28 Mayıs 2007Radikal Gazetesi
Tünelden çıkma çabasının kısa tarihi Susurluk'la başladı. Oradan başlayarak okuyalım tuttuğumuz notları. Susurluk konusunda bu kadar sıkışmamıştık. Henüz, muğlaka olan borcumuz bu kadar kabarmamıştı. En önemlisi, Türkiye'nin gurur duyduğu şerreflilerin hesap vereceği 'fantezi'sine kapılacak cürete henüz çok uzaktık. Hoş, kapılmadık değil. Işıkları söndürüp tencere tava çalarken aydınlığın gürültüyle ilişkisine aymış gibi bir halimiz vardı. Tam bize göre bir eylemdi. Evlerimizden çıkmadan, sokağın çamuruna bulaşmadan, copların, panzerlerin, işkencelerin, gözaltıların, gözaltında kayıp olmaların, faili meçhullerin alanına yanaşmadan muğlakla mücadele edebileceğimize inanmıştık. Sisi yaran tencere sesleri, muhalefet adına, vatandaşlık adına, demokrasi adına geliştirebildiğimiz en mükemmel direnişti. Susurluk cürmü meşhutundan arda kalan bir garip kuru gürültü şimdi. Aksıra tıksıra birer tas soğuk ayran içirilmekle kaldığımız Susurluk macerası çok gerilerde kaldı. Yıllar sonra dokunulamayanların özgüven şişinmesi sonucu gösterdiği bir anlık dikkatsizlik bize hak etmediğimiz bir şans daha tanıdı. Körükçüler bu kez Şemdinli'de iş üstünde yakalanmıştı. Bir kitapçıyı bombalayan yargının erişemediği karanlık askerleri halk kendi imkânlarıyla yakalamış, ama gönülsüz yargı olay mahallinde inceleme yapmaya çalışırken aynı kutsal çete tarafından halkın üstüne ateş açılmış, bir kişi oracıkta ölmüş ve inceleme de sekteye uğramıştı. Bu olayda o karanlık askerler, elbette sözgelimi İstanbul'da sergileyemeyecekleri bir gözü karalıkla davranmış, yörede sürdürmekte oldukları üsluptan hiç taviz vermemişlerdi. Bir milat fırsatı daha doğmuştu daracık ufkumuzda. Henüz Genelkurmay Başkanı olmayan Büyükanıt, kitapçıyı bombalayıp suçüstü yakalanan uzman çavuş Ali Kaya için "Tanırım, iyi çocuktur" demiş ve bu sözleri etmesini yanlış bulanları da bir türlü anlayamamıştı. Meğer yakında Genelkurmay Başkanı olacak olan bir orgeneralin, bir dükkâna bomba atıp, şansı yaver gitmediği için ancak bir kişiyi öldürebilip suçüstü yakalanmış olan bir adamdan 'iyi çocuk' diye bahsetmesi kimi kurumlara bir göz kırpma olarak algılanamazmış. Neredeyse tek kişilik meclisiçi mücadele sürdüren, daha geçen gün partisinden istifa eden CHP Hakkâri Milletvekili Esat Canan, olayı özetlemişti: "Özellikle açılan davanın iddianamesinde Büyükanıt Paşa'nın adının geçmesinden sonra araştırmalar iyice gevşetildi ve üzeri örtüldü. Bu olay aydınlatılmak istenmiyor. Susurluk'ta olduğu gibi bunun da üzeri örtülecek. Daha ilk günden Büyükanıt'ın olayın asker failine ilişkin 'iyi çocuktur' diye açıklama yapması bu olaya bakış açısını ortaya koymuştu. Her yerden müdahale edildi. Askerler ve bürokrasi içindeki yetkililer müdahale etti. Ana muhalefet de dahil olmak üzere siyasi parti liderlerinin tümü olayı bıraktı. Öyle bir noktaya geldi ki araştırma komisyonu kurulmasından pişmanlık duymaya başladı meclistekiler. Olay çok açık olmasına karşın hukuk dışılığın üzeri örtülerek terörle mücadele edildiği sanılıyor. Şemdinli'ye bomba atarak mücadele olmaz." Şahit mi şehit mi? Gerçekten de Yaşar Büyükanıt'ın adının Şemdinli iddianamesinde geçiyor olmasıyla birlikte ne orada yaşananların, ne Susurluk ikizi çeteleşmelerin en ufak bir hükmü kaldı. Medya görev başı yapıp 'küstah ve cüretkâr' savcının tıynetini, ifadesine başvurduğu işadamının yalanlarını ve zamanında çevirmiş olduğu dolapları bir bir ilan etmeye başladı. Çünkü korkunç bir günah işlenmiş, memleketi yerle bir edecek bir bombanın pimi çekilmişti. Paşamıza dokundurtmayacağımızı kabarmış hançeremizle haykırmak zorundaydık. İHD'den Yusuf Alataş yakınıyordu: "Bağımsız olması mümkün olmayan bir askeri yargıyla, askerin dokunulmazlığının sürmesiyle, bu işlerin tam olarak aydınlanması zor." Şimdi, önümüzde yapılıp yapılama-yacağı belli olmayan seçimlere bakıp ferahlamaya çalışırken iyice bir hatırlayalım istiyorum. Başbakan Erdoğan'ın Şemdinli olayları üstüne hukuk anlayışını aşikâr eden bir demeç vermişti. Şimdi oturup ebedi yenilgisini