Kurtuluş Savaşı komutanlarından Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından çıkan, yazarı ve yayım tarihi tam olarak bilinmeyen ancak “gizli”, “kişiye özel” ve “kayıt altında” sadece 100 adet basılan Dersim Raporu İletişim Yayınları tarafından yeniden yayımlandı.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Mesut Yeğen, Dersim Raporunu konuşmak için Açık Gazete’de konuğumuzdu.
Dinlemek için:
İndirmek için: mp3, 24 Mb.
Dersim Raporu, Türkiye tarihinin karanlık noktalarından birisi olan Cumhuriyet’in Dersim politikaları hakkında etraflı bir bilgi sunuyor.
Osmanlı’dan itibaren sorunlu bir bölge olarak görülen Dersim’de yaşanan ayaklanmaları, bunlara karşı girişilen askerî harekâtları, hükümet tarafından alınan önlemleri ve o günlerden raporun yazıldığı tarihe kadar konuyla ilgili olarak hazırlanan raporların hemen hepsini bir araya getiren kitap yakın tarihe ışık tutuyor.
Dersim’de ve civarında yaşayan aşiretlerin ve üyelerinin ayrıntılı bir içeriğini sunan rapor, “eşkıyayla mücadele” adı altında aslında o günlerden günümüze uzanan bir zihniyeti de ortaya koyuyor: Zorunlu göçten köyleri yakmaya, aşiretleri uçaklarla bombalamaktan adli, kültürel ve ekonomik tedbirlere uzanan; “Türk olduklarını unutan”(!) bölge insanına Türklüklerinin yeniden hatırlatılmasına dayanan yıkıcı, kıyıcı, ulus-devlet inşasına yönelik bir zihniyeti… Dersim’e yönelik çeşitli tarihlerde yapılmış harekâtların askerî planlarını da barındıran bu rapor, dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın “Dersimli okşanmakla kazanılmaz” ifadeleri düşünüldüğünde, bölgede onyıllardır akan kanın kökenlerini anlamak isteyenler için de önemli bir kaynak.
Programın deşifresi:Ömer Madra: Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Mesut Yeğen’le İletişim Yayınları’nın yeniden yayımladığı, Dersim Raporu adlı çok özel baskı, “gizli” ve “zata mahsus” olarak “kayıt altında” 100 adet basıldığı kapağında belirtilmiş olan, 1933 ya da 34 yılının ilk aylarında yayımlanan bir kitap var. Bu kitapla ilgili konuşacağız. Mesut bey merhaba, günaydın.
Mesut Yeğen: Günaydın.
ÖM: Dersim Raporu’nu İzzettin Çalışlar hazırlamış yayına. Dersim Raporu’nu şöyle bir gözden geçirdiğimiz zaman epey ilginç pek çok noktayla karşılaşıyoruz. Şahsen en çarpıcı bulduğum hususlardan birini sormak istiyorum size; Osmanlı yönetiminde yarım yüzyıldan fazla bir zaman süren ve cumhuriyet yönetimine de devredilen, Alevileri, Kürtleri ya da Dersimlileri bir tedip hareketi var. Fakat gerek algılamada gerekse söylemde tamamen kesintisiz bir geçiş olduğu gözüme çarptı. Ne dersiniz buna?
MY: Evet böyle birşey söylenebilir. Dersim meselesinin algılanmasında ve hallinde Osmanlı idaresinin cumhuriyet idaresine yüklüce bir miras bıraktığı ve cumhuriyet idaresinin de bu mirası tepe tepe kullandığı söylenebilir. Doğru, bir devamlılık, bir kesintisizlik mevcut, fakat kopukluklar da var, onları görmek gerekiyor.
Kesintisizlikler meselesiyle başlarsak; Dersim meselesinin halli için istihdam edilen araçlar aşağı yukarı cumhuriyet ve Osmanlı’da çok farklılık göstermiyor. Cumhuriyetin de bildiği, anladığı esas olarak literatürümüze yerleşmiş olan usul “tedip ve tenkil”. Bunlar da aslında tepelemek kısacası, yani güç yoluyla tepelemek.
ÖM: ‘Tedip’ ‘edeplendirmek’ demek değil mi?
