27 Temmuz 2011Taraf Gazetesi
BELFAST / Kuzey İrlanda, barışa dair bu yalın tanımlamaya en iyi uyan örneklerin başında gelir. Zaten bu sözü bir kez daha hatırlatan da, Kuzey İrlanda barış sürecinin en önemli isimlerinden Jonathan Powell oldu. Powell, 1997 seçimlerindeki zaferin ardından hükümeti kuran Tony Blair’in başdanışmanlığını yaptı. Kuzey İrlanda barış sürecine hükümet adına katıldı; bütün taraflarla yapılan görüşmelerin organizasyonunda ve yürütülmesinde çok önemli görevler üstlendi.
Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün önceki gün başlayan çalışmalarının öğleden sonraki bölümüne Legatum Enstitüsü ev sahipliği yaptı. İlk konuşmacı olan Powell’ı daha önce de dinlemiş ve gerçekten etkilenmiştim. K. İrlanda barış sürecinin bütün inceliklerine çok hâkim. Bilgi ve deneyimini düz ve kuru bir üslupla anlatmıyor; kişisel hikâyeleri ve tanık olduğu kimi komik, kimi trajik, bazısı da trajikomik durumları da konuşmasına ustalıkla yediriyor. Sadece ben değil, “heyetimiz”deki herkes büyük bir ilgiyle dinledi Powell’ı. Konuşması bittikten sonra sorulan sorulardan ve yapılan katkılardan bunu anlamak mümkündü.
Powell’ın uzun ve canlı konuşmasını özetlemek zor. Ben de, normal olduğu üzere, en çok önemsediğim noktaları öne çıkarmak istiyorum.
K. İrlanda sürecinin ve sonunda ortaya çıkan modelin kendine özgü olduğunu, bu tecrübenin başka toplumlara aynen veya doğrudan uyarlanamayacağını, ancak her tecrübeden başkalarının çıkaracağı derslerin mutlaka bulunduğunu Powell da söyledi. Bunun artık bir tür amentü başlangıcı olduğunu dün de yazmıştım. Lakin Powell, başka bir vurguyla, çıkarılacak dersler konusunda önemli bir uyarıda bulundu.
Mealen dedi ki Powell; yaptığımız iyi şeyleri taklit etmeniz, istediğiniz sonuçları vermeyebilir, hatta sıkıntılar yaratabilir. Doğrularımız, daha çok şartlarımızın ürünüdür. Asıl ders almanız gereken şey, hatalarımızdır. Hatalarımızdan çıkaracağınız dersler, kendi doğrularınızı daha kolay bulmanızı sağlayabilir.
K. İrlanda barış sürecinin başlangıcını 1970’lere kadar uzatmak mümkün; ama bu denemelerden 1997’ye kadar kayda değer bir sonuç alınamadı. Powell’a göre bu başarısızlığın en önemli nedeni, taraflar arasında görüşmelere başlamak için ön şartlar ileri sürülmesiydi. Mesela John Major, IRA’yla görüşmek için, örgütün silah bırakmasını istiyordu ve bundan taviz vermiyordu. IRA ise, bunu kesin bir biçimde reddediyordu. IRA, silahları ancak müzakereler sonunda ve bir anlaşma çerçevesinde bırakılabileceğini söylüyordu.
Powell, bu “ön şart inadı”nın kendilerine on yıl kaybettirdiğini, barış sürecini on yıl uzattığını düşünüyor. Tony Blair’le birlikte bu inattan vazgeçildi. Blair hükümeti, tek bir şartla görüşmelere hemen başlanacağını açıkladı: Ateşkes! Esasen bu da, bir ön şart değil, müzakere kavramının doğasının gerektirdiği, bir şeydir. Müzakere fikrinin bir anlam taşıması ve toplumun farklı kesimlerinden destek bulması da, ancak bu şekilde söz konusu olabilir.
Powell’ın dikkat çektiği bir diğer nokta, bir “sürecin” başlamasının ve hep işler kalmasının, barışa ve çözüme ulaşmak bakımından hayati önem taşıdığıdır. Şayet ortada bir “barış süreci” olduğu duygusu toplumda veya “taraflar”da yerleşmiyorsa, barışa ulaşmak da çok zor, hatta imkânsız olur.
“Barış süreci”nin doğrusal ve sürekli yapıcı bir şekilde akmasına nadiren rastlanabilir. Bu sürecin sancılı olacağını bilmek ve buna hazır olmak gerekir. K. İrlanda süreci de, bu açıdan bir istisna oluşturmuyor. Süreç sürekli olumlu şekilde ilerlemedi; çok kritik kırılmalar, tıkanmalar, geri çekilmeler yaşandı. Ama Blair hükümeti, bu krizleri, süreci sona erdirmenin bahanesi haline getirmedi.
Sonuçta, çeşitli anlaşmalar imzalandı, IRA silah bıraktı, parti bünyesinde, yani Sinn Fein olarak varlığını sürdürdü, mahkûmlar serbest bırakıldı vs. Böylelikle K. İrlanda sorunu tamamen ve nihai şekilde çözülmüş olmadı elbette; ama “normalleşti”. Protestanlar ile Katolikler arasında hâlâ ciddi sorunlar var. Lakin bu sorunların çözülmesinde “şiddet” artık bir faktör değil. Şiddet siyasal ve toplumsal hayattan büyük ölçüde çıkarıldı; onun yerini demokratik siyasal usuller aldı.
Bütün bunları düşünürken, uçağımız Belfast’a inişe geçmişti. İşte Belfast’tayız, sorunun kalbindeyiz yani. Mistik diyebileceğim çağrışımları var bu şehrin zihnimde; aynı zamanda büyük bir sempati de bu şehre karşı içimde. Bunları ve sorunun şimdiki durumunu yarın anlatmaya çalışacağım.
Şunu eklemeden bitirmek istemiyorum ama: Heyette gazeteciler var, biliyorsunuz. Yazılar yazılırken, tatlı geyikler de oluyor tabiatıyla! Bu geyikler arasında en revaçta olanı, hava durumuyla ilgili. Yazıların bir yerine, genellikle başına bulutları, gökyüzünü, güneşi falan katan cümleler kuruluyor. Uçaktan indiğimizde, Cengiz Çandar takıldı: Bu manzaradan nasıl bir cümle çıkaracaksın bakalım! Gökyüzüne baktım, bir sürü bulut, ama koyu ve kasvetli bir hava yok; aksine o bulutların arasından güneş tatlı bir sıcaklıkla selam veriyor. “İşte İrlanda barışının fotoğrafı” dedim ben de.