Cehennemin öbür adı

Dünya Basınından
-
Aa
+
a
a
a

21 Mart 2012Taraf Gazetesi

Kürt sorununda “güvenlik politikaları”nın belirleyici olduğu bütün yollar, 1990’lara çıkar. 1990’lar ise, bu ülke için “cehennemin öbür adıdır”.

Hükümet, uzun süredir bu yolu takip ediyor. Her adımda, cehenneme biraz daha yaklaşıyoruz. Uyarı levhalarını kimsenin taktığı yok. Çukurca, Uludere, “MİT krizi” gibi tehlikeli kavşaklar da işe yaramamış anlaşılan. İki üç gündür olup bitenler bunun apaçık kanıtı!

Toplumsal hafızamız zayıf olabilir; ama şu basit soru, unutkanlık perdesinin aralanmasına yardım edebilir: En son ne zaman yaşanmıştı bu “Newroz görüntüleri”?

Önceki gün İstanbul’un bir bölgesi savaş alanı gibiydi; bugün onlarca şehrin tamamı öyle. Polisin insafsız müdahalesi, İstanbul’da BDP’li Hacı Zengin’in ölümüne; birçok insanın da yaralanmasına yol açtı. Bugün gelen haberlere göre, polisin şiddeti her türlü ölçüyü ve sınırı aşmış durumda. Ahmet Türk’ü bile alenen darp etmişler. Kara haberlerin giderek artacağı neredeyse kesin maalesef.

Peki, bütün bunlar neden? Geçen seneki, ondan önceki ve son on senedeki Newrozlara bakarsanız, bu sorunun cevabını bulabilirsiniz. O vakitlerde yasak yoktu; ufak tefek taşkınlıklar dışında olay da yoktu.

Bu sene BDP, Newroz’u 18 martta kutlamak istedi. Hükümet, bunu kabul etmedi. Gerekçe, Newroz’un tarihinin 21 Mart olduğu ve ancak o günde kutlanabileceği! Ne kadar inandırıcı değil mi ve de ne kadar demokratik? Dönüp bakın az geriye, bizzat bu hükümetin kaç kere “Nevruz” kutlamalarını 21 marttan önce başlattığını görürsünüz.

İçişleri Bakanı sıfatını taşıyan zatın ve valiliklerin bu açıklamaları tam bir “sefalet” örneği. Onları bu durumdan kurtarmak için, güvenliğe dair teknik sebeplere dayalı daha “makul” gerekçeler uydurma çabaları daha da sefil! “Provokasyon” tehlikesi var diyenlere, şu yaşananlar karşısında, “bu yasaktan daha büyük bir provokasyon var mı” diye sormak bile anlamsız! Bütün bunları görebilmek için ise, kuvvetli bir hafızaya gerek yok; birazcık vicdan yeter de artar!

Newroz yasağının ve bunu takip eden polis şiddetinin asıl sebebi, hükümetin güvenlik politikalarında ısrar etmesidir bence. Hükümet, bu yasakla, uzun zamandır uyguladığı güvenlik politikalarının, özellikle de KCK operasyonlarının başarısını kanıtlamak istedi.

KCK operasyonlarını savunanlar, bu yolla PKK’nin şehir merkezlerindeki bağlantılarının, karar alma ve uygulama mekanizmalarının yok edildiğini, böylece sokak gücünün bitirildiğini iddia ediyorlardı. Onlara göre, KCK yapılanması sayesinde PKK Kürtleri zorla sokağa döküyordu. PKK’nin Kürtler üzerindeki hakimiyeti, gönüllü destekten değil, korkudan kaynaklanıyordu. Operasyonlarla “PKK’nin şehir yapılanması”nın çökertildiğine göre, halka korku salması da artık mümkün değildi. Güvenlik tedbirleri sıkı tutulursa, gösteri ve kutlamaların kitlesel hale gelmesi rahatça engellenebilecekti.

Bu hesaplar tutsaydı, başta KCK operasyonları olmak üzere güvenlik politikalarının “doğruluğu” teyit edilmiş olacaktı. Bu, hükümetin hanesine büyük bir “başarı” olarak yazılacaktı. BDP’nin ve genel olarak Kürt hareketinin payına ise, itibar ve güç kaybı düşecekti.

Bu hesap, 18 mart günü Diyarbakır’da bozuldu. Bütün güvenlik tahkimatları, insanları Newroz’u kendi tarzlarında kutlamaktan alıkoyamadı. Kitlesellik arttıkça, yasağı zorla uygulamanın çok ağır sonuçlara yol açacağı belli oldu ve isabetli bir kararla barikatlar kaldırıldı. Yüz binlerle ifade edilen bir kitle, Newroz meydanına akın etti.

Diyarbakır’daki Newroz manzarası; yasaklar, baskılar ve şiddet üzerine inşa edilen güvenlik politikalarının iflasını bir kez daha resmetti. Hükümetin, bu resimden gerekli mesajı çıkararak, yasağı kaldırması en “makul” yol olacaktı. Yasakta ısrar etmenin, gerilimi arttırmaktan ve yeni yaralar açmaktan başka bir sonuç doğurmayacağı anlaşılmış olmalıydı.

Öte yandan yasaktan vazgeçmek, demokratik açılıma dair umutları da tazeleyebilirdi. BDP’yle “müzakere” edilerek, parti yöneticilerinin ve milletvekillerinin yönlendirmesiyle gösterilerin bir şölen havasında geçmesi sağlanabilirdi. Böyle yapılsaydı, aylardır yürütülen askerî ve polisiye operasyonların Kürt sokaklarında yarattığı “öfke”nin, barışçıl bir şekilde boşalması da mümkün hale gelir, böylece “çatışma enerjisi” azaltılırdı.

Böyle olmadı ne yazık ki! Hükümet, belki de Diyarbakır’da yaşadığı hezimeti hazmedemedi; bunun acısını, diğer şehirlerden çıkarmak istedi.

Ahmed Arif’in dediği gibi, “bu yasaklar, Firavun kalıntısı”! Yasakta ısrar etmek, Firavun mantığına teslim olmak demektir. Bu mantığın önünü açtınız mı, bir sürü Firavun bozuntusunun da elini serbest bırakırsınız. Onlardan biri veya birkaçı, polise yardımcı olmak adına gösterilerden dönenleri bıçaklar. Daha beteri de, emrinizdeki minik firavunlar, kitleye ateş eder, hatta gider Ahmet Türk’ü yumruklar! O yumruklardan her biri Kürtlerin ve vicdanlı her insanın kalbinde bir deprem etkisi yaratır. Bu depremler, kapatılması güç yarıklar ve onarılması zor yaralar açar.

Patika teorisi” diye bir şey vardır. Buna göre, kendinizi bir patikaya sokarsanız, gideceğiniz istikameti belirleme imkânınızı kaybedersiniz; o patika boyunca ilerlemek zorunda kalırsınız. Yol size tabi değildir artık, siz onun emrindesinizdir.

Bu patika, 90’lara gider. 90’lar ise, bu ülke için “cehennemin öbür adıdır”.

Dönelim bu yoldan, çıkalım bu patikadan!