15 Ağustos 2012Taraf Gazetesi
Yazın tam ortasındayız. Sıcaklarıyla ara ara zalimleşen bir yazdır yaşadığımız. Lakin zalimliği sıcaklarından ibaret değil bu yazın. Güneşten kavrulmak bir şey değil. Beter olan, bu sarı sıcakların içinde üşümek. Soğuk rüzgârlar esiyor dört yandan. Parmaklar kasılmış, kelimeler bile donmuş gibi.
Ne yazılır, nasıl yazılır böyle bir havada? Derken, hayatın ustaları sesleniyor farklı mevsimlerden.
Önce bir “ilk yaz”ın sade bir portresini çıkaran Turgut Uyar’ın sesi duyuluyor. “Zalim bir ilk yazdı ama yaşadığımız” diyor, “işte bunu unutmamalı unutmamalı” diyor. Sonra, kelimelerin donmuşluğuna yine kelimelerle dokunuyor: “bir ölüm nefes alırken bir dudakta/ öbür bütün şeyleri nasıl anlatmalı”...
Bir başka usta, bir “Yaz Sonu”ndan sesleniyor, o “nasıl”a bir nevi cevap olarak. “Kan ve çürümüşlük kokusu”nun nerelerimize kadar uzanabileceğini anlatıyor Adalet Ağaoğlu. Bir başka yerde, yaz ortasında üşümenin adını koyuyor bu büyük usta: “Ruh Üşümesi.”
Ölümün soğuk nefesinden başkası değildir yaz ortasında “ruhları üşüten”. Uzak mevsimlerden bir ustanın, Yukio Mişima’nın “Yaz Ortasında Ölüm” başlığıyla anlattığı hâlleri yaşıyoruz sanki. Bir bu yazda da değil sadece. Kaç yıldır her mevsimde üşüyoruz ölümlerle.
Tükeniyoruz üşüye üşüye. Çürüyoruz bir de, ölümün dili yerleştikçe içimize.
Şemdinli’den, Foça’dan esen ölüm rüzgârlarıyla üşüyoruz. Bu ölümler karşısında, ölümün lügatinden derlenmiş bir dilden başkasıyla konuşmayı beceremeyen silahlı ruhsuzluk, biraz daha çürütüyor bizleri.
Ölüm iştahı kabardıkça kabarıyor. Ne ahlak tanıyor, ne vicdan, ne insaf. Yeni Akit denen bir sefalet kuyusu, bütün sınırları zorluyor, inanılmaz bir pervasızlıkla. Ölümler ısmarlıyor usanmadan ve hiç utanmadan. Ali Bayramoğlu’na kilitledi önce cinayet hırsını. Şimdi de Hasan Cemal’le Cengiz Çandar’ı yerleştiriyor hedef tahtasına. Ölümün soğuk nefesini hissettirerek susturmak istiyor, en zor zamanlarda bile ölüme karşı hayatı savunan bu güzel insanları.
Elbette susmayacak bu insanlar, elbette susmayacak ölüme karşı hayatı savunanlar. Yine de üşüyor bir yerlerimiz. Korkudan değil, hiç değil. Buz gibi suskunluktur esas üşüten. Hükümetin suskunluğu ürpertiyor en başta. Hükümete yakın çevrelerin suskunluğu bir de. Sonra birçok çevreye sinmiş kayıtsızlık, kanıksamışlık ve sinizm de ekleniyor bu soğuk rüzgâra. Havadaki çürüme kokusu, ürkütüyor ister istemez.
PKK, Hüseyin Aygün’ü kaçırıyor. Namluların gölgesinde ölümün soğuk elini dayıyor Aygün’ün alnına. Bu el, ölüme karşı hayatı savunanların beynine kast ediyor aslında. Bir soğuk rüzgâr esiyor yine, üşüyoruz bir kez daha...
Bir açıklama geliyor PKK adına, ölüm gibi soğuk kelimelerle. Ne kadar da benziyor bu dil, devletin ayaz diline. Biraz daha üşüyoruz bu ayazda...
Elinde iktidar olanın sevmediği sesleri susturma çabası, hayatı dondurma isteğidir aslında. Soğuk rüzgârlar estirir her susturma girişimi. Susturmak öldürmenin akrabasıdır zira. Bu rüzgâr da hızlandı yine, Yıldırım Türker’in seslendiği köşeyi gasp eden korkaklıkla. Şimdi de Cüneyt Özdemir’e uzanmış görünüyor leviathan öykünmesinin ağır gölgesi. Bu rüzgâr da üşütüyor, tam da yaz ortasında.
Başbakan’dan emir almayı ve fırça yemeyi kanıksamış gazete sahiplerinin ezikliği, o ezikliğin altında büzülen genel yayın yönetmenlerinin sinikliği, bir kısım meslek erbabının açık veya örtük sevincinden fışkıran hazin fırsatçılığı, korkudan veya rahatlarını borçlu oldukları kirli sistemi kollama kaygısından dolayı susan diğer meslek erbabının zavallılığı, daha çok üşütüyor.
Zalim zamanlar yaşıyoruz nicedir. Zulümlerle çürüyor, ölümlerle tükeniyoruz. Böyle devam edemez ama, gelir mutlaka hayatın ılık esintisi, çözer ölümün buzlarını. Bunun için hayatı savunanların daha güçlü nefes almaları ve nefeslerini daha çok buluşturmaları lazım. Ve “tükenir dağınık diriliği kaşıntımızın o gün/ bir kalır uzun kitaplarda anısı çok üşüdüğümüzün...”