6 Haziran 2012
Yeni bin yılla birlikte, Türkiye hızlı ve köklü değişimlerin yaşandığı bir döneme girdi. Bu sürecin anahtarı, askerî vesayetin çözülmesidir. Bu çözülme, toplumun özgürleşmesini engelleyen ve çoğulluğunu bastıran cenderenin epeyce gevşemesini sağladı. Daha doğrusu, askerî vesayetin çözülmesi, toplumsal çoğulluğun özgürlük içinde yaşanması için güçlü bir imkân sundu.
Bu gelişmenin sonucu olarak; “siyaset” değer kazanmaya ve “siyasal alan” genişlemeye başladı. Daha önce devletin sıkı kontrolü altında pasif bir varoluşa mahkûm edilmek istenen toplum, siyasetin aktif öznesi olma yönünde hamle etme şansı buldu.
AKP ve temsil ettiği toplumsal taban, bu sürecin yönetilmesinde başrolü oynadı. AKP, varlığını korumanın, askerî vesayeti çözmeye, dolayısıyla “siyaset”i güçlendirmeye bağlı olduğunu biliyordu. “İktidar”a uzanmanın ve orada tutunmanın yolu, “siyaset”in belirleyici olmasından geçiyordu.
AKP’nin hükümet olur olmaz (2002) başlattığı “demokratikleşme süreci”; “siyaset”in yükselmesinin temellerini oluşturdu. Vesayet odaklarının tehdidi altında girdiği ikinci genel seçimden (2007) büyük başarıyla çıkan AKP, ikinci hükümet döneminde de yalpalayarak ve yavaşlayarak olsa bile “demokratikleşme politikası”nı sürdürdü.
Demokratikleşmenin sağlam bir zemine oturması, Kürt sorununu çözüm rayına yerleştirmekten geçiyordu. AKP, ikinci hükümet döneminde “Kürt açılımı”nı başlatarak, bu yönde de ciddi bir hamle yaptı (Ağustos 2009).
Ancak Kürt sorununu demokrasi çerçevesinde barışçıl bir şekilde çözmek hiç de kolay bir iş değildi. Bunun için, iyi işlenmiş sistemli bir programa ve kararlı bir iradeye ihtiyaç vardı. Bu ikisi de AKP’de yoktu. Nitekim açılımdan sonraki ilk büyük kriz olan “Habur olayı”nda tam anlamıyla tökezledi.
Kürt sorununu yerleşik devlet politikalarından ayrılarak “yeni bir yaklaşım”la çözmenin “çok riskli” bir girişim olduğunu fark eden ve bu bedeli ödemeye cesaret edemeyen AKP, geri çekilmeye başladı. Çekildiği yerde, geleneksel devlet politikalarıyla buluştu.
2011 seçimlerinden gücünü daha da artırarak çıkan AKP, sorunları demokratik yollarla ve siyasal alan içinde çözmek yerine, geleneksel devlet anlayışına daha çok sarılmaya başladı. Bundan önce elde edilmiş “kazanımları stabilize etmek” ve “iktidara iyice yerleşmek”, belirleyici amacı haline geldi.
Türkiye sağının derin saplantısı olan “çoğunlukçuluk” ve Türkiye modernleşmesinin başlıca özelliği olan “tepeden inmecilik” AKP’nin elinin altında hazır bulunuyordu.
Siyaset yoluyla yenileşme ve değişim, yerleşik bir iktidar için hiç de cazip bir yöntem değildir. Buna karşılık, otoriterlik her zaman çoğunluğu elinde bulunduranlar için baştan çıkarıcı bir sığınaktır. AKP de bu iğvaya kapıldı. Onu frenleyecek güçlü bir toplumsal muhalefetin bulunmaması, bu gidişi daha da kolaylaştırdı.
AKP’nin girdiği “güzergâh”ı ve Türkiye’yi soktuğu patikayı daha iyi anlamak için Hannah Arendt’in “politika tahlili ve anlayışı” iyi bir rehber olabilir. Bu konuda yenilerde Metis Yayınları’ndan çok değerli bir kitap çıktı. Kitabın yazarı Fatmagül Berktay; adı ise Dünyayı Bugünden Sevmek – Hannah Arendt’in Politika Anlayışı.
Siyasetin, tartışarak işleri barışçı bir biçimde yürütmek anlamına geldiğini belirten Arendt; siyasal eylemin her şeyden önce “çoğulluk olgusu”nu paylaşan insanlar arasında gerçekleştiğini vurgular.
Yaşamın zenginliğini ve çok boyutluluğunu ifade eden çoğulluk olgusunu, “yeryüzünün ilkesi” olarak adlandıran Arendt, bu ilkeye en büyük tehdidin, tek hakikat ve tartışmasız haklılık iddiasından geldiğini söyler. Arendt’e göre, tekçi hakikat fikrinden yola çıkanlar, çoğulluk olgusundan ve bunun sonucu olan farklılıklardan hoşlanmazlar; bunları “hakikat tiranlığı” ve/veya “şiddet” yoluyla bastırmaya çalışırlar.
Arendt’in görüşlerini Fatmagül Berktay’ın kitabından özetlemeye devam edeyim: Aşırı gurur ve kibir, kendinden sonuna kadar emin olma hâli, kısacası hubris; hakikatin çok yönlülüğünü görme yeteneğini yok eder. Hubris, insanı hakikat karşısında körleştirir ve iktidar sarhoşluğuyla birleştiğinde, her şeyi yapabilecek, her türlü insani sınırı yıkabilecek bir tavrın zeminini hazırlar.
Bu anlayışın zafer kazanmasıyla, siyasal yaşamın özü olan tartışma gereksizleşir, çoğulluğun yerini tekillik alır. Toplumu var eden “ortak dünya” sarsıntıya uğrar, çökmeye başlar.
Fanatikleşme, bu gidişin bir diğer tehlikeli durağıdır. Fanatizm, düşünme yoksunluğunun ve hakikatten kopmuşluğun ifadesidir; her hâlükârda nesnel bir değerlendirmeyi ve tartışmayı hem imkânsız, hem de gereksiz kılar. Tek doğruya ve tek hakikate dayanan eylem, fanatiğin edimidir ve politikanın dışında kalır.
Siyasetten uzaklaşma ile hubris arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. Hubris, tek doğrucu tavrı empoze etmesiyle ve sınırları hiçe saymasıyla siyaseti yok eder. Siyasetin çöküşü ise, hubrisi besler.
Arendt’in can alıcı uyarısıyla bitireyim: Hubris’e kapılıp siyaseti yok etmeye başladığınız zaman, galip gelen sadece intikam tanrıçası olabilir.