30 Mayıs 2010Taraf
Düzenin solun önüne attığı yemlerden biridir 27 Mayıs, diye başlasak mı söze? “Kemalist Devrim” kavramı, Komintern tarafından onaylanmış bir kavramdı. Daha ne olsun? Komintern onaylıysa elbette SBKP onaylıdır. Bunlar biraraya gelmiş, Türkiye’nin Komünistlerine, “Bu devrim iyidir, onu destekleyin ve ilerletin. Bir işçi sınıfı bile olmayan sizinki gibi bir ülkede bundan iyisini bulamasınız” demişler. Bizim Komünistler de bunu almış, kabul etmişler.
Gidişata bu gözle bakınca, 1950’de Demokrat Parti’nin CHP’ye karşı seçim kazanmasını ne şekilde okumalı? Birincisi “devrim” olduğuna göre, bu da “karşı-devrim” olmalı, mantıken. Nitekim o yılların Komünistlerinin büyük çoğunluğu tam da bu değerlendirmeyi benimsedi. CHP o sırada bir iki sosyalist partiyi (Esat Adil’inki, Şefik Hüsnü’nünki) kapattı, ama bu uygulama Komünistlerin CHP’yi DP’ye tercih etmelerine engel olmadı. Zaten konu bu konu olunca, DP’nin tavrı da CHP’ninkinden farklı değildi.
Yıllar sonra, altmışlarda, yetmişlerde de, bu eski solun 1950’ye bakışı değişmemişti. İktidar değişikliğinin halkın ezici oy çokluğu sonucu olması bu “solcu”ların “karşı-devrim” değerlendirmesini değiştirmiyordu. Her yerde olduğu gibi, “aldatılan halk kitleleri”ydi sözkonusu olan. Bu durumda, halka oy vererek iktidar değiştirme hakkının tanınmış olması da anlamlı bir şey değildi.
Böyle olunca, 27 Mayıs, otomatikman, olumlu bir anlam kazanır: “karşı-devrim”i durdurmuş, iktidarı yeniden “devrimciler”e vermiştir. Daha doğrusu, bu işler kâğıt üstünde, kelimelere yüklenen anlamlardan çıkan mantığa göre böyle olmalıdır –yoksa iktidarı ele geçirenlerin pek öyle “devrimci”ye benzer bir halleri yoktur. Ama, konuya “Kemalist Devrim” diye giriş yapınca, arkası ister istemez böyle geliyor.
Yıllar yılı bu hikâye bu şekilde devam etti. 27 Mayıs’a karşı çıkan DP’liler ve onların “kuyrukları”ydı. Bu da doğaldı zaten. Solda da 27 Mayıs’a eleştirel bakan üç beş kişi vardı ama bunlar marjinal kişilerdi; herhangi bir konuda söylediklerini dinlemek için bir neden yoktu.
27 Mayıs olduğu içindir ki bir on yıl daha bekledikten sonra 12 Mart olabildi. Aslında “beklemek” fiili çok doğru değil, çünkü arada başka girişimler de oldu (Aydemir olayları), gene, 12 Eylül de, 27 Mayıs’ın açtığı yoldan geldi. Bu ikisine “ilerici” diyen çıkamadı tabii. Birincisine, “Ah, 9 Mart olsaydı” diye hayıflananlar oldu ama “ilerici” bir 12 Mart’tan söz edilemedi. Gelgelelim, bunlarla 27 Mayıs arasında da bağlantı kurulmadı. Tam tersine, güzelim “politik devrim”den sonra, herhalde CIA ve Amerikan emperyalizminin müdahaleleri sonucunda, 1960’a kadar devrimci olan Türk ordusu karşı-devrim safına çekilmişti.
Zaten 12 Eylül değil mi, 27 Mayıs’ı “millî bayram” olmaktan çıkaran ve yaptığı “ilerici” anayasayı da toptan ortadan kaldıran? Belli ki o da “karşı-devrim”.
Bu yıl 27 Mayıs’ı “anma” biçimlerinde ciddi bir yol ayrımına geldiğimiz epey belirgin bir şekilde, epey net bir şekilde yüze vurdu (bunun geçen yıldan başladığı da söylenebilir).
Bu son yıllarda 27 Mayıs’ı darbeler şeceresinin ilk adımı olarak mahkûm eden çoğu genç insanlara Demokrat Parti-Adalet Partisi çizgisinde insanlar gözüyle bakmak da pek mümkün değil (herkese her şeyi söyleyebilen, bunu politika haline getiren gözü dönmüş kişiler var da, ben akıl ve izandan büsbütün kopmamış olanları kastediyorum).
Tabii o cenahtan birileri de 27 Mayıs kutlaması yapmak üzere toplanıp harekete geçiyor. Bu da olacak. Ama bu iki karşıt eğilimden birine “yükselen” diyoruz. Ötekine ne deneceği fazla önemli değil.