20 Kasım 2006Mete Çubukçu
Meselenin en önemli yanı bu tür haberlere nasıl yaklaşmak gerektiği ve ‘terör’ ya da ‘teröristler’le ilgili haberlerin verilip verilmemesi. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da gerçekleştirilen NewsExchange 2006 toplantısının sıcak tartışmalarından biri de buydu: Terörizmi haberleştirmek.
15 Kasım’da İngilizce haber yayınına başlayan El Cezire’ye yönelik en önemli eleştiri, 11 Eylül’den sonra kendi karşıtı olarak algıladığı her hareket ve girişimi “terör” parantezine alan ABD yönetiminden geliyordu. Kanalın Usame Bin Ladin kasetlerini yayınlayarak “teröre” hizmet ettiği iddia ediliyordu. “Terörizmi haberleştirmek” kavramı da 11 Eylül’den sonra ABD’nin medya literatürüne ve medya tartışmalarına yaptığı “katkılardan” biri oldu.Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da gerçekleştirilen NewsExchange 2006 toplantısının sıcak tartışmalarından biri de buydu: Terörizmi haberleştirmek. İstanbul’daki büyük salonu dolduran dünyanın önde gelen yayın kuruluşlarının temsilcileri ve muhabirleri bu sorulara yanıt ararken konu terör ve teröristin tanımında tıkanıyordu. Çünkü herkesin durduğu, baktığı yer ile yaşadığı coğrafya farklıydı.TERÖRİST KİM?İlk soru şuydu: “Terörizmi haberleştirmek diğer “suç”ları haberleştirmekten farklı mıdır? Sorunun yanıtı birçok kişi için “evet” oldu. Çünkü insanların nereden baktığına bağlı olarak değişen “terör” ve terörist” tanımı gazeteciler için de geçerliydi. Bu konudaki haberlere mesafeli, dikkatli, anlamaya ve çözümlemeye yönelik bir mesleki refleksle yaklaşmak gerektiğinin altı çizildi.
![]() |
Gazeteciler için “önce haber” düsturunun ağır bastığı ancak haberin içeriğinin önemli olduğunu savunanların yanı sıra, “terörist” tanımını farklı bölgelerde farklı algılandığı da vurgulandı. Yani birileri için terörist olanlar diğerleri için “kahraman” sayılabiliyordu. Kimdi terörist? Irak’taki derinişçi mi, Hamas mı, Hizbullah mı, El Kaide mi? Tek tek örgütler değil, devletlerin de terör uyguladığı ya da öyle algılandığı vurgulandı gazeteci ve uzmanlar tarafından. Terör konusunda yazan Peter Ber “terörizmi haberleştirmek diğer suçlardan farklıdır. IRA’dan El Kaide’ye kadar işin içinde politika vardır ve bunları harekete geçiren motivasyonları anlamaya çalışmak gerekir” diyordu. Terör konusunda birçok kitap yazan Loretta Napeloni ise ” 11 Eylül failleri ile röportaj yapmak bir gazetecilik başarısıdır. Önemli olan haberin nasıl verileceğidir” dedi. Eleştirilerin odağındaki El Cezire’nin yöneticisi Yosri Fouda ise eleştirilene şöyle yanıt verdi:”Biz konuşsak da konuşmasak da saldıracaklardı. Ancak, örneğin, ben onların nereye saldıracaklarını biliyorsam bunu habere koyarım. Eğer bizim yaptığımız röportajları iyi değerlendirilseydi belki bazıları önlenebilirdi. Biz yapınca hatalı oluyoruz. Batılı bir gazeteci röportaj yapıca kahraman oluyor. Ayrıca, bazıları Bin Ladin’in sözlerinden çok onun nerede olduğun bulmak için fondaki görüntü çözümlemeye çalıştı. Üstelik sonra bizim yayınladığımız kasetlerin tamamını istediler” Yanlış da değildi. Bin Ladin kasetleri El Cezire değil de başka bir kanalın eline geçseydi yayınlanmayacak mıydı? Sorunun yanıtı tabii ki evetti. Napeloni teröre alet olup olunmadığı ve gerçeği yansıtıp yansıtmamak konusunda Irak savaşı öncesinde ABD Dışişleri eski Bakanı Collin Powell’ın BM Genel Kurulu’nda Irak’ın elinde olunduğu iddia edilen kimyasal silahlarla ilgili “yalanların” tüm dünyaya canlı olarak iletildiğini ve bunun da suç olması gerektiğini söyleyince tartışmaya nokta koyma zamanı gelmişti.Forumun yöneticisi CNN International’dan Richard Quest salondakilere dönerek “elinizde iki röportaj imkânı var. Birisi Bin Ladin diğeri Bush. Hangisini tercih ederdiniz” sorusunu yöneltti. Tüm salon oyunu Bin Ladin’den yana kullanınca Ouest salona dönerek şunu söyledi:”Konu kapanmıştır”.KAMERAYI BIRAK SİLAHI AL!“Konvoyla birlikte geri dönüyorduk. Pusuya düştük. Taliban militanları her yerden ateş ediyordu. Çekim yapmaya devam ettim. Ama gittikçe yaklaştılar ve hayatımın tehlikeye girdiğini düşünmeye başladım. Ve kameramı bırakıp en yakındaki silahı alıp ateş etmeye başladım.”
