25 Ağustos 2010
Dünkü yazıma gönderilen mesajların birisinde şunlar yazıyordu: “Dün hayali ‘Başbakanlık Genelgesi’ni bana gönderen ve ‘evet’çi olduğumu bildiği için ‘Bu ne yaa!’ diye bana hesap soran arkadaşıma, bunun gerçek olamayacağını, kendisi gönderdikten sonra Başbakanlık sitesine girip genelgelere baktığımı, böyle bir genelge olmadığını, zaten belge okunduğunda bunun sahte olduğunun anlaşıldığını söyledim. Bana dedi ki, ‘Olsun bu sahte de olsa ben inanıyorum.”
Entelektüel kimliğin temel evrensel karakteristiği, ‘inanmak’ değil ‘şüphelenmek’tir. ‘Şüphe’ araştırmayı teşvik eder, ‘sorgulama’yı kışkırtır. Bir olayı ele alırken derinleşmeyi sağlar. ‘İnanmak’ üzerine kurulmuş ‘aydın’ kimliklerini(özellikle de ‘modernist aydın kimliklerini’), paradoksal kimlikler olarak değerlendirebiliriz. ‘Sahte-entelektüel’ tabir edilen kişilerin bile, görüşlerini inanç üzerinden değil fikirsel argümanlar üzerinden temellendirdiklerini de hatırlatmakta yarar var.
Bu ülkenin akademik camiasının üyeleriyle karşılaştığımda, zaman zaman, yüz yüze geldiğim tek düzelikten ve irrasyonel algı biçiminden şaşkına dönüyorum. Okumuş yazmışların ‘cahil’ diye tanımladıkları sıradan insanların, muhakeme yeteneklerinin, gerçeği okuma niteliklerinin kendisini aydın diye tanımlayanlardan daha ‘derin’, daha akla yatkın, daha makul olabilmeleri, sadece bizim ülkemizde gözlemlenmiş olan bir çelişki değil.
Batı ülkelerinde de bu çelişki üzerine çeşitli değerlendirmeler yapılıyor. Ayrıca, birçok Batı toplumunda, entelektüeller, somut olguları algılayamamakla ve aşırı teorik kalmakla da yoğun şekilde suçlanıyorlar. Ama, ‘entelektüel yüzeyselliği’nin ülkenin politik yapısının teorisini de pratiğini de büyük bir oranda şekillendirecek kadar agresif ve abartılı boyutlar kazanması, herhalde bizim ülkeye özgü bir ‘istisnai durum’.
***
Yıllar önce İran’a gittiğimde görüştüğümüz İranlı aydınların sorgulama kapasitelerinden, İran’daki felsefi zenginlikten şaşkınlığa düşmüştüm. Sonuçta, İran, teokratik, despotik, otoriter bir rejimle yönetiliyordu. Bu yönetim çok uzun yıllardır farklılıkları ezen bir tarihsel arka plana da sahipti. Buna rağmen Türkiye’de alışık olduğumuz ortama oranla birçok yönden daha derin bir kültürel birikimle, daha zengin bir düşünce silsilesiyle karşılaşmıştık.
Bir milliyetçi dalga estiğinde, ülkenin ‘aydın’ları rüzgar karşısında titremeye başlayıp, telaş içinde milliyetçi tezlerin egemenliğini benimseyebiliyorlar. Akıntıya karşı duramıyorlar. Duranları da top ateşiyle yok etmek amacıyla ellerinden geleni yapabiliyorlar. Böyle durumlarda, ‘sebep-sonuç ilişkisi kurmak’, ‘sağlıklı ve objektif bir şekilde akıl yürütmek’, ‘eleştirel ve analitik bir şekilde düşünmek’ gibi ‘işler’ de ‘lüks’ olarak algılanıyor.
Bazen ‘entelektüel’ kelimesinin bir hakaret olarak kullanıldığına da tanık olabiliyoruz. Milliyetçi jargon içinde entelektüel kavramının bir hakaret olarak kullanılması normal sayılabilse de, Türkçe’de entelektüelleri ve entelektüelliği aşağılamak için ‘entel’ gibi özel kavramların üretilmiş olması, incelemeye değer bir durum.
***
Türkiye’nin entelektüel dünyasında gözlemlenen sığlık, tabii ki, bir köşe yazısıyla anlatılacak boyutta bir konu değil... Bu konunun tarihsel ve kültürel arka planı üzerine ne kadar tartışsanız da konuyu ‘tüketmeniz’ mümkün değildir... Ben sadece merak ediyorum ve anlamaya çalışıyorum...
İpek (Çalışlar) Halide Edib’in biyografisi üzerinden çalışırken, Halide Edib’in 1940’lı yıllarda yazdığı tahlillerden, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki arayışlarından ve olayları ele alıştaki gücünden çok etkilendik. O düzeydeki, o çaptaki araştırma ve tahlil yeteneğini aradan neredeyse yüz yıl geçtikten sonra bulabilmek pek mümkün görünmüyor. Halide Edib çapında aydınlara bugün neden sahip olmadığımız sorusunun cevabını bulmak da kolay değil.
Yalnız Halide Edib’te değil, Osmanlı’nın son yıllarının ve Cumhuriyet’in ilk yıllarının aydınlarının birçoğunda, bugünkü standartları aşan zenginlikte bir bakış açısı, tahlil yeteneği, şüphecilik ve entelektüel cesaret göze çarpıyor. Bir gerilemenin yaşanmış olduğu açıkça ortada. Ne oldu da çok yönlü ‘imparatorluk münevverleri’nden, milliyetçilik dozu yüksek bir ‘aydınlar zümresi’ne doğru bir dönüşüm yaşandı? Sorgulayan aydınların yerine ‘inanan’ aydınların geçmesine ne sebep oldu?
***
Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ana hedef Osmanlı İmparatorluğu’ndan köklü bir kopuştu. Cumhuriyete egemen olan kurucu mantığa göre; Osmanlı bir çürümüşlüğü temsil ediyordu, hızla çöp tenekesine atılmalıydı. O köklü tarihten önce bu bakış açısının yönlendirmesiyle koptuk, sonra da kültürel olarak koptuk. Bu kültürel kopuş, eski Türkçe alfabenin yasaklanmasıyla tarihten maddi bir kopuşu da beraberinde getirdi. Kendi geçmiş kültürünü reddeden ve kendi arşivlerini bile okuyamayan bir aydınlar kitlesi yetişti. Mezar taşlarımıza bile yabancılaştık.
Her şeyi Cumhuriyet’le ve Kemalizm’le başlatan yeni bir tarihi yazıcılığına girişildi. Ne kadar hüner varsa Kemalizm’deydi. Dünyaya yön gösterici bir ideoloji ürettiğine şiddetle inanmış bir düşünce tarzının esiri olduk. Kemalizm’e yüklenen misyon öylesine abartıldı ki, kendini her türlü sorunun cevabını ‘Atatürk ilkeleri’nde bulmak zorunda hisseden bir aydınlar zümresi oluştu. ‘Kemalist inanç sistemi’, militarist ve milliyetçi bir ideoloji ile takviye edildi. Türkiye, sınırlarını dünyaya kapatırken, sığ bir tarih yazıcılığının, sıfırdan ‘kültürel icatlar’ yaptığına ‘inanan’ insanların ülkesi haline geldi.
‘Entelektüel sazanlık’ bir günde gökten zembille inmedi...
Neden bu hale geldiğimiz konusunda kafa yormayı sürdüreceğiz...