30 Mayıs 2010
Önce merhum Adnan Menderes ile başlayalım. Amerikan Time dergisi, 1958 yılı ocak ayında Türkiye’ye muhabirlerini göndermiş. 3 Şubat 1958 sayısının kapak konusu da Türkiye Başbakanı Adnan Menderes olmuş. Resmin fonunda Türk bayrağının yanı sıra tüfek ve kılıç olması ilginç.
Dergi, Türkiye’ye tam dört buçuk sayfa ayırmış; o zamanın yayıncılık standartlarına göre alışılmadık bir durum. Yazıda, Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı verilen NATO mücadelesi içindeki rolünden övgüyle söz ediliyor. O dönemde Menderes’in bazı Avrupa ülkeleri topraklarına Amerikan nükleer başlıkları kabul etme konusunda ayak sürürken Menderes’in gönüllü olması, İncirlik üssünün ve Pirinçlik, Sinop ve diğer önemli radar üslerinin açılmasına izin vermiş olması gibi konular düşünüldüğünde bunda şaşılacak bir şey yok.
Keza, Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı ardından çok partili sisteme geçmesiyle birlikte iktidarın İsmet İnönü liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi’nden, Kurtuluş Savaşı’nın sivil kahramanlarından Celal Bayar önderliğindeki Demokrat Parti’ye geçişi de iyi özetlenmiş. Menderes döneminde ekonomik dönüşümdeki başarıya da geniş yer ayrılmış.
Bununla birlikte Menderes’in bu ekonomik dönüşümü gerçekleştirirken plansız, frensiz gidişinin getirdiği başta aşırı borçlanma ve Türk lirasının değer kaybetmesi gibi ekonomik sorunlardan ve demokrasiyle iktidara gelen Menderes’in siyasi rakipleri ve basın üzerinde baskıcı yöntemler kurma eğilimine girmesinden de söz ediliyor.
Yazının sonlarına doğru Time şu değerlendirmeyi yapmış:
“Menderes’e iç muhalefet büyüyor ve sertleşiyor. Demokrat Parti’nin bazı emektar üyeleri bezginlik içinde istifa ediyorlar. Daha da kötüsü, Türkiye’nin şimdiye dek özenle siyaset dışı kalmış olan ordusundaki ilk hoşnutsuzluk işaretleri. Hükümet geçen hafta sekiz subayın ‘komplo’ suçlamasıyla tutuklandığını ve Savunma Bakanı Sami Ergin’in bu tutuklamaları protesto için istifa ettiğini kabul etti.”
27 Mayıs’a bakıştaki değişim
Time dergisinin 27 Mayıs 1960 darbesinden iki yıl önce gördüğü kötü işaretleri, belli ki iktidar sahipleri göremedi. Time dergisi bile, yorumunda Menderes’in Amerika’nın desteğine fazla güvendiğini ima ediyor.
Bu alıntının amacı kuşkusuz 27 Mayıs darbesini meşru göstermek değil. ‘Ama onlarda..’ diye başlayan bir cümle kurma gibi bir niyetle de yazılmadı. Halk oyuyla iktidara gelen bir hükümetin frensiz gitme eğiliminin yol açtığı tehlikenin o günlerde Menderes’in en büyük dış destekçisi ABD tarafından dahi görülmüş olduğunu bugün kayda geçmemiz önem taşıyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) içinden çıkan bir cuntanın ülkenin yönetimine el koyması, o günkü -azgelişmiş- siyasi iklim ve anlayış içinde Demokrat Parti (DP) ve Bayar-Menderes muhaliflerini mutlu etmiştir. Daha acısı, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamını -belki daha az sayıda, ama sesi çok çıkan- bir grup tarafından alkışlanmış olmasıdır.
Cuntanın hazırladığı 1961 Anayasası’nın özgürlükçü unsurlar içermesi, olayın bir askerin seçilmiş yönetime el koyması olduğu gerçeğini perdelemiş bir devrim yanılsamasına yol açmıştır.
