Cemil Koçak: 'Atatürk orduya güvenmiyordu'

-
Aa
+
a
a
a

11 Kasım 2009Taraf Gazetesi

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM Yakın dönemin ünlü tarihçisi Cemil Koçak’la dün ikinci bölümünü yayımladığımız söyleşiyi, kaldığımız yerden devam ederek bugün tamamlıyoruz. * * * NEŞE DÜZEL: Bizim ordu İttihatçı bir geleneğin etkisinden hiç kurtulabildi mi? CEMİL KOÇAK: Şu bir gerçek ki... 1945’e kadarki Atatürk ve İnönü dönemlerinde rejim esas itibarıyla orduya dayandı. Atatürk ve İnönü, cumhurbaşkanı olarak ordu komutanlarını bizzat atadılar. Ve bu komutanlar yıllarca hiç değişmediler. Zaten o dönemde sadece genelkurmay başkanı ve komutanlar değil, Halk Partisi’nin başkanı da değişmezdi. Sistem kendi içinde yenilenmeye izin vermiyordu. Çünkü kendinden başka kimseye güvenmiyordu. Orduya güveniyor muydu? Orduya da güvenmiyordu. Ordunun ne kadar hızlı taraf değiştirebileceğini tecrübeyle biliyordu. Bu yüzden de orduyu elinde tutmak için ordunun tepesindeki kadroyu aynen muhafaza ediyordu, değiştirmiyordu. Dolayısıyla 1945’e kadarki dönemde, hiç bir komutan ileride genelkurmay başkanı olacağı hayalini kuramazdı. Büyük bir ihtimalle bu durum ordunun içinde rahatsızlık yaratmıştır. Bir gün arşivler açıldığında bunlar ortaya çıkar. Bu arşivler açık değil mi hâlâ? Bu arşivlere hâlâ bakılamıyor. Belki o dönemde de cuntalar vardı, bilmiyoruz. Ama bildiğimiz şu ki, Atatürk ve İnönü döneminin dışında, ordunun içinde cuntalar daima oldu. Bizim ordumuz disiplinli bir ordu oldu mu hiç? 1945’e kadarki Atatürk ve İnönü döneminde orduda disiplin konusunda bir problem olmadı. Ama Atatürk ve İnönü’nün tek parti dönemlerinde ordu içinde cunta oluştu mu diye sorarsanız... Bunu hiç bilmiyoruz. Atatürk ve İnönü iktidarına karşı asker içinde bir kıpırdanma var mıydı, iktidara talip olan başka bir grup var mıydı bilmiyoruz. Çünkü bunu bilebilmek için o döneme ait Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı arşivlerine, askerî istihbarat raporlarına bakmak lazım. Ordunun disiplini ne zaman bozuldu? Bu da bir başka paradokstur. 1945’te ne zaman ki tek parti rejimi değişti ve çok partili siyaset tekrar başladı, ordu da birden bire kendi içinde yeniden kırıldı. Yüksek rütbeli subaylar genellikle Halk Partisi ve İnönü’ye bağlı kalırken, düşük rütbeli subaylar, Demokrat Parti’ye sempati duydular. 1960’ta darbeyle devirecekleri Demokrat Parti’de o gün ne buldular? Bu genç subaylar, bizde ordunun çok geri kalmış bir topluluk olduğunun farkındaydılar. Üstelik eski kuşakla aralarında bir eğitim farkı da oluşmaya başlamıştı. Alman eğitiminin ve Alman ordu sisteminin etkileri eskilerin üzerinde devam ederken, yeni kuşak Amerikan sistemiyle tanışmıştı. Bunlar, İkinci Dünya Harbi’ni görmüşlerdi. Amerika’ya gidiyorlar... Evet... NATO’yla ve yeni silahlarla karşılaşıyorlardı. “Bu yaşlılar bizi kötürüm bırakmışlar, orduyu çok ihmal etmişler. Bizim modern ve genç bir orduya ihtiyacımız var. Millet almış başını gitmiş, biz hâlâ Birinci Dünya Savaşı’nın anlayışıyla eğitim yapıyoruz. Demokrat Parti iktidara gelirse, eski kuşağı temizler ve bizi de iktidara getirir. O zaman istediğimiz modern orduyu kurarız. Bu Halk Partisi’nden fayda yok” diye düşünüyorlardı. Sonunda 1946’da ilk çok partili seçimler oldu.. ve o seçimlerde Demokrat Parti’ye büyük bir haksızlık yapıldı. İşte orduda ilk cunta o zaman kuruldu. Orduda ilk cunta Halk Partisi’ne karşı mı kuruldu? Böyle hileli bir seçimin bir daha tekrar etmesi halinde iktidara el koymak üzere, evet, orduda ilk cunta Halk Parti’ne karşı kuruldu. Buna göre, Halk