29 Ağustos 2012Taraf Gazetesi
Bu yazın çok zor geçeceği, geçen kıştan belliydi. Tabii görmek isteyenler için...
Neden böyle olduğunu kısaca hatırlayalım: 2011 Haziran seçimleri öncesinde PKK’nin silah bırakmasını hedefleyen “doğrudan müzakereler”, sonuç verme aşamasına gelmiş gibi görünüyordu.
Hükümetin daha sonra açıkça sahiplendiği bu “müzakereler”in iki temel sütunu vardı. Bir yandan “Oslo süreci” diye bilinen zeminde PKK’nin Avrupa ve Kandil temsilcileriyle “devlet adına” görüşmeler yapılıyor; diğer yandan Öcalan’la zaten süren görüşmeler “derinleşiyor”du. Öcalan’ın, 2011 temmuzunun başlarında yaptığı “devletle tarihî bir anlaşmaya vardığı” şeklindeki açıklama, bu derinliğin boyutlarını gösteriyordu.
Öcalan’ın açıklamasından birkaç gün sonra gerçekleşen meşum Silvan saldırısı, bu iyimser tabloyu temelden değiştirdi.
O zamanlar, bu durumdan kimin sorumlu olduğu çok tartışıldı. Hatta “sorumluluk meselesi” bütün tartışmaların merkezine oturdu. Bu konu, elbette önemliydi, önemini bugün de koruyor. Ama en az bunun kadar, hatta bundan daha önemli bir soru vardı: Bundan sonra ne olacak, ne yapmak gerekir?
Bu soru da tartışıldı şüphesiz, ama yeterince değil.
Hükümetin bu soruya cevabı, “müzakere yaklaşımı”nı bırakmak, bütün ağırlığı “güvenlik politikaları”na vermek oldu. Bu politikaların hedefi; askerî, adli ve diplomatik yöntemlerle PKK’yi etkisiz hâle getirmekti.
Bu çerçevede KCK operasyonlarına hız verildi. Barzani yönetimiyle temaslar sıkılaştırıldı. Kış aylarına yaklaşılırken de, askerî operasyonlar yoğunlaştırıldı. Kandil’e hava saldırıları gerçekleştirildi. Irak sınırının öte yakasındaki PKK kampları ve sığınakları bombalandı. Sonuçta, PKK’ye ağır kayıplar verdirildi.“Güvenlik konsepti”nin mimarları ve savunucuları, bu politikaların en fazla altı ayda hedefine ulaşacağından, yani PKK’nin belinin kırılacağından emin görünüyorlardı. Bu nedenle, aksi durumda ne olacağını sorgulamaya gerek görmüyorlardı. Mesela geçen yılın sonlarında bir söyleşide sorduğumuz şu soruları tartışmaya tenezzül bile etmiyorlardı: “Eldeki bütün askerî imkânlar kullanıldıktan sonra, belirlenen hedefe ulaşılamasa, yani PKK’nin beli kırılamasa ne olacak? PKK, bu politikalara, şehirlerde ve kırsal alanda büyük çaplı eylemlerle cevap verirse ne yapılacak?”
Şimdi işte tam da bu noktadayız. PKK, aylar önceden duyurduğu ve hazırlığını yaptığı “strateji”yi hayata geçirmeye başladı. Bu “strateji”nin, kırsal bölgelerde “alan hâkimiyeti kurma” girişimlerini, şehir merkezlerinde de infial yaratacak acımasız saldırılar gerçekleştirmeyi içerdiğini, PKK’nin üst düzey yöneticileri ve askerî sorumluları aylar önceden açıklamışlardı. Son bir ayda yaptıkları da budur.“Güvenlik konsepti”nin çöktüğü ortada. Bunun yerine ne konulacağı konusunda özellikle hükümet çevrelerinde bir şaşkınlık gözleniyor. “Güvenlik konsepti”nin mimarları ise, başarısızlığın üstünü örtecek mazeretler arıyorlar. Bunlardan bazıları, bu “konsept”in gereği gibi uygulanmadığını, eksiklikler ve zaaflar tamamlanarak aynı çizginin daha sert bir şekilde sürdürülmesi gerektiğini belirtiyorlar. Asıl zaafın bizatihi konseptin kendisinde ve özünde olduğunu kabul etmeye yanaşmıyorlar.