MY: Evet, ‘tenkil’ de ‘tepelemek’ anlamına geliyor, yani ‘nakil’ kökünden gelmiyor, o yanlış bir yorum, yani söz konusu olan nakletmek değil tepelemek. Dolayısıyla bu açıdan bir benzerlik olduğu rahatlıkla söylenebilir, ama öte yandan önemli başka farklılıklar da var. Onların en başında herhalde şunu kaydetmek gerekir; Jandarma Umum Komutanlığı’nın bu raporu ilk kez burada okuyucunun karşısına çıkmış olmuyor, sadece ilk kez kitaplaştırılıyor, daha önce Dersim meselesi üzerine çalışanlar bu raporu kullanmışlardı. Ancak, rapora baktığımızda Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde Dersim üzerine hazırlanan raporların bir kolajını bize sunuyor. Baktığımızda, Cumhuriyet dönemiyle Osmanlı arasında çok temel bir konuda süreksizlik var, o da şu; Osmanlı’nın son döneminde “Dersimlilerle ilgili ne yapacağız?” sorusuna verilen cılızca bir yanıt “Sünnileştirmek”tir. Nakşi kılmaktır orayı. Dersim etrafına Nakşi dergâhlar, tekkeler kurmak iken cumhuriyetin tabii ki bu türden bir çare önerisi yoktur, Cumhuriyet’in bulduğu çare önerisi “Türkleştirmek”tir. Yani Osmanlı için, Osmanlı’nın son dönemindeki ıslahatçılar için Dersim’in esas olarak Aleviliği meseleyken, Cumhuriyet için Dersim’in Aleviliğinden ziyade Kürtlüğü ya da Zazalığı meseledir. Zazalığı çok mesele edilmez aslında, çünkü Zazalıkla Orta Asya, Horasan, Türklük arasında daha kolay bağlantılar kurulur, daha çok Kürtlüğü dert edilir Dersim’in. Dolayısıyla bu türden bir süreksizlik var. Bir başka süreksizlik tabii ki kullanılan şiddetin hacmiyle ilgili. Osmanlı, tedibe, tenkile başvurmuştur fakat cumhuriyet dönemindeki türden birşey, böyle azgın bir şiddet hiç söz konusu olmamıştır.
ÖM: Benim de gözüme çarpan en öenemli şey buydu, onu da söyleyecektim; Cumhuriyet devri raporları, Osmanlı raporlarından sonra göze alındığında çok daha kuvvetli bir bastırma eğilimi var ve Dersim meselesinin “kati surette halli” gibi yani nihai çözümü hatırlatan raporlar var. Mesela dönemim içişleri bakanı Şükrü Kaya’nın “zat-ı devletlerine arz ettiği”, keyfiyet olarak sunduğu “meselenin kati surette halli” önerisi vardır, Atatürk’e mi arz edilmiştir bu rapor?
MY: Benim bildiğim kadarıyla öncelikle İsmet İnönü’ye, çünkü o dönemde daha çok icradan sorumlu İsmet İnönü’dür, dolayısıyla Dersim meselesinin halli de daha çok İsmet İnönü’nün sorunudur. O dönemin gazetelerine bakarsanız, “Dersim Şekaveti İsmet İnönü eliyle tarihe gömülüyor” diye görürsünüz. İsmet İnönü o dönem başbakan bildiğiniz üzere, Atatürk’ün de herhalde hastalığı filan söz konusu, ama bu Atatürk’ün bu işle hiç alakadar olmadığı anlamına gelmez; çünkü çok yakın zamanda Dersim’e ziyaretleri olmuştur.
Ben tekrar az önceki konuya dönmek istiyorum, şöyle bir süreksizlik de var; kullanılan şiddetin kapasitesine dair ya da hacmine dair birkaç rakam vermek isterim. Bütün çalışmalar, yani o dönemde toplanan bütün raporlar şuna ittifakla işaret ediyor: Dersim havalisinde toplam nüfus 60-70 bin arasıdır. Dersim’de devlet için arıza oluşturan nüfusun toplamı ise tabii ki bundan çok daha azdır. Böylesi bir havalide bu kadar nüfusa karşı yapılan operasyonun sonucunda, 37-38 sonrasında ortaya çıkan sonuç şudur ki 10 bin’e yakın insan katlediliyor, 10-15 bin insan da zorunlu iskâna maruz bırakılıp Anadolu’nun batısına göç attiriliyor. Dolayısıyla 40-50 bin kişinin yaşadığı bir havalinin aşağı yukarı 20 bini katletmek ya da sürgün etmek vasıtasıyla ortadan kaldırıyor. Bu tahmin edeceğiniz üzere hacmi epey büyük bir şiddet.