Partisi bir dahaki seçimlerde Demokrat Parti’ye karşı seçim hilesi yaparsa, genç subaylar darbe yapmak için harekete geçeceklerdi. Halk Partisi’ni devirecekler ve iktidarı Demokrat Parti’ye vereceklerdi. Orduda bizim bugün kullandığımız anlamda cuntacılık 1946’da böyle başladı. İlk cuntanın çekirdek kadrosu işte böyle kuruldu. Demokrat Parti’ye karşı yapılan 27 Mayıs darbesini de genç kuşaklar yapmadı mı? Evet. 27 Mayıs cuntasının kökenini de zaten bu 1946’da kurulan cunta oluşturuyor. Çünkü bu cunta, 1946’dan 1950’ye kadar güçlendi. Demokrat Parti döneminde orduda gerçekleşen gençleştirmeye ve modernizasyona rağmen, genç subaylar orduya gene de gerektiği kadar önem verilmediğini düşünüyorlardı. Zaten 1954’ten itibaren paradigma değişti. Yeni denklem ne oldu? “Demokrat Parti’den çok ümitliydik. Onun iktidarı, hem ordunun, hem memleketin lehine olacaktı. Fakat Demokrat Parti bunu başaramadı. Bunu Halk Partisi de daha önce başaramamıştı. Bunu başarabilecek başka bir güç lazım. Orduyu ve ülkeyi birlikte güçlü kılma işini bu siyasetçiler ve bu siyasi partiler yapamıyor. Artık bu işi biz yapmalıyız, biz iktidara gelmeliyiz” dediler. 1954’ten itibaren Demokrat Parti’den koptular. Bunların kafalarında artık sadece ordu meselesi yok. Kafalarında siyasi iktidar meselesi de var artık. İktidarı siviller aracılığıyla değil, doğrudan kullanmak istiyorlar. Yani darbe yapmak istiyorlar... Bu noktadan sonra ordunun disiplini tam anlamıyla bozuluyor. 1955’ten 1960’a kadar bu grup İstanbul’da ve Ankara’da 27 Mayıs’ı örgütleyecek hazırlıkları yapıyor. Anlayacağınız, 27 Mayıs’ın çekirdek cuntası 1955’ten itibaren hazırlanmaya başlıyor. Bu darbeci subaylar nasıl bir eğitimden geçiyor? Bunların çoğu Amerikan eğitiminden geçiyor. Dönemin en modern askerlik bilgisini öğrenen en güzide subayları ordunun bunlar. O yüzden kendilerine güvenleri çok yüksek. Darbenin koşulları yavaş yavaş hazırlanıyor. Orduda disiplin tam anlamıyla bozuluyor. Üst rütbeli subaylar Demokrat Parti’ye tamamen sadakat içindeyken, altta hiyerarşi altüst oluyor. Düşünün... Henüz ortada Demokrat Parti’nin, daha sonra yargılamalarda darbeye gerekçe olarak gösterilen hiçbir eylemi yok. Tahkikat komisyonlarını falan henüz kurmamış Demokrat Parti. Ama gerçek şu ki, 1946 yılında ilk cuntanın kurulmasından itibaren, ordunun içinde cuntalar hep sürdü. Cuntalarda bir daha hiç kesinti olmadı. Çünkü 20. yüzyılın başındaki İttihatçılık denklemi, İttihatçılık geleneği ordunun içine tekrar girdi. İttihatçı gelenek tam olarak nedir? “Bu ülkeyi ancak biz kurtarabiliriz, koruyabiliriz ve yönetebiliriz. Bizim dışımızda hiç kimse bunu beceremez. Bize karşı çıkan herkes vatan hainidir” paradigmasıdır bu. Orduda bu denklem bugün de hâlâ devam ediyor. 27 Mayıs darbesini savunanlar diyor ki... “Demokrat Parti şunları, şunları, şunları yaptı ve mecburen ihtilal oldu...” Doğru Demokrat parti şunları, şunları, şunları yaptı ama bu cunta paradigması, Demokrat Parti bütün bu yaptıklarını yapmayı düşünmediği sırada oluşturuldu. Bu bir cuntacılık meselesidir. Bu, “Ne olacak bu memleketin hali dedik ve iktidara el koymaya karar verdik” meselesi değildir ki. Olaylar çok önceden hazırlandı. Askeri cuntalar, “Ne olacak bu memleketin hali?” endişesiyle değil de, “Ne olacak bizim halimiz” endişesiyle mi hareket ediyorlar? Evet... 27 Mayıs 1960’ta ihtilal olduktan sonra artık ordunun içi cuntadan geçilmez oldu. Çünkü cuntacılık, bir iktidar meselesidir. Bu iktidar meselesinde ilk yapılan şey de orduda iktidarı ele geçirmektir. Siyasi iktidarı elde tutmanın