CHP elhamdülillah enternasyonalist

-
Aa
+
a
a
a

1 Mart 2010

Fuat UğurStar

Zekeriya Sertel “Hatırladıklarım” adlı kitabında, Türkiye’nin hafızasına tıpkı bir 6-7 Eylül olayı gibi kazınan “Tan Matbaası Baskını”nı şöyle anlatıyordu: “4 Aralık, 1945 gününün sabahı üniversiteli faşist gençler ellerinde önceden hazırladıkları baltalar, balyozlar ve kırmızı mürekkep şişeleriyle matbaaya  saldırdılar... Amaçları, bizi çırılçıplak soyup üzerimize kırmızı boya dökmek ve sonra önlerine katıp sokaklarda “İşte kızıllar,” diye sergilemekti. Göstericiler bizi bulamayınca Sabahattin Ali ile Cami Baykurt’un çıkardığı La Turquie gazetesini yerle bir ettiler.”

 Artık bilmeyen kalmadı. O göstericiler arasında Cumhuriyet Gazetesi Yayın Kurulu Başkanı ve “ulusalcılar”ın idolü İlhan Selçuk ile eski Cumhurbaşkanı ve Başbakan Süleyman Demirel de vardı. Her ikisi de bu saldırıda oldukları ortaya çıkınca “Biz yürüyüşe katıldık, matbaa baskınında yoktuk” dediler. İnandırıcı olmayan, ama tarihe geçen açıklamalardı.

İlhan Selçuk ile Demirel

Tan Matbaası baskını ile ilgili araştırma yapan gazeteci Can Dündar, bu noktada ilginç bir soru yöneltiyor: “Kendini ırkçı ve Turancı olarak tanımlayan Celadet Moralıgil’le solun en itibarlı ismi olacak İlhan Selçuk’u, AP’yi devralacak Demirel’le CHP’den bakan olacak Ali İhsan Göğüş’ü aynı yürüyüşte buluşturan hangi ortak paydaydı?”

Tan gazetesinin sahipleri Sabiha Sertel ile Zekeriya Sertel Türkiye’de barınamadılar ve kaçmak zorunda kaldılar. Ve geçen yıl, onların anısına kurulan Sertel Vakfı Demokrasi Ödülü’nü İlhan Selçuk’a verdi. Vakfın Başkanı Zekeriya ve Sabiha Sertel’in kızı Yıldız Sertel’di. Di’li geçmiş kipi kullanıyorum çünkü geçtiğimiz haftalarda o da hayatını kaybetti.

Türkiye’de solun trajik ölümüyle eş anlamlı bir kayıptı Yıldız Sertel’in kaybı.

Son yıllarda Türkiye’de kendini “sol” ya da “sosyalizm” sözcükleriyle tanımlayan, geçmişte bu ideolojiyle hamuru yoğrulmuş olan isimlerin militarizm, ulusalcılık ve hatta kör milliyetçilikle hemhal oluşlarını kaygıyla izleyenler açısından bir başka örnek ise CHP yöneticilerinden milletvekili Kemal Anadol’un durumu. Türkiye Komünist Partisi üyesi olan Zihni Anadol’un oğlu olan Kemal Anadol’un kendi de TKP ile yakın ilişkiye girmiş ve TKP’nin egemenliği altındaki DİSK tarafından 1977 seçimlerinde parlamentoya girişi desteklenmişti. Onunla birlikte CHP içinde bir TKP’li ya da TKP sempatizanı 15 milletvekilinden oluşan bir grubun varlığından söz ediliyordu. Zaten Taraf gazetesinde geçen ay yayınlanan 12 Eylül belgelerinde onların bu kimlikleri askerler tarafından da vurgulanmaktaydı.

Ama Kemal Anadol 1990’a dek bugünkü CHP ile taban tabana zıt sosyalist fikirleri savuna geldi. Hatta Cem Boyner’in liderliğindeki Yeni Demokrasi Hareketi’ne katılan Kürtlerle ilgili en radikal fikirleri savundu. Bugün, Başbakan Tayyip Erdoğan, demokratik açılımı Meclis’te anlatırken yerinde duramayan, Erdoğan’a Baykal’ın tetikçisi sıfatıyla defalarca saldıran, sataşan da o. Onun gibi akla gelebilecek yüzlerce isim var, aynı kaderi paylaşan. Hepsi de 1945’le çok partili sisteme geçen demokrasi maceramızın yaşadığı travmatik ideolojik kırılmalardan en derin biçimde etkilenmiş isimler. Hep ordunun yapacağı bir darbeye bel bağladılar iktidara gelmek için. Hep kKmalizmi sosyalizm sosuna bulayıp akılları karıştırdılar. Ama hep de Kemalist ve Atatürkçü ordudan sağlı sollu tokat yediler.

