Küresel hafızaya karşı ulusal savaş

-
Aa
+
a
a
a

28 Aralık 2011Taraf Gazetesi

Yirmi-yirmi beş yıl öncesine kadar hafızayı ulusal sınırlar içinde ve kontrol altında tutmak mümkündü. Geçmişte yaşanan olaylardan hangilerinin nasıl hatırlanacağına, büyük ölçüde ulusal otoriteler karar veriyorlardı. Tabular yaratmak ve bu tabuları hukuksal araçlarla koruma altına almak o kadar zor değildi.

Lakin hafıza üzerindeki ulusal tahakküm devri artık kapandı, kapanıyor. Soğuk Savaş’ın yarattığı gayrı ahlâkî sığınakların önemli bir kısmı yıkıldı. İletişim alanındaki gelişmeler, yalanın saltanatını ciddi biçimde sarsıyor.

Kimileri, hafıza ve hatırlama alanında son yıllarda yaşanan gelişimi, “ulusal hafızadan kozmopolit hafızaya geçiş” olarak adlandırıyor. Bazıları başka tanımlamalar yapıyor. Meselâ Alman filozof Otfried Höffe, “eleştirel dünya hafızası” kavramını tercih ediyor.

Höffe, on yıl önce yayımlanan bir kitabında şöyle diyor: “Fetihler, baskı ve sömürüler, kölelik, sömürgecilik ve emperyalizm, Nazi vahşeti, sosyal ve sosyalist devrimler adına sayısız insanın kurban edilmesi gibi büyük şiddet eylemlerine ilişkin hatıralardan bir ‘eleştirel dünya hafızası’ ortaya çıkabilir.” O tarihten bu yana, bu hafızanın daha fazla şekillendiğini söyleyebiliriz.“Eleştirel dünya hafızası” varsa, onu ayakta tutacak bir sütun da olacaktır şüphesiz. Bu sütuna bazıları “yeni uluslararası moral”, bazıları “evrensel vicdan” diyor. Henüz oluşum sürecinde de olsa, bu “hafıza”, bu “moral” ve bu “vicdan” önemli bir ağırlığa ulaşmış durumda; kimse bunları kolayca yok sayamıyor. Büyük şiddet eylemlerini, insanlık suçlarını, yaygın zulüm uygulamalarını inkâr etmek, bu moral ve vicdan nezdinde ağır bir “ahlâkî suç” sayılıyor. Hangi tür “olayların” inkârının hangi şartlarda hukuken suç sayılacağı, ayrı bir meseledir ve epeyce de tartışmalıdır. Ancak eleştirel dünya hafızasına “soykırım” olarak tescil edilmiş bir “olay” karşısında, sürekli ve inatçı bir inkâr politikası izlemek, bir devleti ahlâken suçlu haline getirdiği gibi, Fransa’daki türden girişimlere de elverişli bir zemin sunuyor.

Velhasıl 1915’te Ermenilere “yapılanlar” nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, ortada “korkunç bir zulüm, en yumuşak ifadeyle “büyük bir insanlık suçu” bulunduğunu inkâr etmek giderek zorlaşıyor.

İnkâr politikasında ısrar etmek, “küresel hafızaya karşı ulusal savaş” ilân etmek anlamına geliyor. Bunun içeriye yansımaları da, ilkel bir milliyetçilik söylemi, trajik bir seferberlik ruhu ve komik eylemler oluyor.

Dünyadaki gelişmeler karşısında inkâr politikasında ısrar edenler, o suça vücut veren mantığı savunma noktasına giderek daha fazla savruluyorlar, farkında olarak ya da olmayarak. “Atalarımız böyle bir şey yapmazlar” tezinde inat etmek, “bu şey”in yapıldığı yönündeki bilgi ve algı yaygınlaştıkça, “ben ne yapmış olurlarsa olsunlar atalarımı sahiplenirim” demekten başka bir seçenek bırakmayacak gibi görünüyor.

Aslında Türkiye bir süredir geçmişindeki “travmatik şiddet olayları”yla yüzleşme yönünde önemli adımlar atıyor. Dersim katliamı ve İstiklal Mahkemeleri, şimdilik bu yüzleşme çabalarının merkezinde yer alıyor. Bu iki olayda da AKP’nin ve muhafazakâr kesimin o dönemlerin iktidarını ve sorumlularını mahkûm etmekten yana tavır koyması, yüzleşmeyi kolaylaştıran çok önemli bir faktördür.

Peki, aynı çevrelerin, “Ermeni meselesi” söz konusu olunca tam tersi bir tutum sergilemelerini nasıl yorumlamak lazım?

AKP ve muhafazakâr çevreler, kendilerinin “temiz” olduklarına, bir sorumluluk taşımadıklarına inandıkları için olsa gerek, Dersim ve İstiklal Mahkemelerinin hesaplaşma konusu yapılmasını kabul, hatta teşvik ediyorlar. Buna hafızada seçicilik diyebiliriz; hatırlamayı bugünkü politik hesaplar için araçsallaştırmak da diyebiliriz.

Lakin bu çevrelerin “Ermeni meselesi”nde yüzleşme ve hesaplaşma karşıtı adeta militan bir tutum takınmalarının çok daha derin bir anlamı olduğunu düşünüyorum.

Bir defa, Ermeni kıyımında toplumun Müslüman nüfus lehine yeniden düzenlenmesi söz konusudur. Hem o zamanın yönetimi, hem de daha sonra kurulacak olan cumhuriyet bu toplumsal dizaynı, hem ekonomik hem de siyasi açıdan kurumsallaştırmıştır.

Şüphesiz suça hiç bulaşmamış, kıyımı onaylamamış, hatta karşı çıkmış çok sayıda Müslüman vardır. Ancak bu durum, kıyımın Müslüman yöneticiler tarafından gayrımüslim ahaliye karşı yapıldığı ve bir bütün olarak Müslüman ahalinin kıyımın sonuçlarından öyle ya da böyle yararlandığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu nedenle, Müslümanlığı en çok sahiplenen muhafazakâr kesim ve onların siyasal temsilcileri sorumluluk üstlenmeye açık olmadıklar sürece, bu olaylarla derin bir hesaplaşmaya girişmek pek mümkün görünmüyor.

Sonuç itibariyle Ermeni kıyımının, genel olarak Türkiye’nin toplumsal kimliği, özel olarak da cari “Türk kimliği” açısından “kurucu bir edim” olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle, “Ermeni meselesi”yle gerçek bir yüzleşme yaşayabilmemiz için, toplumsal kimliği yeniden tanımlamaya hazır olmamız gerekiyor.

İşimiz çok zor, ama başka seçeneğimiz de yok gibi!