![]() |
Hollandalı belgeselci Victor Franka aynı toplantıya uydu yayını ile bağlanıp bu hikâyeyi anlattı. Afganistan’da Hollanda ordusuna iliştirilen ve 5 ay askeri birlikle yaşayan Franka, şaşkın biraz da mahcup şekilde söz etti başından geçenlerden. Canlı yayına katılan askeri sözcü ise soruşturma başlattıklarını Franka’nın silahı nereden alıp, nasıl ateş ettiğini ve buna nasıl izin verildiğini araştırdıklarını söylüyordu.Peki, Franka bir gazeteci olarak sınırı aşmış mıydı? Franka kendi deyimiyle “ördek gibi avlanmaktansa ateş etmeyi tercih ettim” diyecekti. Franka’nın tavrının yanlış olduğu ve saldırganlar tarafından her gazetecinin silah taşıdığı şeklinde algılanıp, düşman gibi görüleceği vurgulandı. NewsExchange’nin diğer konu başlığı olan ve Irak savaşından bu yana tartışılan “iliştirilmiş gazetecilik”ti. Yani çatışma bölgelerinde askerlere birlikte hareket eden, onların kurallarına uyan ve askerlerin denetiminde haber geçen, bir anlamda asker gibi olan ve askerlerle aynı kategoride algılanan gazetecilik. Kategorik olarak iliştirilmiş gazeteciliğe karşı çıkılmazken hem bağımsız hem de iliştirilmiş gazeteciliğin yapılabileceği bunların birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu savunuldu. “BU BİR İLİŞTİRİLMİŞ HABERİDİR”Kosova Harekat’ını da yöneten İngiltere Genelkurmay eski Bakanı Mike Jackson’a, işlerin iyi gitmediği zaman gazetecilerin geçtiği haberlere nasıl tepki verdikleri soruldu. Jackson “işleri iyi gitmiyor ve bunlar haberlere yansıyorsa bu düşmanı rahatlatır. Biz de bunu istemeyiz. Medyanın yayınları askerleri harekâtları zorlaştırıyor” diyerek iliştirilmiş olmanın çok da kötü olmadığın savundu. Bir asker bunu savunuyorsa iliştirilmişliğin medya etiği ve gazetecilik özgürlüğü açısından sorunlu olduğu ortadaydı. Tüm bu tartışmalar sürerken seyirci ve okuyucu açısından haberin nasıl elde edildiğini bilmesi gerektiği ve geçilen haberlerde “bu bir iliştirilmiş gazeteci haberidir” ya da “askeri birliğe iliştirilen muhabirimiz bildiriyor” mahreci konularak okuyucu açısından farkındalık yaratılması gerektiği genel kabul gördü. Yani insanların haberi kimin, hangi koşullarda yaptığını ve haberin hangi kısıtlamalara dahil olduğunu bilme hakkı vardı.