Kadro Hareketi kadrolaştı

Bu tokat yeme alışkanlığı esasında onların ideolojik atalarının da alışkın olduğu bir durumdu ve varoluş sebebi 1932 yılına kadar dayanıyordu ve adı Kadro Hareketi’ydi. Sürekli olarak Kemalizme yamanmaya çalışan ama sık sık da yine Kemalizmden dayak yiyen, her sopadan sonra ona daha bir aşkla bağlanan bugünün “ulusalcısı” eski “solcu-Marksistler”in atası olan Kadro Hareketi, Şevket Süreyya Aydemir, İsmail Hüsrev Tökin, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dan oluşan bir grup aydın tarafından çıkarıldı. Bir yıl sonra, dönemin subaylarından Mehmet Şevki Yazman da bu “Kadro”ya katıldı. İlk yayınlarında amaçlarını “Türkiye’de ihtilal yapılmış ama durmamıştır. İhtilal, inkılabın gayesi değil vasıtasıdır ve henüz son söz söylenmemiştir.

Bu yüzden bu sürece bir ideolojik çerçeveye oturtmak gerekmektedir. Kadro hareketi de bu ideolojik çerçeveyi oluşturacaktır” diye özetliyorlardı.

Kemalist yönetimi yönlendirmek isteyen ama bunu yaparken Kemalist yönetenleri ve devleti analizlerin dışında tutmayı yeğleyen Kadrocuların amacı özetle şuydu: Ulusalcılığı, pozitivizmin ve tarihsel materyalist bakış açısının içine yerleştirmeye çalışmak. Kadro’nun kadrolarının geçmişlerine baktığımızda onların, Moskova’daki “bilimsel komünizm” eğitimleriyle, iktidarı yönlendirme konusundaki oportünizmlerini harmanlandıklarını söylemek yanlış olmaz.

Kadro hareketinin bir ölçüde yaratıcısı konumunda olan Şevket Süreyya Aydemir’in hayatı bu bakımdan ilginç bir ders niteliğindedir. Aydemir, 1921 yılında Nazım Hikmet ve Vâlâ Nurettin’le birlikte Moskova’daki “Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi”nde Komünizm teorisi ve taktiğini kapsayan toplumsal bilim üzerine öğrenim görmüş, Marksizm-Leninizm üzerine görüşler ortaya koyabilen bir teorisyen konumuna yükselmişti. Aydemir’in Kadro hareketiyle ulusçu akım oluşturmaya çalışması ise tesadüf değildi. Çünkü Moskova’ya gitmeden önce zaten Turancı akımların içindeydi. Yani bir bakıma aslına rücû etmiş oldu Kadroculuğuyla. Kadrocular, devletin ağır sanayinin kurulmasında doğrudan rol almasını ve plânlı bir gelişmeyi savunuyorlardı. Sermaye birikimi meselesini de “kapitalist olmayan sermaye birikimi stratejisi” ile açıklıyorlardı. Bu görüşün Brejnev döneminde Sovyetler Birliği’nin etki alanı içinde kalan Yemen, Libya, Irak, Mısır, Suriye gibi ülkelerde uygulanan “kapitalist olmayan yoldan kalkınma modeli” ile ne kadar örtüştüğüne dikkat çekmek gerek.

Türkiye’nin darbeci Yön’ü

Kadro’nun diğer üyesi Vedat Nedim Tör ise 1927 yılındaki komünist tevkifatına kadar TKP’nin Genel Sekreterliğini vekâleten yürütmekteydi. Tevkifat’ta o da tutuklandı ama yoldaşları tarafından hiç affedilmedi. Çünkü 40 arkadaşını ihbar ettiği ileri sürülüyordu. Zaten bu tutuklama Aydemir ile Tör için bir dönüm noktası oldu. Her ikisi de Komünist Parti içinde Komüntern’in direktiflerine direndikleri, partiye milliyetçilik bulaştırdıkları için eleştiriliyorlardı. Sonuçta parti içi mücadeleyi kaybedip ihraç edildiler. Eski TKP’li Vedat Nedim Tör’ün arkadaşlarını ihbar edip kurtulması ile yine eski TKP yandaşı bugünün Ergenekon sanığı Mustafa Balbay’ın 12 Eylül’de arkadaşlarını ihbar edip kurtulması, ardında da ulusalcı olması arasındaki paralellik ise son derece dramatik bir manzara ortaya koyuyor.

Ancak Kadrocuları ilk önce alttan alta destekleyen Mustafa Kemal, görüşlerinde “gemi azıya aldıklarını” müşahede ederek, biraz da CHP Genel sekreteri Recep Peker’in gayretiyle bu akıma nokta koydu. Çünkü serbest piyasa rejimine geçirmek istediği Türkiye’de sosyalizm fikrini dolaylı yollardan empoze eden bir akıma daha fazla hoşgörülü davranamazdı.

