Mehmet Ali Ağca’nın tahliyesinin Hrant Dink’in katledildiği 19 Ocak’tan bir gün öncesine denk gelmesi, kaçınılmaz olarak memleketimizin katil-maktul denklemi üstüne bir söz söylüyor.
Ağca’nın avukatı Hacı Ali Özhan, müvekkili hakkında ‘yalan yanlış’ haberler çıkmasından müştekiymiş. “Olumsuz ve aşağılayıcı yorumlarla geçmişin acılarını istismar ederek düşmanlık üretmek yerine sevgi, anlayış ve hoşgörüyü amaçlayan yayınlara ihtiyaç varken 30 yıl hapis yatmış birisine haksızlık yapılmaktadır” demiş. Avukat, Ağca’nın dünyanın her yerinden sayısız film, kitap teklifi aldığını, onları değerlendirip bir karar vereceğini de müjdeliyor. Bir de Ağca, beş kıtayı gezmeyi düşünmekteymiş. Yakışmaz mı? Hatırlarsınız, Ağca, 12 Ocak 2006’da serbest bırakılmış, Adalet Bakanlığı’nın itirazıyla Yargıtay, tahliye kararını oybirliği ile bozmuştu. Tekrar tutuklanıp Kartal H Tipi Cezaevi’ne yollanmıştı. Artık bitti. Dönüşü besbelli muhteşem olacak.
Artık bizim de dünya çapında ünlü bir katilimiz var işte. 2006 yılında yaşadığımız şaşkınlıktan da eser yok artık. Çıkışına “Taşeron Mesih” adlı bir biyografi bile yetiştirildi. Saygı Öztürk yazmış. Ne çok satacak kim bilir.
2006 yılında basın farklı bir ruh iklimindeydi. Sanki dünya ayaklarımızın altından çekilmişti. Evet, doğru. Katil aramızdaydı! Ama zaten hep öyle değil miydi?
Herkeste (Adalet Bakanı’ndan sokaktaki vatandaşa kadar) bir çaresizlik, bastırılmış bir isyan, vakur bir celâl vardı. Başımıza bu da mı gelecekti?
Gurur duyan Türkiye’yi temsilen hapishane kapısında Ağca’yı bekleyen bir avuç, kim bilir ardında ya da istikbalinde kaç şeref leşi olan ‘isimsiz’ dışında kimsenin aklı yatmıyordu demek Ağca’nın aramıza katılacağına; katılır katılmaz komünistlere atıp tutacağına, tehditler savurarak iş başı edeceğine?
Oysa katilleriyle koyun koyuna yaşamaya, hatta giderek onların katil olduklarını unutup kravatlarına bakmaya, gün görmemiş sıpacıklar gibi saygıyla titreyerek onların deneyimlerinden yararlanabilmek amacıyla ağızlarına mikrofonlar tutmaya ve bunu asla yadırgamamaya alıştırılmış bir toplumuz. Bu toplumun birlik ve beraberlik içinde başarıyla oynadığı ortak rol, şaşkınlık olagelmiştir. Bu memlekette her an her koşulda şaşırabileceğimizi, bunun toplumumuzun olağanüstü dinamiğinin işareti olduğunu da böbür böbür hatırlatırız yeri geldiğinde.
Oysa varoluşumuz, unutup barıştırılmak, zorla ve her koşul altında bildiklerimizden kuşkulanmaya yönlendirilmek üstüne mümkün olmaktadır. Yani yegâne varoluş imkanımız katillerimizle bir arada, saygı sınırları içinde seviyeli bir ilişki sürdürmektir.
Mehmet Ali Ağca, kardeşinin de birkaç yıl önce gururlu bir mahalleli diliyle hatırlattığı gibi beynelmilel bir şahsiyettir. Gavurun tanrısına ateş etmiş, kubbe altında bağışlanmış, bu toprakların yetiştirmiş olduğu en şöhretli dünyalıdır. Kendini Mesih ilan etmişliği de cabası. Dudak uçuklatan bir sır perdesinin önünde duran işte böylesine zengin bir psikolojik malzeme. Yargısıyla, siyasi partileriyle, hükümeti ve basınıyla memleketin bütün güçleri onun serbest kalmasına karşı görünürken belki de gerçekten tanrının gizemli işleri çerçevesinde bir mucize koyuvermişti bu deli sandığımız mesihi parmaklıkların dışına.
Şaşkınlıktan ve vatanı adına duyduğu hicaptan sesi toklaşmış, yıkılmış fikir erbabına bakacak olursanız, basınımızın vicdani kaslarına hayran kalmamak mümkün değildi.
Oysa bu katil kadroyla amir-memur ilişkisi kanıtlanmış efendilerini silbaştan politik hayatlarının başında gazete kapılarında karşılayan, onların kalkan peşindeki kimliklerini meşrulaştıran aynı basın değil miydi? Pekiyi, bu adamlara dokunulamadıkça, onlar konuşmadık-konuşturulamadıkça, onların beslemesi bu gururlu katillerin içeride sonsuza dek tutulabilmesi mümkün müdür? Herkes kendi payına susarken, pazarlıktan başına düşen bedeli de ödülü de iyi biliyor? Patronları hâlâ subaşlarını tutmuş, devletin sır kasalarının üstünde otururken Ağca ve benzeri katillerin artık tatlı emeklilik günleri gelmiştir.