Ben şunu çok anlayamıyorum açıkcası; şuna dair çok net bir şey söyleyemem, bu istihdam edilen şiddet itibariyle Dersim’in halli, yani Kürt meselesinin genel halli içerisinde bir bölüm müdür yoksa Ermeni meselesinin halliyle filan ilişkili düşünülmesi gereken birşey midir? O konuda çok emin olamıyorum, emin olamamamın sebeplerinden bir tanesi de şu; Cumhuriyet dönemi raporlarına baktığımızda, “Dersim meselesi nasıl halledilmeli?” sorusuna cumhuriyet elitinin verdiği cevap da farklılaşıyor. Şimdi tek tek isimleri çok hatırlayamayacağım, ama mülkiye müfettişi Hamdi Bey’in raporu var mesela, 1926’da; “Dersim bir çıbandır, Dersim’e mektep açmak, yol yapmak çözüm değildir, orada kati surette güç kullanmak lazımdır,” derken hemen aynı zamanda, yani aynı yıl vali Cemal Bey’in raporu daha mutedil bir dil önerir Dersim meselesinin halli için. Dolayısıyla Cumhuriyet eliti de kendi içinde bu meselenin nasıl halledileceğine dair çeşitli fikirler arz etmektedir, ama 37-38’e baktığınızda galip gelen fikrin Şükrü Kaya ya da deminki mülkiye müfettişi Hamdi Bey’in fikri olduğu ortaya çıkar.
ÖM: Hamdi Bey mesela, bir ıslahın boş bir hayalden ibaret olduğunu söylüyor, “bir hayal-i muhalden başka birşey değildir” demiş.
MY: Doğru.
ÖM: İlginç bir şekilde de “Musul meselesi kati bir neticeye bağlanmamış olduğuna göre daha fazla tehir ve tarikin -yani erteleme- tahammülü yoktur, bir an evvel hal ve faslı basiretli olur” diyor. Çok ciddi bir tenkilden bahsediyoruz.
MY: Doğru. Aslında cumhuriyet döneminde biz bu iki fikri, yani yumuşak ve daha sert bir şekilde halledelim şeklindeki bu iki fikri Mareşal Fevzi Çakmak’a ve Celal Bayar’a yakıştırırız genellikle. Celal Bayar bir ulus devlete, sıradan bir ulus devlete daha ziyadesiyle yakışan, asimilasyon, yol yapmak, okul yapmak vs. gibi araçlar üzerinden Kürt meselesini halletmeyi önerirken –genel manada Kürt meselesinden konuşuyorum- Fevzi Çakmak, “bombalayalım, topa tutalım”, vs. “oralara yol yapmayalım, yol yaparsak bunlar bilinçlenir başımıza daha fazla bela olur” diyen bir adamdır. Dolayısıyla cumhuriyet içerisinde böyle iki ekol söz konusu olmuş gibidir. Hâkim ekol hangisi olmuştur derseniz, ikisi de kullanılmış gibidir, ama daha ziyade herhalde Celal Bayar’ın yöntemi, en azından 1950 sonrasına baktığımızda, Celal Bayar’ın yöntemi daha fazla kullanılmış gibidir.
ÖM: Tabii şu da şaşırtıcı, Fevzi Çakmak’ın çok mülayim bir kişiliği olduğu da söylenir, ama burada açıkca, resmen sömürge idarelerinin yetkilerinin, yüksek idare memurlarına verilmesinden söz ediyor ve “kuvvetle Türkleştirilmeli ve öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır” diyor, asimile edilip ondan sonra “öz Türk hukuku” gibi çok özel bir anlam yüklenen bir hukuk anlayışı da getiriyor.
MY: Aynen, doğru.
ÖM: Bir de tabii dikkate değecek hususlardan birisi de şu; sürekli olarak bütün raporlarda şimdiye kadar Osmanlı döneminde hazırlanmış olan, çeşitli yetkililere hazırlatılmış raporlarda da, Cumhuriyet döneminde hazırlatılan raporlarda da bu tenkil, tedip operasyonlarının her sene hemen hemen yapıldığı, ama başarıya ulaşamadığı söyleniyor. Fakat bu raporun yayımlandığı tarihte daha nihai, 37-38’deki operasyon yapılmamış, onun eli kulağında. Ondan sonra bir farklılık oluyor mu ne diyorsunuz?
