17 Ekim 2012Taraf Gazetesi
Ne olacak bu “dil meselesi”? Yok, sadece “anadili”nden söz etmiyorum, her alanda karşılaştığımız köklü bir soruna dikkat çekmek istiyorum. Yine de “dil meselesi”ni en iyi teşhis edebileceğimiz alan, Kürt sorunu ve bu sorunun kalbini oluşturan“anadili” konusudur.
Bu ülkedeki milyonlarca insanın “anadili” olan Kürtçe, uzun yıllar inkâr edildi ve aşağılandı. Çok değil, daha birkaç yıl öncesine kadar “hâkim dil” buydu.
Anadillerini yasaklamak, inkâr etmek ve aşağılamak, Kürtlere yapılan en büyük zulümdü. Bu zulüm, Kürtlerde çok derin yaralar açtı.
Dünyada böyle bir muameleye reva görülmüş başka bir dil ve böyle bir zulme maruz kalmış başka bir halk bulmak gerçekten zordur.
Böyle bir zulme rağmen varlığını sürdüren başka bir dil ve kimliğini koruyan başka bir halk bulma da zordur.
Kürtçe üzerindeki yasaklar büyük ölçüde kalktı. Bu dilde yayın yapan bir resmî televizyon kanalı var. Okullarda seçmeli dersler arasına sokuldu. Üniversitelerde sayıları çok az da olsa Kürt dili bölümleri açıldı. Kürtçenin mahkemelerde kullanılmasının önündeki engellerin kaldırılması, kamu makamları önünde tercümeye mazhar hâle getirilmesi falan planlanıyor.
Peki, bütün bunlar “dil meselesi”ni halletmeye yetmiyor mu? Ya da bunlar az buz şeyler mi?
Pek çok kişi, değişik niyet ve saiklarla bu veya benzer soruları soruyor. Aslında bunlar soru falan değil. Açıkça “bu Kürtler daha ne istiyor” diyemediği için, böyle soru kipiyle konuşuyor çoğu kimse.
Bu anlayışta, inkârcılığın bir başka versiyonu saklıdır. Anadilinde eğitim olmadan dile ilişkin diğer “hakların” boşlukta kalacağı gerçeğinin inkârıdır burada sözkonusu olan. Bu inkârın doğal uzantısı da, Kürtleri “anadilinde eğitim hakkı”na değer görmemektir. Bu da, Kürtleri aşağılamanın başka bir biçimidir.
“Bu kadarı da yetmez mi, daha ne istiyorlar” anlayışında dışa vuran bir inkârcılık biçimi daha var: Kürtlerin inkârcılık dolayısıyla maruz kaldıkları acıların ve kayıpların inkârı.
Bu anlayıştakiler, Kürtlerden, inkâr ve aşağılamayla geçen seksen küsur yılı unutmalarını istiyorlar aslında. “Unutun geçmişi, bakın şimdi inkâr edilmiyorsunuz, şu şu haklara da sahipsiniz, şükredin artık” demeye getiriyorlar.
Ve de inkârcılığın yarattığı acıları ve kayıpları fazla abartmamalarını bekliyorlar Kürtlerden. Oysa geçmişi inkâr etmek yerine, Kürtlerin yaşadıklarını anlamaya çalışsalardı, kimlik haklarının özü ve direği olan “anadilinde eğitim hakkı”nın derhal hayata geçmesi talebini desteklerlerdi herhâlde, tabii vicdan ve adalet duygularını yitirmemişlerse.
Kimileri de, anadilinde eğitim hakkının “tanınması” için şartların olgunlaşmasını, mesela Türklerin bunu kabul edecek duruma gelmelerini beklemek gerektiğini savunanlar var.
Sonuçta bütün bu anlayışlar, az ya da çok aynı kaynaktan besleniyor. Kürtleri eşit görmeyen ve görmeye de hiç istekli olmayan “hâkim millet” zihniyetidir bu kaynak. Kürtlere neyi, ne zaman, ne kadar “tanıyacağını” belirleme hakkını kendinde gören her yaklaşım, hâkim millet kibrine gelir dayanır.Hâkim millet kibri, bu cumhuriyetin kurucu harçlarından biri ve fakat en önemlisidir. Kemalist kadrolar, Türklüğü ve kendi tasarladıkları hâliyle Sünni İslam’ı toplumsal kimliği tanımlamanın temel ölçütü olarak kabul ettiler. Toplumu da, bu çerçevede şekillendirmek için ellerinden geleni yaptılar.
Lakin hâkim millet ideolojisi yaşam alanı, Kemalistlere sınırlı değildir. Aksine Türk sağının ve solunun bütün ana damarlarına bir biçimde yerleşmiştir. AKP de bunun dışında değildir.
Kemalistler, bugün AKP’nin temsil ettiği toplum kesimlerini, hâkim millet ideolojisinden beslenen “memleketin sahibi biziz” kibriyle uzun yıllar tahakküm altında tuttular, aşağıladılar.AKP de, başta Kürtler olmak üzere, Aleviler ve gayrı Müslimler gibi toplum kesimlerine hâkim millet anlayışıyla yaklaşıyor. Buna bir de, Türk sağının kadim marazı olan çoğunlukçuluk eklendi. Kemalistlerin hiçbir zaman erişemedikleri oy oranlarına (bariz çoğunluğa) sahip olmak, “memleketin asli sahibi biziz” duygusunu iyice perçinlemiş görünüyor. Bu hâl, AKP’nin eşit hak ve özgürlük anlayışını ve çoğulcu demokratik değerleri kabullenmesinin önündeki en büyük engellerden biridir.
Kürtlerin ve “hâkim millet tanımı” dışında kalan diğer kesimlerin hakları sözkonusu olduğunda karşımıza çıkan “ihsan ve lütuf” dili ile “şükran ve kanaatkârlık” beklentisinin ana kaynağı budur. Hatta hükümetin Suriye politikasında da, Başbakan’ın “tek adamlık” sevdasında da bu zihniyetin etkilerini görmek mümkündür.
Türkiye, “hâkim millet” zihniyetiyle kapsamlı ve derin bir hesaplaşmaya girmeden, sorunlarını demokratik zeminde çözmekte çok zorlanır. Bunu öncelikle ve ivedilikle yapması gerekenler de, bugün “hâkim millet” tanımına dâhil sayılan toplum kesimleri ve onların temsilcileridir.