1 Ocak 2010Referans Gazetesi
Doğrusu 2009 yılının hem dünyaya hem de Türkiye'ye bıraktığı mirasın iyi olduğu söylenemez. Ama olayın sadece bu yönüne bakıp, yılın ilk günü karalar bağlamanın da anlamı yok. Eğer ortada sorun varsa, çözümü de vardır. Niyeti olan, er ya da geç çözer.
İktisadi yaşamımıza ilişkin olarak da sorunlarımız 2009 yılında biraz daha ağırlaştı. Geçen sene, bazılarımız kendilerini bunun böyle olmadığına inandırmaya kalkışarak, Türkiye'ye zaman kaybettirdiler. Bu sene de durumumuza hayıflanarak aynı sonuca varan bir başka hata daha yapmamalıyız. Yapılması gereken, sorunu doğru anlayıp çözüm bulmaktan ibaret. "2007 krizi" adını verdiğimiz ve halen sürmekte olan olay öyle sıradan, basit bir çalkantı değil. Küresel ekonomiyi sarsan ve Türkiye'yi de etkileyen bir olaydan söz ediyoruz. 2009 yılı, büyük bir olasılıkla 1999 yılından bu yana milli gelirimizin en çok düştüğü yıldı. İşsizlik oranında da rekor 2009'da. Özetle Türkiye çok ciddi bir darbe yedi.
Daha önceki yazılarımda da üzerinde durduğum gibi, "2007 krizi" Türkiye'yi tek bir dalga biçiminde vurup geçmeyecek. Merkez ülkelerinden gelen şokun (ilk dalga) arkasından, bu şoktan etkilenen diğer ülkelerdeki sorunların az ya da çok bize yansımasıyla karşılaşmaya başladık. (İkinci dalga). Dubai krizi somut bir örnek. Merkez ülkelerindeki kriz Dubai'yi etkiledi. Bu, bizim Dubai'ye olan ihracatımızın ciddi ölçüde azalmasına yol açtı. Ama dolaylı bir etki de Mısır'daki Dubai firmalarının üstlendiği inşaat projelerinin aksaması durumda görülecek. Öte yandan Dubai krizi bu tür olayların sonuncusu da olmayacak.
Bir de üçüncü dalga söz konusu. Sarsılan küresel ekonomik düzeni onarmak, yenilemek ya da değiştirmek için çalışmalar başladı bile. Önümüzdeki yıldan itibaren bazı öneriler üzerinde, ülkeler arasında uzlaşma sağlanacak ve bunlar yürürlüğe konulmaya başlanacak. Üzerinde uzlaşma sağlanamayan bir kısım öneriler ise bazı ülkelerde düzenlemeye dönüşecek. Bu ülkelerin önemli bir kısmının da küresel ekonomi içinde ağırlığı ve etki gücü yüksek. Sonuçta küresel ekonomide, Türkiye'yi ciddi bir biçimde etkileyen bazı değişmeler olacak. Bunların, mutlaka Türkiye'ye zarar verici nitelikte olacağını düşünmek için neden yok. Ama olası olumsuz yan etkilerinden kendimizi koruyacak önlemleri almazsak, pekâlâ "dost ateşine kurban" gidebiliriz. Oysa, bu gelişmeleri yakından takip eder ve kendi iktisadi kurumlarımızı da dönüştürmeyi becerebilirsek, ilk bakışta korkutucu görünen bu süreçten, ekonomimizi güçlendirmiş olarak bile çıkabiliriz.
Bu bağlamda en önemli engel Türkiye'nin gergin iç siyaset ortamı gibi görünüyor. Çünkü ekonomimizin kurumsal yapısını, işleme biçimini değiştirecek bazı "yapısal reformları" yaşama kavuşturmamız gerek. Bu aslında zor bir iş. İşin bir kere teknik yönü karmaşık. Üstelik, bir toplumda önerilen değişikliklerin herkesi memnun etmesi beklenemz. Ancak bu kişi ya da kurumları ihmal ederek "yapısal reform" yapmaya kalkışmanın maliyeti ise çok yüksektir. Onların muhalefeti reformların uygulanmasını zorlaştırabilir, hatta olanaksız kılabilir. Bu nedenle başarılı bir reform stratejisinin önkoşulu, olabildiğince geniş bir tabanda uzlaşı sağlamaktır. İşte bu noktada bir sıkıntı yaşıyoruz. Bir kere, Türk siyasal yaşamında güçlü bir uzlaşmacı geleneğin olduğu pek söylenemez. İkinci olarak Türkiye'nin içinde bulunduğu siyasal açıdan gergin ortam böyle bir konuda uzlaşma sağlanmasını daha da zorlaştırıyor.
"IMF ile anlaşma yapmak" bu sorunun bir çözümü olarak düşünülebilir mi? Bence hayır. IMF'yi "kurtarıcı" olarak görmekten vazgeçmek gerek. Olmayacak bir düş kurunca hem bize de yazık oluyor hem de IMF'ye. IMF, ancak, yapısal reformların bugünkü maliyetinin biraz azalmasına yardımcı olabilir. Bunun ekonomi üzerindeki olumlu etkisi IMF ile yapılan anlaşmanın uygulandığına iktisadi karar birimlerinin iyice güvenmesinden sonra görülebilir. Bu da 2011'de gerçekleşebilir. Yararlı da olur.