Bankaların klasik ve spekülatif faaliyetleri birbirinden ayrılmalı

-
Aa
+
a
a
a

9 Kasım 2009Referans Gazetesi

Yaşamakta olduğumuz mali krizin nedenleri ve bir daha olmaması için neler yapılması gerektiği konusunda araştırmalar, öneriler ortaya çıkmaya başladı. Bundan beş yıl öncesinin dokunulmazları artık sorgulanıyor. Örneğin sermaye yeterlik oranı. Bankaların "yeterli sermaye" ile donatılması durumunda, mali sistemin çok daha istikrarlı ve güvenli olacağına inanılıyordu. Bu görüşte doğruluk payı olduğuna kuşku yok. Ancak, her kural gibi bunun da aksamasına yol açan davranışlar ya da koşullar vardı. Ne yazık ki, bunlar sıradışı olmayıp, günlük yaşamda sıkça karşılaşılan türdendi. Yaşadığımız krizde de bunların neredeyse hepsi bir araya geldi. Sonuçta, sermaye yeterlik oranı açısından hiç de sorunlu olmayan bankalar pekâlâ zor durumda kaldılar.
Sermaye yeterliği oranının kendisinden bekleneni yapamayacağına ilişkin bir tür eleştiri uzunca süredir zaten tartışılıyor. Sorun şu: Basel II denilen düzenleme, bankalar için tek bir sermaye yeterlik oranı tanımlıyor. Bu oran sabit, konjonktüre göre değişmiyor. Oysa ekonomide işlerin iyi gittiği koşullarda, risklerin düşmesi beklenir. O zaman bankanın elinde sermaye fazlası ortaya çıkar. Ne iyi diye düşünebiliriz. Ama banka yönetimi açısından bu, sermayenin israfı demektir. Sermayeyi elden çıkarmak da kolay bir şey olmadığı için banka bu durumda aldığı riskleri artırmaya, örneğin daha çok kredi açmaya başlar. Yani bankanın davranışı konjonktürle aynı yönde ve abartıcı biçimde olur. Konjonktürün iyi olmadığı durumda da aynı sonuç çıkar. Bu defa, sermaye açığı ile karşılaşan banka kredilerini kısar, hatta yakınlarda tanık olduğumuz üzere, kredilerini geri çağırma yoluna gidebilir. Bu durumda da banka konjonktürle aynı yönde hareket etmiş ve bu defa abartma etkisiyle ekonominin daha da kötüleşmesine yol açmış olur. Bu tür hareketlerin ne kadar önemli olabileceğinin en somut kanıtı ise yaşadığımız krizdir.
 