MY: 37-38 tabii meseleyi aslında bir açıdan baktığımızda çözmüş oluyor, fakat ona, yani niye aslında bir açıdan çözmüş olduğuna biraz sonra geleyim. Kısa bir hikâyesini isterseniz aktarayım?
ÖM: Lütfen.
MY: Bu işin, Dersim meselesinin hallinin niye bu kadar geciktiğine bakalım. Kürdistan coğrafyasını düşündüğümüzde -Osmanlı terminolojisiyle konuşacak olursak- yani Kürt beylerinin özerkliğinin, 1850’lerde filan tasfiye edilmiş olduğunu görmemize rağmen, Osmanlı devletinin Dersim’e nüfuz etmesi bu tarihlerde gerçekleşmiyor ve hatta aslında Cumhuriyet’te bile gerçekleşmiyor. Bir sürü Osmanlı da Dersim havalisine sızmaya çalışıyor, ama gerek coğrafyanın elvermezliği, gerekse 1877 Rus Harbi, 1914 Birinci Dünya Savaşı, bunlar bir takım ertelemelere yol açıyorlar ve Dersim meselesinin çözümü de dolayısıyla Cumhuriyet’in eline bırakmış oluyor. Cumhuriyet de Kurtuluş Savaşı’ydı, Ağrı İsyanı vs. derken 1930’un sonrasına aktarmış oluyor Dersim meselesini.
Aslında Dersim meselesinin halli hem Osmanlı ve hem de Cumhuriyet eliti için hep gündemde, fakat demin dediğim sebeplerden dolayı hep ileriye erteleme var. 30’larda artık Dersim’in zamanı geliyor, ama Kürt meselesi en azından Ağrı ve Şeyh Said İsyanı üzerinden konuşursak epey şey hallolmuş gibi görünüyor, yani Kürtlerin askeri direnç kapasitesi epey iptal edilmiş görünüyor. Bütün bunlardan ötürü bir de 1930’ların uluslararası ortamını düşünürsek Cumhuriyet’in eli kuvvetlenmiş oluyor. Demin sizin alıntı yaptığınız Musul meselesi de önemli. Musul da artık Türk devletinin lehine sonuçlanmayınca biraz daha elini rahat hissediyor Cumhuriyet ve dolayısıyla 37-38’de “Dersim katliamı” diye bilinen süreç yaşanıyor.
Ancak 37-38’e giderken Cumhuriyet epey bir hazırlık yapıyor, onu da bilmek lazım. Bir sürü rapor var; işte bu 33-34’de hazırlandığı söylenen bu rapor ciddi bir hazırlığın göstergesi aynı zamanda. Cumhuriyet yine bu tarihlerde, 1934’de bir iskân kanunu çıkarıyor. 1936’da da bir Dersim Kanunu çıkarıyor, yani “Tunceli Kanunu” çıkarıyor. Dolayısıyla adım adım hazırlanıyor. Bu niye önemli? Zaman zaman, “37-38’de Kürtler bir kez daha ayaklandılar ve boylarının ölçüsünü aldılar” denir, oysa Dersim gerçekten 1930 Ağrı ayaklanmasından da, 1925 Şeyh Said ayaklanmasından da bu açıdan çok farklı, burada örgütlü bir isyan yok, aksine Cumhuriyet adım adım Dersim’i kuşatıyor ve Dersim’in aslında teslim olmasını istiyor. Onlar da buna bir şekilde diyelim ki direnç gösteriyorlar ve aslında kışkırtılmış, biraz zorlanmış bir isyan söz konusu Dersim’de. Diğer Kürt isyanlarıyla benzemeyen bir tarzda çok nihai toptancı bir çözümün uygulandığı bir vaka oluyor.
Peki Dersim meselesi hallolmuş oluyor mu? Bir açıdan bakarsanız evet, yani 37-38’den sonra, uzunca bir zaman Dersim’de bir daha bir rahatsızlık baş göstermiyor ve hatta Dersimliler bildiğiniz üzere cumhuriyetin önerdiği o makbul vatandaş tipine yakın adamlar da oluyorlar biraz. Ama 60’ların ortasından sonra resim değişiyor, bugün Dersim Kürt rezistansının bayağı merkezinde. Dersimliler de 1982 anayasa oylamasında en yüksek “hayır” oranlarından birini verdiler ve bugün de biliyorsunuz Cumhuriyetin merkez partilerinin de Dersim’de bir esamesi okunmaz.
ÖM: Evet okunmuyor.