Stalin modeli Türk tipi

Sonunda ekip dağıtıldı. Kadro dergisinin Yakup Kadri Karaosmanoğlu dışındaki tüm üyeleri devlet memuru olduğu için derginin sahibi olamıyorlardı. Bunun üzerine esnek bir girişimle Yakup Kadri Karaosmanoğlu Arnavutluk’a diplomat olarak atandı ve 1934’te bu hareket de bitmiş oldu. Kadro kapanmıştı ama kendinden sonraki birçok hareketi etkilemeyi başarmıştı. 1960 sonrasındaki Yön Hareketi, Doğan Avcıoğlu liderliğinde öne çıktı.

Yön Hareketi, Kemalist iktidarı fikirleriyle etkilemeye çalışan Kadroculardan farklı olarak “devrim”i, yani “darbe” yi amaçlıyordu. Onlar da Kemalist askerî-bürokratik eliti etkilemek için geniş çaplı örgütlenmelere gittiler. 9 Mart 1971 başarısız darbe teşebbüsünden sonra bugünün uslanmayan darbekârı İlhan Selçuk’un da aralarında bulunduğu yüzlerce kişi tutuklandı, işkencelerden geçti, yıllarca hapis yattı. Görüleceği gibi geniş kesimleri Stalin’in milliyetçi okulundan yetişme olan Türk Solu’nun milliyetçiliği bu anlamda hayli eskilere dayanır. Yolunu yitirmiş bir akım olarak tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş gibi görünen Kadro hareketinin günümüzde hangi eller vasıtasıyla yeniden diriltilmeye çalışıldığını kestirmek hiç de güç değil. Bugün ırkçı ve faşizan bir çizgide yayın yapan “Türk Solu” dergisi buna çok güzel bir örnek.

Bir enternasyonalist sosyalist olan Che Guevera ile ülkesinde kapitalizmin temellerini atan Mustafa Kemal Atatürk’ü aynı sepette tartan, yanına bir Lenin’i ve Mao’yu koyup borç çorbası yapan bu anlayış, günümüzün Marksist solu tarafından da ağır biçimde eleştiriliyor.

 “Marksist Tutum” dergisinden Levent Toprak kendine “sol” diyen ulusalcı ve darbeci akımı şu satırlarla değerlendiriyor: “Milliyetçiliğe karşı hiç de sağlam bir ideolojik belkemiği olmayan Türk solunun geniş kesimleri sağlıklı bir enternasyonalizm anlayışına ulaşamamış ve kendisini nihayetinde hep takatsiz bırakan milliyetçi virüsü bünyesinde taşımıştır. Bu milliyetçi maraza rağmen, söz konusu sol kesimler, enternasyonalist geçinmeye de devam ediyorlar. Lafa gelince “elhamdülillah” enternasyonalistler! Ama gerçekte ise bin dereden su getirip milliyetçiliğe özür buluyorlar, onu enternasyonalizm ilkesiyle gerdeğe sokmak için akrobatlara rahmet okutacak taklalar atıyorlar. Öyle anlaşılıyor ki, Türk solunun bünyesine işlemiş bu sosyal şovenizm illeti daha uzun süre devam edecek.”

‘Ulusalcı sol’ garabeti

Aslında bu duruma hiç de şaşmamak gerekir. İsterseniz geçmişteki sol parti ve ileri gelen sosyalist liderlerin şu sözlerine dikkat edelim. TİP’in ilk Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar: “İşçilerin vatanı yoktur demek yanlıştır; işçilerin vatanı vardır, çok şükür ki vardır ve biz böyle vatanı olan bir sosyalizm kuracağız.”

“Milli demokratik devrim” tezinin önderi olan ve kendisi de bir enternasyonalist olarak Yunan iç savaşına katılıp silah tutan 60’lı yılların kıdemli sosyalisti Mihri Belli ise Fransız sosyalist liderlerinden Jean Jaures’nin görüşlerine atfen şöyle diyor:  “Milliyetçiliğin azı seni enternasyonalizmden uzaklaştırır, milliyetçiliğin derini seni enternasyonalizme götürür.”

Sonuçta gelinen noktada CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nun “CHP dışındaki sol öldü, onun için sağa açılıyoruz” sözlerine şu katkıyı yaparak bitirmek istiyorum: Aslında ölen sosyalist sol değil, sosyalist görünümlü ulusalcı sol. CHP’nin kerameti kendinden menkul solculuğu ise sadece bir vehimden ibaret. CHP’nin sağa açılmasında bir sakınca yok. Zaten bilimsel anlamda sağ tarafta yer alıyorlar.