6 Eylül 2010Referans Gazetesi
Türkiye'de maliye politikasının çağdaş demokratik ülkelerdekine yakınsaması dileğine hükümet de katılmış ve ‘mali kural' bu nedenle gündeme gelmişti. Hükümet, küresel ekonomik kriz ortamında böyle bir uygulamanın ülkenin iktisat politikasına olan güveni sağlayabileceği/artırabileceği üzerinde ısrarla durmuştu. Hatta bu bağlamda bir adım daha atmış, mali programın IMF ile yapılması düşünülen bir anlaşmayı ikame edeceğini bile ileri sürmüştü. Bu da IMF ile bir anlaşma yapılmaması yolundaki hükümet tercihinin arkasındaki gerekçelerden birisi olmuştu.
Son iki cümleye kadar bu görüşler bana da uygun gelmişti. IMF ile anlaşma sorununda biraz farklı düşünüyordum. Bu sorunu ele alırken "Türkiye'de yerleşikler" ile ‘yabancılar' ayrımı yapılmasında yarar görüyordum. "Türkiye'de yerleşikler" açısından ilk iki cümlede özetlenen yaklaşım bence de geçerliğini koruyordu. Ancak ‘yabancılar' gözünde, özellikle küresel ekonominin içinde bulunduğu koşullar göz önüne alındığında, iktisat politikasının saygınlık kazanması ve/veya saygınlığını sürdürmesi bana kolay görünmüyordu. IMF ile anlaşma yapılmasının bu açıdan, bir anlamda, gereklilik olduğunu düşünüyordum. 2010 yılında cari açığın finansman biçiminde olumsuz yöndeki (kısa vadeye kayış) hızlı değişim çok da yanılmadığımı gösteriyor.
Ancak daha önemli gelişme mali kural konusunda oldu. Hükümet gündeme kendisinin getirdiği bu yaklaşımdan vazgeçiverdi. (‘Vazgeçilmediği' biçimindeki beyanlar, ‘vazgeçme sürecinin vazgeçilmez protokol söylemleri' oldukları için ihmal edilebilir.) Bu kararın hangi gerekçelerle ve nasıl bir kazanç/kayıp tahminine dayanılarak yapıldığı açıklanmadığı için bilmek olanaklı değil. Ama önemli bir karar. Çünkü hükümet güven kaybı riskini
göze alarak, topluma verdiği sözden caymayı yeğlemiş oldu. Bunun ne anlama geldiği, dolayısıyla bu kararın maliyeti, üzerinde durmak istiyorum.
Para ve maliye politikası
İktisat politikasının iki ayağı ‘para politikası' ve ‘maliye politikası' birbirinden bağımsız değillerdir. Buna karşılık, çağdaş anlayış, bu iki politikayı uygulama yetkisini farklı kurumlara vermiştir. Para politikasını, merkez bankası, maliye politikasını ise hükümet yönetir.Bu biçimde iki ayrı kurumun tanımlanabilmesi için ise merkez bankasının hükümetten bağımsız olması gerekir. Ancak, sorun burada bitmiyor. Para ve maliye politikaları aynı ekonomiyi etkilemeye yönelikler. Dolayısıyla bir maliye politikası kararı, ekonomiyi etkilediği için para politikası kararlarının biçimlenmesini ya da başarısını da etkiler. Tabii tersi de doğrudur: Maliye politikası uygulayıcıları da merkez bankasının ne yaptığını/yapacağını hesaba katmak zorundadırlar.
İşin içinde bir de bizler varız. Yani toplumu oluşturan bireyler. Bizlere iktisatta, nezaket gösterip ‘iktisadi karar birimleri' adı veriliyor. Bu kategori içine bizler birer tüketici olarak girebildiğimiz gibi, holding sahibi olarak da katılabiliyoruz. Tabii bu iki konum arasında ağırlık ve dolayısıyla etki itibariyle büyük fark var. Dolayısıyla iktisadi karar birimleri denildiğinde aynı türden varlıklardan söz edilmiyor.
Bunu, unutmamak için, bir tarafa not edip, devam edelim. Bizler kararlarımızı nasıl alacağız? Önce kendi çapımızda etrafa bakacağız. Ne olup bittiğini anlamaya çalışacağız. Buradan hareketle de neler olabileceğini öngörmeyi deneyeceğiz. Ondan sonra "Eve buzdolabı alacak mıyız, almayacak mıyız?",
"Sahibi olduğumuz holding büyük bir yatırım projesine başlasın mı, başlamasın mı?" gibi konularda karar vereceğiz. İnsanın içinde bulunduğu ortamı anlaması zordur. Tüketici de olsa bu böyledir holding sahibi de. Ama öngörü yapmak daha da zordur. Üstelik, olayların seyrini etkileyebilecek
güçte karar alıcılar varsa! Çünkü bu durumda, öngörü yapmanın bilinen zorluklarının yanı sıra, neler olabileceğini kestirebilmek için onların neler yapmak niyetinde olduklarını, bu niyetlerini yerine getirebilecek irade ve becerileri olup olmadığını bilmek gerekir. İktisadın rekabetçilikteki ısrarı, bu tür sonucu etkileyecek güçte özel karar alıcıların olmamasını sağlamaya yöneliktir. Ama rekabetçi ekonomiyi savunanların çok büyük bir çoğunluğu (bazı ‘ütopyacı' diyebileceğimiz düşünürler dışında) iktisat politikası yapımcılarının böyle bir gücü olması gerektiğini kabul ediyor. Demek ki, bizler kararlarımızı alırken, iktisat politikası yapımcılarının ne yapacaklarını hesaba katmak zorundayız. (Burada bir parantez açayım: Bugün gözleyebildiğimiz tüm ekonomilerin, iktisat yazınında sözü edilen ‘rekabetçi ekonomiden' uzakta olduğu konusunda görüş birliği var. Tartışılan ne kadar uzakta olunduğu. Ciddiye alınabilir yanıtlar ‘epeyce' biçiminde. Rekabeti sağlama çabaları bu uzaklığı olabildiğince düşürmeye yönelik.)
