1 Mart 2010
Tarihsel olaylardan uzaklaştıkça onlara verdiğiniz anlam değişir. Bunun bir nedeni kendi koşullarınızın, düşünme ve algılama biçiminizin değişmesidir, ama bu yönde radikal bir değişim olmasa bile zamanın geçmesi geçmişe yönelik bir ‘mesafe’ duygusu getirir. Bir tabloya yakından bakmakla, onu etrafındaki diğer tabloların ortasında, bir başka bütünün parçası olarak görmek arasındaki farka benzer şekilde, söz konusu tarihsel olayı da daha geniş bir arka plan önünde görmeye başlarsınız. Bu mesafe büyüdükçe, olayı anlamlandırmak üzere kullandığınız tarihsel zemin de genişler.
28 Şubat’a ilişkin değerlendirmeler de bu etaplardan geçti. Yaşandığı dönemde özellikle medyada büyük bir kırılma yaşanmıştı. Laik kesimin kendisini özdeşleştirdiği basın organları darbeden yana tavır almışlar, müdahaleyi laiklik, çağdaşlık, modernlik ve buna benzer bir dizi ulvi kriter adına övmüşlerdi. Buna göre askerler Cumhuriyet’in ‘kazanımlarının’ tehlike altına girmesiyle birlikte sorumluluklarının gereği olan adımı atmışlar, üstelik bunu silah kullanmadan yapmışlardı. Bu durum toplumun gelişmişlik ve bilinç durumunu yansıtmaktaydı ve medyanın kendisi de bu sayede laik kesimin ‘bilinci’ payesini elde etmişti. Çünkü 28 Şubat’ın medya desteği olmadan gerçekleşemeyeceği açıktı ve nitekim medya da tüm süreç boyunca bu işlevini gönül rahatlığıyla yürütmüştü.
Bu geniş grubun karşısında ise Cumhuriyet’in makbul vatandaş ölçütleri açısından meşruiyet zaafı çeken dindar kesimin, sesi pek çıkmayan yayın organları ile laik medyadaki bazı aykırı köşe yazarları bulunmaktaydı. Yapılanın askerin siyaset üzerindeki baskısını konsolide eden ideolojik bir manipülasyon olduğunu, demokrasinin tam zıttı noktada yer aldığını ve gerekçelerinin de yüzeysel veya sahte olduğunu öne sürüyorlardı.
Ancak yorumlar birbirinin tamamen tersi olsa da, her iki taraf da doğal olarak askeri merkeze alan bir analiz yapmaktaydı. Böylece olayın sıcaklığını koruduğu dönemde 28 Şubat da, doğal olarak askerin niteliklerini ortaya koyan, dolayısıyla zaten baştan toplumu edilgenleştiren bir tahlil çerçevesinde ele alınmış oldu.
Ancak zaman içinde 28 Şubat’ın sonrası bizzat müdahalenin parçası gibi algılanmaya başlarken, analizin yönü de failden uzaklaşarak topluma yöneldi. Çünkü 28 Şubat’ın beklenmeyen bir katalizör etkisinin olduğu, dindar kesim açısından bir tür ‘ebelik’ yaptığı ortaya çıkmıştı. Kısa bir süre içinde Erbakan zihniyetinin yerini Erdoğan zihniyetinin aldığına tanık olundu. İslami kesimin 28 Şubat öncesinde Erbakan zihniyetini aşmak üzere olduğunu, 90’lı yılların her alanda kendi kabuğunu yırtan yeni nesil bir dindar kimlik ürettiğini gözlemlemiş olanların bile tahmin edemedikleri bir hızla, İslami duyarlılığın siyaseti dönüştü. Böylece tarih, toplumu tanımayan ‘başarılı’ darbecilerin bazen nasıl tam da istemedikleri şeyi ürettiklerini gösteren yeni bir örnek sundu. Bugün geriye bakıldığında Erbakan siyasetinin ne denli devlete uygun olduğunu ve bu imkânı kendi elleriyle yok eden ‘devletçilerin’ nasıl tongaya düştüklerini anlıyoruz. Erbakan siyaseti tümüyle devletçi ve milliyetçiydi. Devletin istediği türden bir laikliğe yabancı olmaları ise, devlet açısından son derece elverişliydi, çünkü istendiği an yetkileri elinden alınabilecek potansiyel bir ‘gericilik’ timsali olarak kenarda tutulabilirdi. Dolayısıyla eğer asker 28 Şubat’ı yapmasaydı, dindarların siyasetini devletçi bir kalıp içinde tutmaya devam edebilecek ve İslami kesimdeki değişimin siyasete yansımasını belki de daha uzun yıllar engelleyebilecekti.
