24 Kasım 2010
Toplumsal süreçleri değerlendirirken, “karşılaştırmalı yöntem” çoğu zaman iyi sonuçlar verir, yeni ufuklar sunar. Tabii bunun ön şartı, karşılaştırılacak örnekleri isabetle seçmektir. İkinci şart da, örnekleri aynılaştırma ve olayları indirgeme gibi tehlikeli tuzaklardan sakınmaktır.
Türkiye’deki gelişmeleri, siyasi aktörlerin bu gelişmeler karşısındaki konumunu ve tabii CHP’nin durumunu da bu yöntem yardımıyla tartışmakta fayda olduğunu düşünüyorum, ama aklıma gelen örnekler konusunda mütereddidim. Yine de denemek istiyorum.
Örneğim, Fransız Devrimi ve özellikle onun sonuçlardır. Fransız Devrimi’nin pek çok sonucu vardır. Bunlardan bir tanesini, Immanuel Wallerstein’ın yorumladığı şekliyle, Türkiye’nin son on yıllık tarihine uyarlayabiliriz.
Wallerstein’in analizini kısaca ve biraz da mealen özetleyeyim: Devrimin dünya sistemi açısından başlıca sonuçlarından birisi; değişim, yenileşme, dönüşüm olgusunun siyasi arenanın “normal” bir gerçeği olduğu fikrini ilk defa kabul edilebilir kılmış olmasıdır. Kuşkusuz herkes bu yeni gerçeklik karşısında aynı tepkiyi vermedi. Kimileri hoş karşıladı, kimileri reddetti, diğerleri nasıl davranacağını bilemedi. Fakat meydana gelen değişikliğin derecesinden habersiz insan sayısı pek azdı. Siyasi dönüşümün kaçınılmazlığını fark etmek, bir şok etkisi yarattı. Büyük ideolojiler de, insanların bu yeni durumun üstesinden gelmek için seçtikleri yollardan biri olarak ortaya çıktılar.
Umarım bu özetle Wallerstein’a haksızlık etmemişimdir. Neyse, gelelim Türkiye’ye! Cumhuriyet’in kuruluş sürecine asli rengini veren “otoriter modernleşme” projesi, tek parti döneminde kurumsallaştı. Çok partili dönemde ise, bu proje, Soğuk Savaş sayesinde ve onun gereklerine uyarlanarak sürdürüldü.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, bütün dünyada esen değişim rüzgârlarının Türkiye’yi de etkilemesi kaçınılmazdı. Türkiye’de dönüşümün istikameti, “otoriter modernleşmeden demokratikleşmeye” doğru olacaktı.
Bu kaçınılmazlığı ilk fark eden “büyük sermaye” oldu. TÜSİAD’ın öncülüğünde hazırlanan “reform programları”, bu farkındalığın yansımalarıdır. Bu çevrenin “dönüşüm zorunluluğu” karşısında takındığı tutum, Fransız Devrimi sonrasında liberallerin yaklaşımına benziyordu. Amaç, dönüşümün önünü açmak, bunu yaparken de dönüşüm dinamiklerini kontrol altında tutmaktı; yani “kontrollü dönüşüm”dü.
Dönüşüm bir kere başlarsa, bunun kontrol edilemeyeceğini düşünenlerin başında, kendini “Eski Rejim”in sahibi olarak gören ordu geliyordu. Ordu, “restorasyoncu” çevrelerin kıblesi konumundaydı. 28 Şubat, bu çevrelerin, dönüşümü sert bir müdahaleyle durdurma girişimidir. Ancak “bin yıllık bir proje” olarak tasarlanan bu müdahale, dönüşüm dinamikleri karşısında fazla tutunamadı.
Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adaylığının onaylandığı Aralık 1999’daki Helsinki Zirvesi, dönüşüm sürecinin en önemli dönüm noktasını oluşturdu. Bu dönemde, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin görevde olduğunu ve uyum süreci çerçevesinde ilk önemli reformların bu hükümet tarafından yapıldığını unutmamak lazım! Bunun anlamı, DSP ve MHP’nin temsil ettikleri kesimlerin de, dönüşümün kaçınılmazlığını fark edenler kervanına katıldıklarıdır. Gerçi bu iki parti de, farklı düzeylerde olsa bile, dönüşümü “Eski Rejim”de en az zayiat yaratacak şekilde yönetme misyonuyla hareket ediyorlardı. Ama bir yandan süreç işliyordu, diğer yandan bu partilerin, özellikle de MHP’nin temsil ettiği kesimler de dönüşümden etkileniyorlardı.
Dönüşüm talebinin toplumda bulduğu yankının derecesini görmek için, 2002 seçimlerini beklemek gerekti. Dönüşümü daha cesur bir şekilde yürütme vaadiyle seçimlere giren AKP’nin başarısı, dönüşüm fikrinin güçlü bir toplumsal desteğe sahip olduğunu gösterdi. Wallerstein’ın çizdiği Fransız Devrimi sonrası şemaya göre, değişimi hızlandırmak “sol”un pozisyonunu tanımlar. Bu durumda, bu dönem için ve bu tutumu sürdürdükçe AKP’yi işlev itibariyle “sol”a yerleştirmek gerekiyor.
Dönüşüm süreci hızlandıkça, “Eski Rejim”i savunanların buna tepkisi de sertleşti. Darbe planları yaptılar, kaosa oynadılar, muhtıralar verdiler, lakin süreci durdurmaya muvaffak olamadıkları gibi, devamlı güç yitirdiler. CHP, bu güçlerin “siyasal temsilcisi” rolünü oynadı bu süre içinde. Ancak CHP’nin dayandığı siyaset dışı sütunlar, yani vesayet kurumları geri çekildikçe, partinin eski siyaset tarzında ve üslubunda ısrar etmesi de bir bakıma imkânsızlaştı.
Bundan sonra CHP ve onun temsil ettiği kesimler, “şaşkınlık” diyebileceğimiz bir ruh ve siyaset haline girdiler. Toplumsal gelişmeler, bu çevreleri, “restorasyonculuğun” fiilen de siyaseten de yürütülebilir bir proje olmadığını kabul etmeye zorladı. CHP’deki hareketlilik, bu kabulün mantıklı ve hatta mecburi bir sonucudur. CHP’deki gelişmeleri etkileyen güçler, yani bir CHP’yi yeniden dizayn etmeye çalışanlar, partinin misyonunu bu çerçevede yeniden tanımlamak istiyorlar. Şu anda geldikleri noktanın, dönüşüm dinamiklerini kontrol altında tutarak zorunlu değişikliklerin önünü açmak şeklinde özetlenebileceği kanısındayım. Yine Wallerstein’ın şemasına müracaat edersek, bunun “sol” bir çizgiyi değil, en fazla “mahcup liberal” bir konumu temsil ettiğini söyleyebiliriz. Gerçi bu konuma bile parti içinde ve tabanında güçlü bir itiraz, ciddi bir direnç var. Lakin CHP’nin bu noktaya gelmiş olmasını, dönüşümün daha az sancılı ve sarsıntılı ilerlemesi bakımından kesinlikle önemsemek gerektiği kanısındayım.
Yerim bitti, ama sözüm yarım kaldı. Konuya devam etmekten başka çare yok! O da haftaya...