Güvenlik konseptinin hararetle savunulduğu ve heyecanla uygulamaya konduğu zamanlarda, bu yolun ülkeyi 1990’lara sürükleyeceğini söylemiştik. Bugünkü manzara maalesef o yılları hatırlatıyor. “Topyekûn bir savaş hukuku” önerileri havada uçuşuyor ve üzücü olanı, rağbet de görüyor. Bu öneriyi yüksek sesle dile getiren MHP gibi aktörler, siyasetin ilga edilmesini ve herkesin susturulmasını istiyorlar. BDP’li milletvekillerinin, tıpkı 1993’te olduğu gibi Meclis’ten atılması için harekete geçiyorlar. Aydın düşmanlığı almış başını gidiyor, cadı avı için zemin yoklanıyor, linç ve pogrom provaları tezgâhlanıyor.
1990’lı yıllarda sıkça duyduğumuz “teröre karşı milli mutabakat” söyleminin, uzun bir aradan sonra yeniden karşımıza çıkması tesadüf olabilir mi? “Milli mutabakat” projeleri, hangi ambalaj içinde sunulursa sunulsun, demokratik siyasetin askıya alınması ya da etkisizleşmesi talebini temsil ederler. Cemil Çiçek’in çıkışının asıl anlamı da bundan başka bir şey değildir. Bu çıkış, şayet hükümetin onayıyla yapılmışsa, hükümetin “demokratik siyaset”ten en azından şimdilik umudunu kestiğini gösterir. Şayet Çiçek, hükümetten tamamen bağımsız bir şekilde hareket ediyorsa, bu da, “demokratik siyaset”ten uzaklaşmanın otoriterleşme arayışlarını nasıl teşvik ettiğini anlatır.
Zaten siyaset bilimi, dünya deneyimleri ve ülkemizin tecrübeleri de, demokratik siyasetin tıkanmasının, neredeyse otomatik bir şekilde otoriterleşmeye yol açtığına dair verilerle doludur. Otoriterleşme ise, Türkiye gibi etnik çatışma yaşanan ülkelerde, kutuplaşmayı derinleştirir. Öte yandan, siyaset işlevsizleşip itibarsızlaştıkça, şiddetin meşru bir mücadele aracı olduğu algısı güçlenir.
PKK’nin şimdi izlediği strateji de, esasen kutuplaşmanın derinleşmesi ve şiddetin Kürtler arasında daha fazla meşruiyet kazanması hesabına dayanıyor. Ali Bayramoğlu’nun belirttiği gibi, PKK şiddeti tırmandırarak, ülkede ve bölgede siyasi gücünü arttırmayı, böyleci belirleyici siyasi aktör olarak kabul görmeyi hedefliyor. Bunun neden ve nasıl bir çıkmaz yol olduğunu tartışmayı başka bir yazıya bırakıyorum.
Siyasetin işlevsizleşmesi ve toplumsal alanın etkisizleşmesi, PKK’nin işini kolaylaştırıyor. Bundan birkaç yıl önce, Kürt illerindeki sivil toplum kuruluşlarının, Antep’teki hunharca saldırı gibi eylemler karşısında güçlü bir tepki ortaya koyabiliyorlarken, bugün benzer bir rol oynayamamalarının nedenini bir süredir devam eden bu işlevsizleşme ve etkisizleşmede aramak gerekir.
PKK’nin politikaları, stratejileri ve hesapları ne olursa olsun, bunları demokratik siyasetin askıya alınması ve otoriter seçeneklerin uygulanması için bir bahane, bir mazeret olarak kullanmak, çözümsüzlüğü ve çıkmazı derinleştirmekten başka bir işe yaramaz...