Yönetici davranışları
Sermaye yeterliği oranının tutturulması kuralının bir başka etkisi de banka yönetimlerinin davranışlarında kendisini gösterdi. Bu kural sermaye üzerinden kârlılık hesabı ile birleşince, bankalar bu defa bilançolarında taşıdıkları riskleri düşürmenin yollarını aramaya başladılar. Menkul kıymetler piyasalarının varlığı ve bu amaca yarayan (ya da yarayacağı sanılan) araçların zenginliği, bankaları "spekülatif" olarak nitelendirilebilecek işlemler yapmaya özendirdi. Kısa zamanda bu tür işlemler çok arttı. Böylelikle banka yönetimleri hem sermaye yeterliği oranını tutturmanın hem de sermaye üzerinden kârlılıklarını yükseltmenin mutluluğunu tattılar. Bu başarılarını da "bankanın etkinliğini artırdıkları" biçiminde tanıtıp, kutladılar.
İşler 2007'den itibaren iyice ters gitmeye başlayınca, ortalıkta etkinlik artışı dışında her şeyin olduğu anlaşıldı. Anlaşılmayan, geliştirilen karmaşık mali araçlar üzerinden yapılan bağıtların riski kimden alıp kime verdiğiydi. Özetle kimin elinin kimin cebinde olduğu belli değildi. Olaylar biraz durulunca, cebi boşalanın bugünkü ve yarınki vergi mükellefleri olduğu anlaşıldı. Vatandaşları vergi verdiğinin bilincinde olan ülkelerde bu büyük tepkiyle karşılandı. Ancak zamanın bu noktasında yapılacak pek bir şey yoktu. ABD'de, Avrupa'da bankalara devlet destek vermeye başladı. Hem de yüklüce.
Bütün bu süreç içinde dikkati çeken nokta bankaların gözle görünmeyen risk almalarına yol açan davranışlarının geleneksel bankacılık faaliyetleri olmamasıydı. Bankaları, kabaca, mevduat toplayıp, kredi veren ve diğer bazı bankacılık hizmetleri sağlayan (ödeme vs) kuruluşlar olarak düşünelim. Bu faaliyetlerde de riskler vardır. Örneğin açılan krediler geri dönmeyebilir. Ancak doğru dürüst bir muhasebe sisteminde bu bankanın bilançosunda görülür. Aklı başında denetçiler de ister banka içinde ister banka dışında olsunlar, bu konuda uyarı yaparlar. Yönetimin de bu yönde hareket etmesi beklenir. Ancak yaşadığımız son bankacılık sorunlarını doğuran işlemler bu türde değil. Bankalar, risklerini düşürmek üzere kendileri spekülatif olarak adlandırılabilecek işlemler yapıyorlar. Ama bu faaliyetler de aslında riskli. Dolayısıyla banka bir taraftan riskini azaltmaya çalışıyor (daha iyi kredi riski değerlemesi yapmak gibi) öte yandan da bu tür faaliyetlerle risk alıyor. İlki saydam, ikincisi değil.
 
Güvence nerede verilmeli
İşte bu noktada aralarında Bank of England'ın başkanının da bulunduğu bazı uzmanlar şu soruyu soruyorlar: Bankaların klasik bankacılık adı altında toplanabilecek faaliyetleri, çağdaş bir toplumda sunulması gereken "hizmetlerdir". Bu nedenle bu hizmetleri sunan, bu nedenle de halkın parasını toplayan kuruluşların güvenilirliğini sağlamak için mevudat güvencesi gibi bir mekanizmanın oluşturulmasının anlamı vardır. Bunun maliyetini, gerektiğinde, toplumun üstlenmesi de savunulabilir. Ancak, bankaların, kâr oranlarını yükseltmek kaygısıyla, geleneksel müşterilerini (mevduat sahipleri ve kredi alanlar) hiç ilgilendirmeyen "spekülatif" faaliyetlerini de toplumun güvencesi altına almak için hiç bir neden yoktur. Ama bunların yasaklanması da anlamlı olmayacaktır. Yapılması gereken bu iki faaliyetin birbirinden ayrılması, ilkinin "toplumsal açıdan çökmesine izin verilemeyecek kadar önemli" olarak kabul edilerek bu tür faaliyetler için güvence verilmesi; ikinci tür faaliyetler için ise ne doğrudan ne de dolaylı güvence verilmemesidir.
Bu öneri özünde bankaların kurumsal yapılarında bir değişiklik anlamına geliyor. İlk akla gelen ABD'de 1999'da yürürlükten kaldırılan Glass-Steagal Yasası'na benzer bir düzenlemenin tekrardan benimsenmesi. Tabii aynı çatı altında bu iki faaliyeti ayırmayı da düşünmek olanaklı. Doğrusu nasıl yapılabileceğini kestiremiyorum. Ama nasıl düşünürsek düşünelim, bugün gördüğümüz biçimiyle banka kurumunun değişmesi gerektiği gündeme gelmiş oldu. Tabii herkes bu görüşü paylaşmıyor. Bu farklı görüşleri, teknik ayrıntılarına girerek ele almak ve tartışmak gerekiyor