Şartlar değişirse
Nereden bileceğiz iktisat politikası yapımcılarının (hükümet, merkez bankası) ne yapacaklarını? Kâhin olmadığımıza göre, bugün ulaşabildiğimiz
bilgilerden hareketle kestirmeye çalışacağız. Hangi bilgilerden? İktisat politikası yapımcılarının ne yapacaklarına ilişkin olarak kamuoyuna yaptıkları açıklamalardan. Açıklama yapıldığını varsayalım. (Bu konuda Türkiye'de de önemli adımlar atıldı. Artık, epeyce açıklama yapılıyor. Bu varsayımı yapmak yanıltıcı olmaz.) Bu açıklamaya inanacak mıyız? Bu soruya yanıt vermeden önce bir noktanın açıklığa kavuşması gerekir. Burada inanıp inanmama sorununu, iktisat politikası kararı alanlarının ahlak düzeyleriyle ilişkilendirmemek gerekir. Eğer bu kişiler ahlaksızsa, görevden alınırlar. Bir zarar vermişlerse yasal yollara başvurularak cezalandırılmaları yoluna gidilir. Bunun iktisatla pek ilgisi yok. İktisadi açıdan sorun, bugün en uygun iktisat politikasının ‘a' olduğunu düşünen iktisat politikası yapımcılarının yarın, bazı koşullar değiştiği için fikirlerini değiştirip, en iyi politika kararının artık ‘b' olduğu kanısına varıp onu uygulamaya başlamalarıdır. Bunu tüm iyi niyetleriyle yapabilirler. Ama, bu durumda bizler kararlarımızı iktisat politikasının ‘a' biçiminde olmaya devam edeceğine dayanarak almışsak, bundan zarara uğrayabiliriz. Bir kere zarara uğrarsak o zaman da iktisat politikası yapımcılarının söylediklerine güvenmeyiz. Biz böyle davranırsak, iktisat politikası kararları uygulanamaz ya da uygulanma maliyeti çok artar. Çünkü, alınan kararı anlasak bile, nasıl olsa değiştirirler diyerek ona uygun hareket etmekten çekinebiliriz. Buna ‘iktisat politikasında saygınlık' sorunu adı veriliyor.
Bu sorun iktisatçıların uzun süredir ilgisini çekiyor. Bu konuda epeyce çalışma yapıldı ve bu sorunu çözme yönünde önemli adımlar atıldı. Ama uygulamaya yansıması büyük ölçüde para politikası alanında oldu. Merkez bankalarının bağımsızlığının sağlanması yoluyla, para politikası ararlarının
günlük siyasal kaygılardan uzak olması sağlandı. Ancak bunun yeterli olmadığı da görüldü. Merkez bankasının çizgisini tutturmaya devam edip etmeyeceği de ayrı bir sorun. Bu nedenle de merkez bankalarının bazı kurallara bağlı olarak hareket etmeleri gerektiği anlaşıldı. Enflasyon
hedeflemesi işte böyle bir kural.
Bütün bunların iktisat kuramı çerçevesinde yürütülmesinin önemi de giderek daha iyi anlaşıldığı için, ‘para politikası' alanında saygınlık sağlayabilmek için gerekli altyapı oluşturulmuş oldu.
Maliye politikası alanında ise böyle olmadı. Hükümetler bu alanda son sözü söyleme yetkisini ellerinde tuttukları için, sözlerinde durmamanın yolunu da buldular. Böyle olunca da maliye politikası, hem özel iktisadi karar birimleri ve hem de merkez bankaları için bir belirsizlik unsuru olma niteliğini sürdürmeye devam etti. Ekonomiler gelişip karşılıklı etkileşim arttıkça bunun zararları daha da artmaya başladı. Gelişmiş demokratik ülkeler buna çare aramaya başladılar. Birden fazla dönemi içeren kamu bütçesi projeksiyonları yapılmaya başlandı. Hükümetler üzerinde kamuoyu baskısının
artması sağlandı. Sınırlı da olsa bazı başarılar sağlandı. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde ise demokratik kurumların az gelişmişliğinin de etkisiyle hükümetlerin maliye politikasının saygınlığını sarsacak girişimlerde bulunması pek engellenemedi. O zaman da akla şu soru geldi: Hükümetlerin kendi kendilerini frenlemeleri olasılığı düşükse, onları demokratik sistem içinde kurallara uygun davranmaya yöneltecek düzenleme ne olabilir? Demokrasiyle biraz tanışıklığı olan birisinin vereceği yanıt açıktır: Maliye politikasını değerlendirmede parlamentonun etkin olmasını sağlamak. İşte mali kural budur. Bu nedenle mali kural bir yasadır. Parlamento tarafından kabul edilmesinden sonra yürürlüğe girer. Dolayısıyla hükümetin vazgeçme kararının siyasetteki yorumu TBMM'nin maliye politikasının saygınlığını sağlamada etkin olmasının engellenmesidir. Umarım hükümet bir an önce, gerçekten, vazgeçme kararından vazgeçer.