklüğü karşısında. Bunu kışkırtmak için söylemiyorum ama sivil direniş en önemli umudumuz olabilir.

 

TEMA ve benzeri sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarını nasıl buluyorsunuz? Sivil direniş mi siyasal regülasyonları getirecek, yoksa kolektif mi çalışılmalı?

TEMA, erozyon konusunda, 2B konusunda, yani orman “vasfını kaybetmiş” olduğu söylenen mevcut ormanları, kısmen işgal etmişlere devri konusunda çok önemli çalışmalar yapıyor. Onun eksik bıraktığı şeyler ise iklim konuları. Tema kendisini sadece orman, erozyon ve ağaç dikme meselesi ile sınırlamamalı ve bunu bir bütün halinde görmeli. Allianoi konusunda mücadele veren Doğa Derneği’ni 10/10/10 yürüyüşünde göremiyoruz mesela. Kuruluşların bu meselenin tek bir mesele, dünyanın en önemli adaletsizlik sorunu olduğunu, tek bir mücadelenin parçaları olduğunu görmesi gerek bence. Adalette eşitlik kavramını korumaları gerekiyor. Yoksa iklim değişiklikleri öncelikle ve en fazla yoksulları vuruyor. Afrika ülkeleri kuraklıktan ve sellerden perişan haldeler ama küresel ısınmaya neredeyse hiç katkıları yok. Bu ülkeler içinde de, ülkeler arasında da adaletsizlikler yaratıyor. Ne pahasına olursa olsun büyüme anlayışına kuvvetle karşı çıkılmalı. Amerika’da bir avuç zenginin gelirlerini çok arttırdıkları, yoksulların çok büyüdüğünü, orta sınıfın ise çok gerilediğini görüyorsunuz. Bu durum demokraside sorun yaratıyor; ırkçılar, yabancı düşmanlıkları baş gösteriyor. Hukuk yolu ile bütün sivil toplum kuruluşlarının tek bir mücadele etrafında örgütlenmesi ve yeni mücadele biçimlerinin kullanılması şart. Termik santrallerin ve hidroelektrik santrallerin tasfiye edilmesi lazım. Kanada’da küresel ısınmaya müthiş bir katkıda bulunarak kumulların suyunu sıkıyorlar, milyarlarca ton su kullanıp yer altı sularını mahvediyorlar. Ya da deniz diplerinde petrol aranıyor. Obama ile Kanada’nın çok çevreci ve çok liberal olan hükümeti ile antlaşmalar yapıyor. Norveç dünyanın en çevreci hükümeti ama gidip Kanada’ya yatırım yapıyor. Ama bütün bunları önleyebilecek global sivil hareketlerdir. Dinamik Dergisi’ne Dinamik bir çözüm öneriyorum. (Gülüşmeler)

 

Çevre felaketlerini, küresel ısınmayı önlemeye yönelik çabalar, dünya üzerinde çok küçük, önemsiz kalıyormuş gibime geliyor...

 

Bu umutsuzluğu doğuran şey, şirketlerin gücü, silah endüstrisi, mali krizi yaratan finans sektöründeki kepazelikler vb... Bunları düşündüğünüz zaman ciddi bir umutsuzluk belirebiliyor. Aynı zamanda büyük şirketlerin siyasileri etkileme gücü ve sivil heraketi oluşturacak en büyük güce sahip medyanın zapt edilemez güçleri açığa çıkarmak, şeffaflaştırmak, denetlemek fonksiyonunu yapmayıp reklam ve para dolayısıyla o şirketlerin emrine uygun çalışması umutsuz bir tablo yaratıyor. Ama tarihte sosyal değişim yolundaki taleplerin ne kadar beklenmedik anlarda değişim yarattığını gördük. Köle ticaretinin yer yüzünde yasaklanması çok yenidir ve başta bunu isteyenler ancak on kişilik bir gruptur. Bu insanlar kendi ömürleri içerisinde köleliğin yasaklandığını görebilmişlerdir. Kadın hakları gibi bir örnek de var önümüzde. Kadınların evden çıkması, çocuk bakmaktan başka işler yapmaları düşünülemezdi bile, ama yüz yıllık bir mücadele ve birçok kadının büyük özverilerinden, hatta hayatlarını kaybetmesinden sonra bugün hayal bile edilemeyecek bir seviyeye gelindi. Aynı durum 68 kuşağında da yaşandı. 68 kuşağı ile birlikte dünyada temel insan haklarına atfedilen önem belirginleşti. Bu gibi örneklerin de gösterdiği gibi, asla düşünülemeyecek bir durumdayken birdenbire beklenmedik bir anda, vicdani bir hareket yükselmesi ile hedefe ulaşılabiliyor.