Ağca ve tetik arkadaşlarıyla saygıdeğer efendilerinin işleri hiç de o kadar karmaşık, anlaşılamaz değildi. Yıllar boyunca kaydeden kaydetti. Saygınlığından hiçbir şey kaybetmeden, burnundan kıl aldırmadan karşımızda dikilen kurum ve kahramanlar, aşkıyla yanıp tutuştukları vatanları için savaşırken yarattıkları cehennemde üretti bu kadrolu zebanileri. Suyunu, silahını, kokainini, gururunu, ticaretini, haracını eksik etmedi. Gözü gibi baktı bu özel canavarlara. Kendi esas suretlerini tavan aralarında kilit altında tuttukları için tetikçileri kadar korkunç gelmiyorlar insanın gözüne.
Kimi ‘reforme’ ülkücü fikir erbabı daha o zamandan öfkeliydi. Solcu olsa kimsenin böyle itirazı olmazdı diyesiydi emekli şerefliler. Katilime dokunma diyorlardı açıkça.
Bu tahliye, uzlaşma barışma aynı potanın içinde erime projesinin önemli adımlarından biriydi. Hayatımızın her kuytusuna sinmiş, her yandan bizi kıskıvrak esir almış olan bu soylu büyük Türk projesi, sandığımızdan da güçlü direniyordu, değişime. Hâlâ da direniyor. Şimdi avukat bu topluma sevgi ve hoşgörüyü hatırlatıyor. Kanlı bir katil adına. Biz bu dili de gayet iyi biliyoruz.
İpekçi cinayetinin kilit ismi Oral Çelik (hani Malatya’da öldürülen öğretmenle ilgili dava dosyası kaybolmuştu) saygın bir işadamı olmadı mı? Malatyaspor’un başkanı bile oldu. Savcı Doğan Öz ile 7 TİP’linin katili Haluk Kırcı 91’de Bursa Cezaevi’nden ‘yanlışlıkla’ tahliye edilmemiş miydi? 96’da yakalandığı gün İstanbul’da firar etmiş, 99’da yakalanıp 2004’te yine ‘yanlışlıkla’ tahliye edilmemiş miydi? Çatlı’yı hatırlatmaya ne gerek; Susurluk’ta arabadan çıktığında ondan yiğit bir Anadolu delikanlısı, Yılmaz Güney’in sağa bakanı yaratma çabasına girmiş ‘uygar beyaz’ basın erbabını unuttunuz mu? Mehmet Şener’e hiç dokunulamadı.
Ya Ağca’yı eylem yerine kendisinin götürdüğünü söyleyip 10 yılla kurtulan Yavuz Çaylan’a ne demeli? Az kalsın MHP İstanbul İl Başkanı oluyordu. Yalçın Özbey, ki Ağca İpekçi’yi onun öldürdüğünü söylemişti, şimdi Brüksel’de ticaret yapıyor. Uluslararası silah ve uyuşturucu kaçakçısı ve Ağca’nın para kasası Abuzer Uğurlu’nun kaç kere yakalanıp diğer şeref erbabı hempaları gibi mistik yollarla serbest bırakıldığını hatırlıyor musunuz? Balgat katliamının İsa Armağan’ı yedi yıl yatıp çıkmadı mı? Ardında katliamlar olan diğer bir yiğit; İbrahim Çiftçi dört idam kararından sonra tahliye edilip iş hayatına atılmadı mı? MHP Genel Başkanlığı’na adaylığı da neden unutulsun? Bu memlekette bu isimleri say say bitiremeyiz. Üstelik bunlar telaffuz edebildiklerimiz. Bu kirli maşaları, bu gariban psikopatları yetiştiren, örgütleyen, kullanan, onlara şeref, memleketlerine gurur yakıştıranların adlarını açıkça anmak suça girer. Hem de öyle bir suç ki cezasını yukarıda andığım katillerden çok öderim.
Bu sorgulanamamış suçlularla birlikte uygar Türkiye’nin geniş ufuklarına bakıyoruz nicedir.
Ağca’nın biraderi, Abdi İpekçi’nin tıynetini sorgulama cüretini göstermişti. Kurbanların tıynetini sorguya açmak, elbet iyice alışkın olduğumuz bir tarih okuması. Bu da en azından tanımayan, bilmeyen, kendisine pek az şey aktarılmış yeni kuşakların kafasında katil-maktul ilişkisi açısından o kadar da berrak olmayan bir tablo oluşmasına yol açacaktır. İyi ya. Canım bakma, o İpekçi de az değilmiş hani!Hrant için de yüksek rütbeli subaylardan en müptezel fikir adamlarına kadar çeşitli zevat benzer sözler üretmemiş miydi?
Devletin bütün aygıtlarının seçimi bellidir. Yüzyıl kadar önce, yıkılıp üstüne yeni Cumhuriyet’in inşa edildiği Osmanlı’nın yok ettiği -edilmesini örgütlediği- edilmesine göz yumduğu bir milyon civarında Ermeninin akıbeti üstüne soru sormak sizi anında hain kılacaktır. Lincin yolları en yüksek otorite tarafından açık tutulur. Ama arkasında kim bilir kaç ‘leşi’ olduğu bilinen, bu konuda gizlisi saklısı kalmamış bir maşa katilin cezaevi kapılarında aşk ve gururla karşılanması, kardeşi tarafından Abdi İpekçi’ye yönelik kirli sözler edilmesi karşısında otoritenin bir asabiyetiyle karşılaşmayız. Aksine, oldukça anlayışlı davranılıyor zaten bu yiğit orta Anadolu güzellerine. Onlar cesur. Onlar kilit tutmuyor. Tanrı onların yanında. Onlar bize sevgi, saygı ve hoşgörüyü öğretecek.