MY: Dolayısıyla 30 senelik nihai çözüm, ama geldiğimiz yer yine Dersim Kürt meselesinin epey merkezinde bir yer.
ÖM: Bir de kitabın sonuna eklenmiş olan “lahika” adını taşıyan bir belge var. “Lahika” da sık sık Ergenekon davasıyla beraber günlük dile geçmiş olan bir terim. Bu da çok çarpıcı sayılabilecek birşey; çünkü son derece sistematik bir şekilde, sanki Prusya tarzında bir disiplinle, Almanları hatırlatır bir şekilde, gayet ayrıntılı bir araştırma, tarama yapılmış ve bütün il il, ilçe ilçe, köy köy, neredeyse aşiret aşiret reisler tespit edilmiş, aşiretler ayrılmış ve her birinin kaçar aile halinde nerelere sürgün edileceğine kadar varan çok ayrıntılı, “Lahika” adlı rapor da var. Bunu nasıl yorumlamamız lazım?
MY: Dediğiniz çok doğru, ben Lahika’yı baştaki raporun ilk kısımlarıyla birlikte okumayı öneririm. Raporun ilk kısmına bakarsanız yani Jandarma Umum Komutanlığı tarafından hazırlanmış rapor. Aslında şunu görüyoruz, devlet bir ulusal envanter çıkarıyor Dersim söz konusu olduğunda, coğrafya vaziyeti, yolları, suları, nüfusu, ırk vaziyeti, iktisadi vaziyeti, idari vs. açısından... Yani coğrafyasına bakıyor, idari taksimata bakıyor, nüfusa bakıyor ve bütün bunları aslında bir ulusal disiplin içerisinde yeniden yorumluyor ve yeniden şekillendirmek istiyor. Lahika’yı da onun bir parçası olarak düşünmek lazım. Belli ki taa 30’larda filan da Cumhuriyet’in elinde köy köy, belki hane hane insanların kim olduğu, etnik açıdan, dini açıdan vs. ne olduğu, devlete karşı konumunun nasıl olduğuna dair ayrıntılı bir kayıt var.
ÖM: Kaç hayvanları olduğuna varıncaya kadar, silahları vs..
MY: Aynen öyle. Bu türden bir bilgi var, belli ki Jandarma bu konuda özel bir rol ifa etmiş. Yanılmıyorsam Fuat Dündar İttihat ve Terakki için bunu söyledi ve çok kabul edilmedi, ama bizim nüfus sayımlarımız esas olarak din grupları üzerinden bir ayrım gözetmiştir, ama etnisite üzerinden bir ayrım gözetmemiştir savı çok belli ki doğru değil. Yani bu İttihat ve Terakki zamanından sonra değişmiş ve bu meyanda da bilgi toplanmış haneler hakkında. Bu söz konusu lahikayı bir ulusal envanteri çıkarma genel başlığı içinde düşünmek gerekir, ama onun içerisinde bir özel yeri de var. Lahika’yı tek başına okumamak lazım. Dersim meselesi üzerine yakında çıkan bir kitap var Dipnot Yayınevi’nden, Hüseyin Aygün’ün toparladığı, Dersim 1938 ve Zorunlu İskan diye. Orada bundan daha vahim bir lahika var, bizzat iskan müdürünün terekesinden çıkmış anladığım kadarıyla. Kitaptaki lahikada 347 ailenin göçürülmesinden bahsedilirken, bu bahsettiğim ikinci kitap, 38 sonrasına dair bilgileri devşirdiği için, yerinden etmenin kapsamını daha iyi gösteriyor. Orada 7 binin üzerinde insanın göçürüldüğünden bahsediliyor. Yani şunu söylemeye çalışıyorum, Jandarma Umum Komutanlığı raporu 347 aileyi, -her hane de 10 kişi falan-, dolayısıyla 3 bin kişiyi yerinden etmeyi hedef olarak önüne koymuşken, isyan sonrasında ya da 37-38 harekatı sonrasında 7-12 bin insanın yerinden edildiğini -bunlar resmi raporlar tabii bu, büyük bir ihtimal gerçekte olan daha fazladır- görüyoruz. Daha vahimi ya da enteresanı bu yerinden edilen haneler her bir hane bir köye olmak üzere Anadolu’nun batısına serpiştiriliyor.
ÖM: Tabii ayrı ayrı köylere olması çok özenle belirtiliyor.
MY: Bu tabii ki açıkca bir Türkleştirme operasyonu, bir asimilasyon operasyonu.
