11 Haziran 2008Taraf Gazetesi
Avrupa Birliği üyelik sürecinde açılması gereken fasıllardan üçü daha rafa kaldırıldı. Engelleyen ülke Kıbrıs... Gerekçe ise Kuzey Kıbrıs yönetiminin bir 'işgalci' olarak tanımlanması... Ancak eğer bu algılama AB nezdinde de geçerli ise, uluslararası tanınmışlığı olan Kıbrıs Devleti'nin Kuzey'de gayri nizami harp faaliyetleri yürütmesine hazır olmalıyız demektir. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri'nin basına yansıyan bu konudaki son çalışması, epeyce 'aktif' bir anlayış sergilemekte ve diğer komşu ülkelerin de bunun altında kalmamak gibi bir kaygıları olabilir.Genelkurmay'ın hazırladığı yeni düzenlemenin asıl ilginç yanı 'yurt içi uygulamalar' bölümüne eklenmiş olan satırlar. Buna göre artık gayri nizami harp tanımı "düşmanın fizikî, ekonomik, psikolojik, siyasi vb. işgallerine maruz kalmış bir bölgede işgali ortaya çıkarmak, engellemek ve karşı tedbirleri uygulamak" görevi ile de karşı karşıya. Anlaşılan Genelkurmay yakın bir gelecekte 'işgal altında' olma ihtimalinin hiç de yabana atılamayacağını ve bu işgalin askerî olmayabileceğini düşünüyor. Bu noktada insan doğal olarak ulusalcı jargonu hatırlamadan edemiyor... Çünkü ulusalcılara göre ülkemiz zaten çoktan işgal altında. ABD ve AB'nin başını çektiği 'Batı emperyalizmi' Türkiye'yi sömürmek, 'şeriatçı' burjuvaziye peşkeş çekmek ve en nihayetinde de bölmek üzere kolları sıvamış durumda. Bütün bu amaçların birlikte güdülmesinin anlamsız olduğunu, bölünmemiş ve laik bir Türkiye'nin muhtemelen sömürüye çok daha açık olduğunu geçmiş deneyimimizden çıkarsayacağımızı söyleyebiliriz. Ancak ulusalcı bakışın zaten gerçeklikle fazla bir bağı yok. Siyasi açıdan bakıldığında, ulusalcılık hayali iç ve dış tehditlerin varlığından hareketle, bürokratik vesayet rejiminin ve onun etrafındaki imtiyaz ağının korunmasını hedefliyor. Dolayısıyla da bu yaklaşım için en büyük tehdit, söz konusu ağın ortadan kalkmasını isteyenlerden kaynaklanıyor ki, bunların yurt dışından değil aksine 'içinden' geldiğini kolaylıkla tahmin edebiliriz. Bu ideolojik bakışın askerî bürokrasi içinde ne denli revaçta olduğunu bilmesek de son günlerde deşifre olan Cumhuriyet Çalışma Grubu'nun faaliyetleri, gayri nizami harbin yeni tanımından hareketle askerin bizzat toplumun içindeki bazı kesimleri düşmana hizmet eder bir konuma oturtmaya yatkın olabileceğini akla getirmekte. Eklemenin içinde geçen 'psikolojik' kelimesi, askerin tasvip etmediği herhangi bir fikrin ya da olgunun toplumun bazı kesimleri tarafından beğenilmesi durumunda, söz konusu kesimi 'tehlikeli' hale getirmekte... Örneğin insan hakları alanında yeni bir istekle ortaya çıkmanın 'Batı emperyalizminin etkisi altında kalmak' şeklinde yorumlanmasının önünde hiçbir engel yok. Kürtlerin bundan böyle seslendirecekleri her türlü talebin bir tür 'psikolojik işgal' olarak değerlendirilmeyeceğinin de hiçbir garantisi bulunmuyor. Dahası söz konusu muhtemel taleplerin 'gayri nizami harp' usulleri uyarınca engellenmesi önerilmekte. Diğer bir deyişle demokrasinin doğal süreçleri içerisinde, yani kamuoyu önünde tartışarak varılması gereken uzlaşmalar, askerin gayri nizami harp stratejisinin hedefi olmak durumunda kalacak...Bu yeni düzenlemenin nasıl hayata geçeceğini bilemiyoruz... Ancak Büyükanıt imzalı 'okunup iade edilecek' davet mektubu iyimserlik veren cinsten değil. Söz konusu 'kartta' gayri nizami harp konusunda "çok gizli hazırlıklar" yapıldığı söylendikten sonra, "milli hisleri kuvvetli" insanlar arandığı ve Genelkurmay'ın bu kişilerin "müspet davranışlarını" takdir ettiği ifade ediliyor. Kısacası 'millilik' gibi son derece muğlâk ve kimsenin tekelinde olmaması gereken bir kıstasın kullanılması bir yana, bunun davranışa nasıl yansıması gerektiğinin ölçütü de belli ki Genelkurmay'ın elinde. Öte yandan milliliğin 'çok gizli hazırlıklarla' birleşmesinin pek hayırlı olmadığını tarih bize gösteriyor. Anlaşılan askerin siyaseti doğrudan belirleme isteği, gerektiğinde 'gayri nizami' yolları da gündeme getirebilecek. Zaten son Anayasa Mahkemesi kararı da bir anlamda gayri nizamiliğin parçası değil mi? Ne var ki bu tür nüfuz pekiştirme çabaları genellikle kurumsal yapıyı yozlaştırır... Nitekim ulusalcılık denen şey de sivil alanda karşılık bulmuş bir yozlaşmadan başka bir şey değil. Tehlike şu ki, böyle bir dönemde TSK'nın atacağı her siyasi adım bu kurumu toplumdan daha da uzaklaştırırken, toplumsal algı bizzat devlet kurumlarının 'gayri nizami' olmaya doğru gittiği fikrine kapılabilir...