Gelinen noktada, yıllarca 27 Mayıs’ın arkasındaki itici güç olmakla suçlanan CHP’ye Genel Başkan seçilen Kemal Kılıçdaroğlu, ilk kapsamlı siyasi demecinde, 50 yıl sonra ‘27 Mayıs’ı yapanlar bugün utanıyor’ demiştir. Yalnızca askeri darbeleri kınamakla yetinmemiş, 28 Şubat ve 27 Nisan gibi psikolojik operasyonları da kınamış, askeri harcamaların şeffaf sivil denetime anmasını, askeri yüksek yargının kaldırılmasını istemiştir.
Bugün 27 Mayıs askeri dabesinin, ilerici bir devrim olduğunu savunanlar, sevindirici bir şekilde, toplumun gerçekten marjinal kesimleri kalmıştır.
Genelkurmay’da da değişim
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ güzel bir uygulama başlattı. Mustafa Kemal Atatürk’ten başlayarak, sırasıyla İnönü, Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak gibi Kurtuluş Savaşı kahramanları için anma toplantıları düzenletti.
Daha önce söz etmiştik, Karabekir yıllarca karalanan, unutturulmak istenen bir isimdi. Mareşal Çakmak da öyle...
19 Mayıs’ta da yine böyle bir tören düzenlendi. Törende bir kısmı ilk defa yayınlanan görüntüleri içeren bir elektronik disk medyaya dağıtıldı. Bu diskte önemli bir ayrıntı, güncel haber kovalamacası içindeki biz gazetecilerin dikkatinden kaçtı. Sonra izleyince fark ettim ki, görüntüler ağırlıkla Atatürk’ün Başbakanı Celal Bayar ile çıktığı yurt gazilerine aitti.
27 Mayıs’ın 50’inci yıldönümüne bir kaç gün kala Genelkurmay’ın böyle bir vurgu yapması tesadüf olamazdı.
O törendeki paneli yöneten değerli tarihçi Prof. Dr. Hikmet Özdemir’in tavsiyesiyle Başbuğ’un yaptığı konuşmayı bir kez daha ve dikkatle okuyunca, önemli ayrıntıyı fark ettim.
Başbuğ’un konuşmasında, Atatürk’ün duygusal değil, akılcı karar veren bir lider olduğunu anlatırken Celal Bayar’ın bir sözünden alıntı yapıyor, “Üçüncü Cumhurbaşkanımız” saygı vurgusunu ihmal etmiyordu.
50 yıl önce üçüncü cumhurbaşkanını Çankaya’dan apar topar alıp, Yassıada’da idam cezasına çarptırılmasına yol açan, Başbuğ’un o dönemki selefi Cemal Gürsel idi.
Ama bu rastlantı değildi. Başbuğ, 25 Nisan’da, Mareşal Çakmak’ı anma töreni ardından gazetecilerin soruları üzerine açıklama yaparken de şunu söylemişti:
* “Türkiye elbette 1960’lardan beri benim jenerasyonum en azından benim de yaşadığım geçmiş dönemlerle ilgili elbette Türkiye’de bazı olaylar yaşandı. Ama biz diyoruz ki Silahlı Kuvvetler olarak, bugün artık bu olayların geride kaldığını biz değerlendiriyoruz. Ayrıca, bu süreçte yaşanan olaylardan bakın herkesin, kendi payına düşen bölümlerinden gerekli dersleri de çıkardığını düşünüyoruz.”
Başbuğ, bu konuşmasında, daha önce demokrasiye karşı olanların artık orduda “barındırılmayacağını” söylediğii de vurgulamış.
Yeter mi? Belki tam bir arınma için daha net ifadeler gerekiyor. Daha önemlisi, söylemde olduğu kadar eylemde de demokrasiye bağlı olmak, bağlı kalmak.
27 Mayıs 1960’da Harbiye’yi sokağa döken son sınıftaki ağabeylerinden yedisinin, beşi orgeneral, ikisi korgeneral rütbesiyle 2002 Ağustos ayında aktif görevde olması ve Kasım’da AK Parti’nin tek başına hükümet kurmasıyla belli ki depreşen darbe nostaljisinin, sivillerden de önce Gürsel’in bir başka halefi, Başbuğ’un bir başka selefi Hilmi Özkök tarafından engellenmiş olduğu inancı bugün yaygınlaşıyor.
Türkiye değişiyor. Ne var ki, değişim her kurumda, her alanda aynı viteste, aynı özelliklerde olamıyor; yine de asker-siyaset ilişkileri bu değişimden payını alıyor.