![]() |
Uluslararası Gazetecilerin Güvenliği Enstitüsü (INSI) ise bu yıl Kasım ayına kadar dünyada 194 gazetecinin öldürüldüğünü açıklayarak özellikle askeri harekat doktrinlerine gazetecilerin koruması konusunda belirli maddelerin eklenmesi için çalıştıklarını dile getirdi. Enstitü çalışmalarını sürdürürken İngiliz ordusunun bu yaklaşıma sıcak baktığını ancak ABD ve İsrail ordularının bu konuda yardımcı olmaya niyeti olmadığını belirtiyorlar.YENİ TEKNOLOJİLERLE HABER YAPANLARYeni teknolojilerle birlikte önümüzdeki dönem sadece gazeteciler değil kurumlar ve haber bölümleri önemli gelişmelere gebe. Hali hazırda bu gelişmelerden yararlanılırken yakın gelecekte gazeteciliğin tanımı ve hayata geçirilme biçimimi de bu tartışmalara konu olacak. Bloglar giderek önem kazanırken, ‘bloggerlar’ da haber kaynağı alarak kullanılması gündemde. Özellikle ulaşılması zor ve tehlikeli bölgelerdeki bloggerler (tüm yazdıkları olmasa da, çünkü milyonlarca blog haber çöplüğü yaratabiliyor, bazıları haber değeri taşımıyor) önemli ayrıntılar verebiliyorlar. Hem görüntü hem de metnin belli bir filtreden geçirilerek kullanılması söz konusu. Bu ayrıca vatandaş gazeteciliğini (civic journalism) de içeren olgu. Yani herkesin, kendi ilgi alanı, kendi yaşadığı bölgeyle ilgili yapacağı haberleri içeren, demokratik katılımı ve sorumluluğu sağlayan bir yöntem. Görüntü olarak da Youtube, Google Video( hepsi habere yönelik olmasa) da önemli bir kaynak olarak ileride kullanılabilecek. Tek sakınca bu haber denizi içinde “haberin” kaybolma riski. Bir diğer yenilik ise görüntülü haberlerin web siteleri üzerinden yayınlanması hatta Kuzey Avrupa ülkelerinde bazı TV kanalları, haberlerini ekrandan önce web sitelerine koymaya başlamışlar ki bu da internet ile TV’ler arasındaki rekabeti daha da kızıştıracağa benziyor. BARIŞ GAZETECİLİĞİDünyanın farklı bölgelerinde savaşlar devam ederken, “barış gazeteciliği” kavramı da giderek daha çok tartışılmaya başlanıp, iletişim fakültelerinin müfretadına ve gazetecilerin gündemine giriyor.Kuzey Kıbrıs’taki Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde ders olarak okutulan “barış gazeteciliği” kavramı bir konferansa konu olurken, konferansa katılanlar “doğru gazetecilik”, “iyi gazetecilik” kavramlarının hali hazırda “barış gazeteciliğine” içkin olduğunu savundular. Doç.Dr. Sevda Alankuş’un “milliyetçilikten, ön yargılardan, şiddetten, cinsiyetçilikten uzak, savaşa değil barışa hizmet eden” bir anlayış olarak özetlediği barış gazeteciliği, tanımı gereği halen tartışılan bir konu. Bu yüzden farklı bölgelerde meydana gelen olaylarda “savaş”, “şiddet”, “çatışma”, “işgal” “düşman”,”terör”, “terörist” gibi kavramların doğru anlamda kullanılması önem kazanıyor. Dolayısıyla “savaşı, düşmanlığı nefreti, ayrımcılığı, cinsiyetçiliği” çağrıştıran imgelerden uzak durulmasını içeriyor. Ancak İsrail’deki Academic Collage’dan Dov Shinar barış gazeteciliği kavramını ilk başta muhabir ve editörlerin içselleştirmesi, işe kullanılan dille başlanması gerektiğini söylerken, medya sahipliği, ülkedeki genel anlayış, siyasi elitlerin tavrının bu süreçte etkili olduğunu belirtiyor. Örneğin, uzun yıllardır herhangi bir konuda süren “anlaşmazlıklar” devlet ya da hükümet politikalarının değişimiyle, medyanın da farklı ve daha yumuşak bir dil kullanmasına yol açıyor. Ya da medya sahipleri “barış” ilan ettiği zaman bu gazete sayfaları ya da televizyon ekranlarına yansıyabiliyor. “BARIŞ” NE KADAR GERÇEKÇİ?Ancak