7 Mart 2012Taraf Gazetesi
Pazartesi günü, birkaç aydır üzerinde çalıştığımız bir projenin verilerini ve sonuçlarını paylaşmak için köşe yazarlarıyla İstanbul’da kahvaltılı bir toplantı yaptık. “Anayasa Reformu Aracılığıyla Türkiye’nin Denge ve Denetleme Sisteminin Güçlendirilmesi” adını taşıyan bu projeyi, İstanbul Politikalar Merkezi Direktörü Fuat Keyman yönetti. Üç bölümden oluşan çalışmanın yasama kısmı Ersin Kalaycıoğlu, siyasi partiler ve seçim sistemi alanı Ali Yaşar Sarıbay ve yargı reformu da benim tarafımdan yürütüldü.
Çalışmanın amacı, yeni anayasa sürecine katkıda bulunmak! Çalışmayı tamamlayıp raporları hazırladıktan sonra, sonuçları aktarmak üzere Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, TBMM Başkanı Cemil Çiçek, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’yla görüştük; TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na da sunum yaptık.
Kamuoyunda yeni anayasa sürecine yönelik bir heyecan bulunmadığını herkes görüyor. Heyecandan vazgeçtik, anlamlı sayılabilecek bir ilgiden bile söz etmek çok zor. Cemil Çiçek, bir süredir bunu yüksek sesle ve sitemkâr bir havada sık sık dile getiriyor. Cumhurbaşkanı Gül de, daha düşük perdeden ve diplomatik bir üslupla buna dikkat çekiyor. Her birinin kendilerine göre bir açıklamaları var, her birimizin olduğu gibi.
Hasan Cemal’in dünkü yazısı, benim gibilerin ruh halini gayet iyi özetliyor: “Bende yeni anayasa heyecanı falan yok. Oysa yakın geçmişe kadar böyle değildim. Meclis çatısı altında iktidarla muhalefetin işbirliği ve uzlaşmasıyla yeni, demokratik bir anayasa ihtimaline epeyce umut bağlamıştım. Bu umudumu hem seçim öncesi, hem sonrası bu köşede birçok kez ifade etmiştim. Siyasal tarihimizde ilk defa darbe ürünü olmayan, ‘askerci siviller’in yapmadığı bir sivil anayasanın yapılabileceğine dair beklentiler uç vermişti bende. Bugün o heyecanımdan iz yok.” Bunları dedikten sonra, anayasa çalışmalarının “iyi niyetle” devam ettiğini belirtiyor ve bizim raporu buna örnek gösteriyor.
Umutlar zayıflamasına rağmen çalışmalara “iyi niyetle” destek vermek gerektiğine inanıyorum. Ama bu “iyi niyet”in, içinde bulunduğumuz durumun sebeplerini sorgulamamızı engelleyecek bir naifliğe dönüşmesine, bizleri yavan bir oyunun süsleri haline getirmesine de izin vermemesi lazım.
Daha önce defalarca vurguladığım bir hususu, bir kez daha yazayım: Bu süreçten bir anayasa çıkar mı bilmem. Ama şayet amaç özgürlükçü, demokratik, çoğulcu bir anayasa yapmak ise, yapım sürecinin da aynı nitelikte olması şarttır. Özgürlüklerin kısıtlandığı, demokratik değerlerin çiğnendiği, çoğulculuğun budandığı bir ortamdan az önce saydığım özelliklere sahip bir anayasa çıkarmak mümkün değildir; işin doğası gereği bu böyledir.
Öte yandan, yapılacak anayasanın “yeni” olabilmesi, mevcut siyasal yapı ve kültürle köklü ve samimi bir hesaplaşmaya dayanmasına bağlıdır. Baskıcı, inkârcı, zulmedici kurumsal ve zihinsel sistemden “kopuş” niyeti taşımayan bir anayasa, hiçbir şekilde “yeni” sıfatını hak etmeyecektir.
Mevcut kurumsal yapı, yönetim anlayışı ve siyaset tarzı; 1982 Anayasası’na dayanmaktadır. Lakin bu anayasa, hukuksal bir metin olmanın çok ötesinde bir etkiye ve işleve sahiptir. Kemalist otoriter modernleşme modelinin temel kodlarını günün şartlarına yeniden uyarlamış ve kusursuz sayılabilecek bir güvence düzenine bağlamıştır.
82 Anayasası’nı yapan ve savunan güçlerin bence en büyük “başarısı”, bu anayasanın dayandığı siyasal zihniyet kalıplarını toplumsal kültüre de kuvvetle yedirmiş olmalarıdır. Böylece 82 Anayasası, siyaseti belirleyen bir hukuksal belge olmaktan çıkmış, aynı zamanda toplumsal yapıları ve davranışları yöneten derin bir kod haline gelmiştir. Kısacası bu anayasanın zihniyeti, neredeyse her yere ve her şeye sinmiştir.
“Yeni” anayasa çalışmalarında öncelikli hedefin ne olduğunu sorduğunuzda, çok geniş bir çevrenin cevabı, “82 Anayasası’ndan kurtulmak” şeklinde olacaktır. Lakin bu anayasadan kurtulmak, sadece onu hukuksal açıdan ilga etmekle gerçekleşebilecek bir şey değildir. Bu anayasadan gerçekten kurtulmak istiyorsak, onun nerelerimize işlediğini ve yerleştiğini görmemizi sağlayacak cesur bir yüzleşmeye ve hesaplaşmaya girişmek zorundayız. Ne yazık ki, başlıca siyasal aktörlerin şu anda böyle bir süreci işletmeye istekli ve bundan çıkacak sonuçları kabullenmeye açık olduklarını söylemek mümkün değil.
O zaman ne oluyor? 82 Anayasası’nın zihniyet kalıplarının ve davranış normlarının hâkimiyeti altında, ondan kurtulmamızı sağlayacak “yeni” bir anayasa yapmaya çalışıyoruz! Bu işin böyle olmayacağını anlamak o kadar zor mu hakikaten!
Aslında pazartesi günkü toplantımızda da, bu yazıya oturduğumda da aklım “anayasa meselesi”yle pek meşgul değildi. İçimi yakan, beynimi kemiren, kalbimi kurutan asıl mesele Pozantı’daki korkunç “olaylar”dı. Bunun dışında bir şeyler hakkında konuşmak ve yazmak bana zül geliyor. İçimde biriken öfkeye rağmen, böyle makul yazılar yazmaktan da utanç duyuyorum. Ancak bu yazıyı, “toplumun derin anayasası”nın kaynaklarına dikkat çekme çabası olarak okursanız, bu utancım biraz hafifleyecektir. Kimliklerini inkâr eden, dillerini kesmek isteyen, köylerini yakan, büyüklerini katleden sisteme öfkesini “taş atarak” gösteren bu çocukları, terörist sayarak hapislere kapat ve sonra…
Bu sistem hepimizi çürütmeye ve kirletmeye devam ediyor. Bu kirden arınmadan yapacağımız hiçbir şey temiz olmayacaktır.
Duyuyor musunuz, Salinger’in Çavdar Tarlasındaki Çocuklar’ından Holden, o temiz dünyasından hepimizin suratına doğru öfkeyle haykırıyor: Lanet olsun!..