ÖM: Genel bir bakışla Osmanlı raporlarında da görülen, İttihat Terakkiye’ye de mal edebileceğimiz “ırkçı” denebilecek bir bakış var mı? Yani aslen Türk oldukları söyleniyor bunların, özellikle Türk Tarih Kongresi’nde, o güneşli teorilerden sonra daha da belirginleşmiş olan, ama öncesinden de var olan “Bunlar aslında Kürt değildir, Türkçe’yi unutmuşlardır uzun süre konuşmadıkları için. İranlıların etkisine girmişlerdir, ama aslında kafa biçimleri yuvarlaktır, geniş alınlı, basık yüzlü” filan diye ifade edilen bir ırkçı yaklaşımdan söz edilebilir herhalde? Buna ne diyorsunuz?
MY: 30’larda Türk milliyetçiliğinin, cumhuriyet elitinin ırkçılığa doğru bir sendelediği ortadadır tabii, ama ben önce cumhuriyetin bütün bir vatandaşlık siyasetinin ya da millet algısının, esas olarak ırkçılıkla şekillendiğini söyleyemem. Irkçılık hep bu biyolojik kökeni filan çağrıştırdığı için, ben onu sınırlı kullanmak gerektiğini düşünüyorum; ama ırkçılığı, ayrımcılık pratiğinin yerine, genel bir terim olarak kullanıyorsak, doğru ırkçıdır. Fakat biyolojik zeminde üretilen bir ayrımcılığı kastediyorsa, bu itibarla Cumhuriyet’in Dersim siyaseti de dahil olmak üzere, çok ırkçı olduğunu söyleyemem. Etnisisttir doğru, kültürel bazda ayrımcıdır, ama orada bile, mesela Türkçe konuşulan bir aileye doğmuş olduktan sonra, senin 7 ceddin öncesinde ne olduğunu cumhuriyet çok merak etmez açıkcası. Bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yani asimilasyon istiyor daha çok cumhuriyet, insanların Türkleşmesini bekler, dolayısıyla insanlar Türkleştikçe de onları Türk sayar. Bir istisnayla, o da gayrimüslimler.. Hem gayrimüslimler bu davete zaten icabet etmezler, hem de cumhuriyet bu daveti gayrimüslimlere zaten yapmamıştır. Yani, bir dönem Osmanlı’nın egemenliğinde kalmış müslimlerin hepsine cumhuriyette Türkleşin çağrısında bulunmuştur ve onlar Türkleştikleri oranda da onları bizden, yurttaşlar cemaatinden saymıştır. Bu çerçevede düşünmek gerekir derim.
Raporda ilginç birşey var, bilmiyorum o sizin de gözünüze çarptı mı? Raporun özellikle Jandarma’nın kaleme aldığı kısımda bir bölüm çok ilginç; Alevilerle ilgili kısım. Alevilere dair fantazinin peşine belli ki jandarma da düşmüş. Cumhuriyet’in laik eğilimlerini düşündüğümüzde, Yavuz Sultan Selim’e atfedilen Alevilere karşı şiddet siyasetinin Cumhuriyet tarafından çok da onaylanmamasını beklersiniz, ama çok açıkca onaylanmaktadır Yavuz Sultan Selim’in Alevilere yönelik politikası.
ÖM: “Yavuz Sultan Selim öyle yapmasaydı bambaşka bir tarih olurdu, buradaki insanlar da bambaşka olurdu,” fdiyor.
MY: Aynen öyle. Dolayısıyla Yavuz Sultan Selim’in Sünnilik etrafında bir Osmanlı birliği oluşturma siyasetine açıkça onay veriliyor. Bu Cumhuriyet’e yakıştırılan Alevilerle iyi ilişkiler içerisinde olma ya da Alevilere yönelik bir kayırma anlaşılan o ki en azından genel bir tutum değil. Jandarma raporuna baktığımızda, Alevilere dair önyargıların bir sürüsünü paylaştığını görüyoruz ve Osmanlı’nın Sünnileştirme siyasetine de onay verdiğini görüyoruz.
ÖM: Sizin de Devlet Söyleminde Kürt Sorunu adlı kitabınızda belirttiğiniz gibi, Kürtlerin ret ve inkârı aslında genel olarak Alevilerin de bir anlamda ret ve inkârı olarak çıkıyor karşımıza herhalde.
MY: Aynen öyle.
(16 Şubat 2010 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)
Açık Gazete’nin podcast servisine abone olmak için tıklayın.