tartarken acaba hatırlıyor mudur: "Oradaki (Şemdinli'deki) vatandaştan tanık olarak istifade edemezsiniz. Çünkü her an tehdit altında. Orada bölücü örgütün istemediği bir şey söylerse yanmıştır." Kimi mucizelere inananlar bu sözler üstüne kıyamet kopacağını, bu kan dondurucu ayrımcılık dersinin hayatın her alanından yükselen tepkilerle karşılanacağını ummuştu. Oysa büyük ihtimal, bu 'mantık yürütmesine' halkının da hatırı sayılır bir kısmının aklı yatmıştı. Çünkü Erdoğan, savaş hali terimleriyle düşünmeye, o terimlerin dayattığı ruh haliyle korunmaya alıştırılmış bir halkın karşısında konuştuğunu biliyordu. Tabii ya, düşmanın sözüne güvenip, ona göre hareket edecek değiliz. Ne var bunda anlamayacak? Başbakanın incilerini saçmasının üstünden birkaç gün geçmişti ki halk tarafından suçüstü yaka paça yakalanan astsubayların avukatları konuştu. Askerlerin avukatlığını emekli yarbay Mehmet Göçmen ile birlikte yürüten Vedat Gülşen, astsubayların tutuklanmasını gerektirecek hiçbir vaka görmediklerini belirtti. "Tanık beyanları tek başına ceza tayininde delil olamaz" dedi. Zarar verilmek istenen Jandarma İstihbarat Timi'ymiş. "Kurum yıpratılmak istenmektedir. Kimin işine yaradığını da hep birlikte göreceğiz. Burada tüm milliyetçilere, devletine bağlı insanlara sesleniyorum. Oyuna gelmeyelim, bunlara (astsubaylara ve onlar gibilere) sahip çıkalım." Kahraman avukat sonunda baklayı ağzından çıkarıyordu: "Müvekkillerim lehine bilgi verecek, beyanda bulunacak tanık bulamıyoruz. Bölgedeki vatandaş tepki ve baskılardan korkarak lehimize tanıklık etmiyor. Ancak aleyhimize tanıklık en, beyan veren birçok insan ortaya çıkabiliyor. Devlet aleyhinde tanıklık yapılması için vatandaşlara baskı var." Koskoca başbakan dediklerine kefil değil miydi oysa? Vedat Gülşen, aynı zamanda, o müvekkilleri aleyhinde tanıklık eden, onların arabasında silahları, bombaları, krokileri, ölüm listelerini bulan halkın da yanına bırakmamaya kararlıydı: "Ayrıca olayın meydana geldiği gün astsubaylara saldıran, devlete ait araca zarar veren, (burada bir arazözden değil, bomba ve silah yüklü suikast aracından söz ediliyor) aracın üzerine çıkıp kızılderili dansı yapanlar hakkında delil topluyoruz ve bunlar hakkında dava açılabilmesi için gerekli yerlere başvurumuzu yapacağız." O gün orada had hudut bilmez Kızılderililer kendilerine ateş açan, komşularının dükkânına bomba atan kovboyun atının üstünde tepinirlermiş meğer. Kısacası, AKP'nin sonunu Şemdinli'de görmüştük. Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcının yalnızlık, itibarsızlık, işsizlik cehennemine postalanmasına, Şemdinli davasının şimdi geldiği noktaya gelip örtbas edilmesine göz yumduğunda, ikide bir 'faili meçhul' bombaların hedefinde yaşayan halkın şahitliğini geçersiz ilan ettiğinde. Şimdi demokrasi malûl gazileri pozunda, 'boynubükük, gözü tok' müsameresine alkış istiyorlar. Büyükanıt'ın gururla sözünü ettiği 'dinamik güçler' ve o güçlerin kışkırttığı 'laik şahlanma' dili karşısında duranlar AKP'nin hizaya getirilme üslubuna da karşı çıkıyor elbet. Oyunun iyice kirlendiği, faşizmin sütüyle beslenen kitlelerin açıkça zehirlendiği şu günlere gelmemizde AKP'nin payı yok mu? Şimdi kendini demokrasinin temsilcisi olarak yansıtma çabalarını kim ciddiye alır? AKP'li milletvekillerinin Meclis'e sunduğu polis yetkilerini genişletmeye yönelik yasa tasarısı durumu özetliyor. Bombaların, suikastlerin zamanıdır. Şemdinli'den sonra, özellikle son aylarda işkence uygulamalarının ne kadar artmış olduğundan haberiniz var mı? Özgürlük ülküsü, militarist çemberden çıkabilme umudu başka bahara kaldı. Şahitliği geçersiz sayılanlardan kimileri şehitliğe soyunuyor. Kendilerini patlatıyorlar kalabalıkların ortasında. Onların hikâyelerini yazanlar bu kanlı oyunda durmadan el artırıyor. Genelkurmay başkanımız büyük şehirlerimizde bu tür saldırılara hazırlıklı olmamızı söylüyor, kucağını gösteriyor. Hepimizin doğduğu, yaşadığı, anlaşılan öleceği o disiplinli kucağı. Artık bir şeyleri seçtiğimizi sanmaya gerek kalmadı. Ne mutlu, ne mutluyuz hepimiz.