anahtarı, önce orduda iktidarı elde tutmaktır. Darbeciler, darbeyi önce ordunun içinde mi yapıyorlar? Evet. Bu da şu demektir. “Ordu siyasetin içinde olduğu sürece, ordu, orduya karşı olacak” demektir. Aynen 31 Mart olayında olduğu gibi. O da ordu içi bir iktidar mücadelesiydi ve ordu orduya karşıydı. Aslında biz yakın tarihimizi bu gerçeği dikkate alarak okumalıyız. Bizde ordu ideolojik bir meşruiyet kazanmak için kendini topluma homojen bir yapı olarak sunuyor ama durum böyle değil. Bizde ordu hep paramparça! İçinde cuntaların cirit attığı bir ordu homojen olabilir mi? Gerçekte ordu paramparça. Hep paramparça! Çünkü bizde ordu, orduya karşı mücadele ediyor. Siyasi iktidarı ele geçirmek için cuntalar iktidar kavgası veriyor. Bugün ortaya çıkanlarla bunu artık çok net görüyoruz. Eskiden beri orduda herkes bir plan hazırlıyor. Bu darbe planlarının bazıları da uygulamaya giriyor. 1962 ve 1963’teki meşhur şubat ve mayıs ayaklanmaları... Ordunun dününü anlatırken bugünü anlatıyor gibi oluyoruz. Çünkü durum hiç değişmiyor, cuntalar ordunun içinde hep sürüyor, görüyoruz ki bugün de sürüyor. Mesela... Evet... Mesela 27 Mayıs’ta iktidara el koyanlara karşı bir süre sonra diğerleri, “Bir dakika! Niye onlar yönetsinler? Bizim de bu kadar rütbemiz var? Niye biz yönetmiyoruz? Biz yönetelim” diyorlar. Cuntacılıkta ordunun içindeki hiyerarşi öyle bozuluyor ki... 27 Mayıs’ta adam Milli Birlik komitesi üyesi... Orgenerale telefon edip talimat veriyor. O zaman da general “Onlar niye orada, biz niye buradayız” diye soruyor. Bu paramparça durum, ordunun askerî gücünü nasıl etkiliyor? Türkiye’nin NATO üyesi olması bu tahribatı azaltıyor ama... Gene de ordu cuntalarla bölündüğü için ve ordu orduya karşı olduğu için liyakat esası bitiyor. Bizden mi, ondan mı diye ideolojik tasfiyeler oluyor. Eğer bir cuntaya intisap ederseniz ve o cunta kazanırsa, siz de rütbe alıyorsunuz, sistem böyle işliyor. Diğer ülkelerde ordu nasıl disiplin altında tutulabildi? Orduların siyasetin dışına çıkarılmaları gerekiyor. Bunun da dünyada iki yolu var. Birinci yol şu: Orduyu büyük bir skandalla tecrit ediyorlar. Ordu öyle bir yenilgi yaşıyor ki, artık bir daha çıkıp söz söyleyecek hali kalmıyor. Japon, Alman, İtalyan orduları İkinci Dünya Savaşı’yla bunu yaşadı. Bu ülkeler ordu sorununu böyle hallettiler. Bu ordular, yaşadıkları büyük yenilgi sonucunda toplum içine çıkamaz hale geldikleri için siyasete eskisi gibi devam edemediler. Orduyu siyasetin dışında tutmanın ikinci yolu ise, Latin Amerika ülkelerinde yaşandı. Ordu iktidarda o kadar uzun kaldı ki, bu halkta büyük bir birikim yarattı. İnsanlar yaşanan bütün olumsuzlukları orduya fatura ettiler ve “bir daha orduyu istemiyoruz” dediler. Türkiye’de ise hiçbir zaman orduya fatura çıkmıyor. Türkiye’de niye fatura hep siyasilere çıkıyor? Çünkü ordu yönetime geldiği her dönemde kısa kalıp gidiyor. Arka planda kalarak devleti yönetiyor ve fatura her defasında siyasetçiye çıkıyor. Ama şimdi Türkiye’de ilk kez askerin arkadan suflörlük ederek yönetemediği bir ekip var iktidarda. Mekanizma eskisi gibi çalışmıyor. Ordu siyasete eskisi kadar hâkim değil. Siyasette güçlü olamıyor. Tam tersine itilip kakıldığını hissediyor ve bundan dolayı çok rahatsız. Bu durumda sizce ordu ne yapacak? Ordunun darbe yapmaktan başka bir çaresi yok. Çünkü ordu darbe yapmadığı sürece bu ülkede iktidarını eskisi gibi sürdüremeyecek. Eğer dünyada ve Türkiye’de bugünkü genel konjonktür alabora olmazsa, bizde de ordu diğer ülkelerde olduğu gibi mecburen siyasetin dışına kayacak. Bugün yaşanan kavga bu! Bu