Ne var ki askerlerde böyle bir değerlendirme derinliği ve öngörü yeteneği yoktu. Müdahaleyi gerçekleştiren ve bununla gurur duyan askerlerin demeçlerine bugün geri dönüp bakarsanız, sahip oldukları bakışın sığlığını ve ardında yatan topluma ilişkin bilgisizliği görebilirsiniz. Böylece 28 Şubat ‘hayırlı’ bir işlevle birlikte anılmaya başlandı ve toplumsal değişimin manipülatif mühendislikle engellenemeyeceğini ortaya koydu. O noktadan itibaren 28 Şubat’ın psikolojik kullanımı yer değiştirdi. Giderek bu müdahale dindar kesimin demokrasi mücadelesinin ve hak taleplerinin karşıt sembolü haline dönüştü ve bizzat yaşanmış olmasıyla söz konusu talepleri haklı kıldı.
Bugün ise başka bir evredeyiz... Ergenekon dava süreci işliyor, Balyoz darbe planını kotarmaya çalışanlar tutuklanıyor, AKP hükümeti ise Cumhuriyet tarihinin görmediği kadar sağlam duruyor. Bu tablo bize 28 Şubat’ı doğrudan devlet içinde değerlendirme fırsatı veriyor ve bu müdahale üzerinden Cumhuriyet rejimine yeniden bakıyoruz. Olaya mesafe aldıkça ortaya çıkıyor ki, 28 Şubat aslında en ‘başarılı’ gözüktüğü noktada bile bir yenilgiymiş. İslami kesimdeki değişim AKP’de somutlaşmasa bile bu bir yenilgi... Çünkü 12 Eylül darbe gerektirmeyen bir düzen kurmuştu. Düşünün ki yürütmeyi tamamen kadük edecek güçte bağımsız bir üst yargı mekanizması oluşturulmuş ve bu sistemin aldığı kararların yargıya götürülmesi engellenmişti. Askeriyede ise paralel bir üst yargı mekanizması ihsas edilerek, askerlerin sivil dünyanın denetiminden tümüyle kurtulmaları sağlanmıştı. Ayrıca Cumhuriyet Başsavcılığı bir tür ‘tetikçi’ gibi düşünülmüş, bütün siyasi partilerin kapatılabileceği bir ortam yaratılmıştı. Ve nihayet sistemin sigortası olarak da, bu siyasi dengeler sayesinde askere yakın olacağı kesin olan bir cumhurbaşkanı garanti edilmişti.
Ama buna rağmen 28 Şubat’a ihtiyaç duyuldu... Böylesine muhkem bir sistem bile yeterli olmadı ve asker sistemin dışındaki bir aktörden, yani medyadan destek almak zorunda kaldı. Ne var ki bu sistemin çöktüğünün de habercisiydi, çünkü sonuçta medya ‘sivil’ bir alan ve oraya başka sivillerin girmesini engellemek o denli kolay olmayabiliyor.
Yapıldığı noktada işlevini yerine getiren, başarılı bir müdahale gibi gözüken 28 Şubat, aslında 12 Eylül rejiminin ve Cumhuriyet’in vesayetçi zihniyetinin çatladığı yerdi. Leonard Cohen’in bir şarkısında şöyle bir mısra var: Her şeyde bir çatlak vardır... Ve ışığın girdiği yer de orasıdır.