yüzden bir grup, “böyle giderse bizi siyasetin dışına atarlar. Atılmak istemiyorsak darbe yapalım” diyor. Bu öngörü doğru ama... Ordunun siyasetteki gücünü devam ettirmesinin, darbeden başka bir yolu yok. Ordu ancak o zaman siyasetten tamamen çıkmayabilir ama... Dünyadaki ve Türkiye’deki konjonktür böyle giderse ordunun siyasetteki gücü önünde sonunda çok azalacak. Siyasette sözü geçmez olacak. Çünkü ordunun bugüne kadar siyasette sözünün geçmesinin bir nedeni vardı. O neden nedir? Çünkü her kes ordudan ürküyordu. Çünkü ordu her an iktidara gelebilirdi. Dolayısıyla insanlar, ordunun her an iktidara gelme ihtimalini dikkate alıp ordudan çekiniyorlardı. Şimdi önemli bir değişim oldu. Ordu artık iktidara gelmiyor. İnsanlarda, “ordu artık bir daha eskisi gibi bu ülkeyi yönetemeyecek” kanaati oluştukça ve bu kanaat yayıldıkça... Bu nasıl bir sonuç verecek? Bu kanaat oluştukça, ordunun siyaseti arkadan yönlendirme, yönetme mekanizması çok zayıflayacak. Genelkurmay bu konuda bir şey dese ne olur, demese ne olur? Muhtıra verse ne olur? Vermese ne olur? noktasına gelinecek. Ordunun bugün asıl çekindiği nokta işte bu! Ortaya çıkan son belgede, “askerle çalışacak adam bulamıyoruz” diye şikâyet ediyorlar. Bulamıyorlar çünkü orduya yatırım yapmanın çok anlamı kalmadı artık bu ülkede. Çünkü siyasette iktidara gelme ihtimali ve imkânı olana yatırım yapılır. Kim tapu ve kadastro müdürüne Türkiye’de siyasi yatırım yapar ki? Onun için ordu bugün çok sıkıntıda... Çok sıkıntıda... Neden başka ülkelerin ordularında görülmeyen bir disiplinsizlik bizim orduda yerleşik bir hale geldi? Karşılaştırmalı tarih araştırması pek yapılmadığı için, biz zannediyoruz ki, bizim başımıza gelenler sanki bu dünyada sadece bizim başımıza geliyor. Başkaları cennette yaşıyor. Öyle değil. İtalya’da ordunun gladiodaki marifetlerini öğreneli çok olmadı. Kennedy suikastında Amerikan ordusunun aldığı rolü tanrı bilir. Ama bizde cuntalar, darbe girişimleri, planları, provokasyonları hâlâ devam ediyor. Bizim orduya benzeyen başka bir ordu var mı tarihte? Muhtemelen 1967 yılında Yunanlı subaylara sorsaydınız, onlar da size aynı şeyi söyleyeceklerdi. “İşte politikacıları görüyorsunuz. Memleketi getirdikleri hali görüyorsunuz. Bizden başka bu işi yapabilecek yok, ülkeyi yönetebilecek yok” diyorlardı. Çünkü cuntaların esas ideolojisi bunun üzerine kuruluyor. Biz tarihimizle ilgili çok yalan söylüyor muyuz? Tarihimizle ilgili fazlasıyla palavra sıkıyoruz. Söylediğimiz en temel yalanlar, palavralar hangileri? Mesela, Atatürk’ün, ordunun politikadan ayrılması gerektiği yönündeki söylemi. Atatürk’ün hiç böyle bir fikri yok. Atatürk, “ordu siyasetten çıksın” diye bir laf hiç etmedi. Aksine, eğer ordu Atatürk’ün yolunda gidecekse, politikadan ayrılmaması gerekir. Çünkü Atatürk de öyle düşünüyordu. Orduyu siyasetin dışına çıkarmak isteyenler, bu görüşlerini Atatürk’le meşrulaştırmasınlar. Neden tarih konusunda biz bu kadar çok yalan söylüyoruz? Tarihçiler gerçekleri bilmiyor mu? Üç türlü tarihçi var. Birincisi, mesleğinde kısa bir sürede yükselebilmenin yolunun egemen ideolojik paradigma üzerinden yazıp, çizmek olduğunu keşfediyor. Genellikle insanlar böyle yapıyorlar. İkinci grup, gerçeği biliyor ama kamuoyu önünde bunu asla afişe etmiyor. İdeolojik paradigmanın dışına çıkmanın getireceği sakıncayı biliyor. Başkası gerçeği söylediğinde bıyık altından gülüyor. Özel sohbetlerde ise çok ileride şeyler söylüyor. Üçüncüler ise en küçük tarihçi grup. Bunlar hem yazıyor hem de söylüyor. Ama onların söylediklerini kaç kişi okuyor ve dinliyor?