bu durum içselleştirilmiş olarak devam etmiyor. Çünkü hükümetler politikalarını değiştirdiğinde ya da “medya savaşları” gündeme geldiğinde yine eski “hasım” tavra geri dönülüyor. Doç. Alankuş’un Kuzey Kıbrıs’ta 2004 yılında Annan Planı için yapılan referandum sırasındaki araştırmasında bunu net olarak ortaya koyuyor. Uzun yıllar uygulanan politikalar sonucu “uzlaşmaz” bir tavır sergileyen medya, politika değişikliği ile birlikte daha barışçıl ve uzlaşma yanlısı oluyor. Tüm bunlar gazete manşetlerine, köşe yazılarına yansıyor. Ancak bu tavrın içselleştirilmiş bir durum olup olmadığı tartışılır. Çünkü en küçük bir politika değişikliğinde medya eski “hasmane” pozisyonuna dönebilir. Keza Türkiye ile Yunanistan arasında medya üzerinden yürütülen ve pek “dostane” olmayan manşet ve haberler 1999’daki deprem sonrası uygulanan politikalarla yumuşama havasına girmiş bu hava medyada etkisini göstermişti. Tabii ki tüm bu değişiklikleri konjonktürel politika değişikliklerinden soyutlamamak gerekiyor. Ancak Kıbrıs’ta ta politikacılar bazında alınacak çok yol olduğu anlaşılıyor. Konu barış gazeteciği olsa da güneyden kuzeye geçen akademisyenler Rum Kesimi’nin İçişleri Bakanı Andreas Hristu tarafından üstü kapalı yollu eleştirildi. Yine bir akademisyen sunumu yaparken üniversitesi adına değil kendi adına Kuzey Kıbrıs’ta bulunduğu söyleme ve sürekli tekrar etme zorunda hissediyordu.Tony Angastiniotis, Kanın Sesi adlı kitabında, Barış Harekatı’nda Rumların 126 Türk’ü katlettiğini yazınca Rum Yönetimi’nin gazabına uğramıştı. Şimdi ailesiyle Türk kesiminde yaşıyor ve geri dönemiyor. Ancak Angastiniotis’in bir sonraki hedefi aynı konuyu Güney’de ele almak. Bunu yapıca da muhtemelen KKTC’nin tepkisini çekecek. Bu somut örnek bile bazı konulara el atmanın hala ne kadar zor olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla gazetecinin “milliyeti” gündeme geliyor. Yani barış gazetecilğinin en önemli meselesi olarak “milli meselelere” yaklaşım ön plana çıkıyor. Öte yandan Güney ve kuzey Kıbrıs’tan gazetecilerin hala deneyimlerini birbirleri ile paylaşmaktan ürkmesi de “barış gazetecilği” kavramınının yerleşmesinin önemini ortaya koyuyor.Barış gazeteciliği anlayış olarak hükümet politikalarının önüne geçmesi ve bu politikaları belirlemesi gerekiyor.ORTADOĞU’DA KİMSE BİRBİRİNİ ANLAMAK İSTEMİYOR!Ortadoğu’da durum farklı değil. Ancak işgal nedeniyle İsrail ve Filistin arasında uzlaşmaz çelişkiler var. Bu çelişkiler zaman zaman nefrete dönüşebiliyor. Her iki tarafın medyası da bunu körüklüyor. Haberler birbirini anlamak yerine düşmanlığı daha arttırmak üzerine kuruluyor. Çünkü kimse karşı tarafı anlamak istemiyor. Örneğin İsrail kamuoyu bir intihar komandosunun hayat hikayesini ve onu bu noktaya getiren koşulları dinlemek, duymak niyetinde değil. Filistin’de de kimse İsrail’in korkuları ile yüzleşmek istemiyor. Ancak, İsrail-Filistin sorunu kendine has bir durum ve 1948’den bu yana Filistin halkı işgal altına yaşıyor. İsrail halkı bu durumu göz önüne almıyor, Filistinliler sanki normal koşullarda yaşıyormuş gibi algılıyor bu da karşı tarafı anlamayı zorlaştırıyor. Hem İsrail hem de Filistin’de oto sansür gündemdeki yerini koruyor.Ama tüm bu tartışmalar içinde öne çıkan konu en alttan yukarıya doğru terminolojide düğümleniyor. Bu yüzden düşmanlık, nefret önyargılar içeren söylemlerin değişmesi gerekiyor. Savaş söylemi yerini barış söylemine; savaş söylemindeki “Saldırgan kim?”, “Suçlu kim” gibi sorular yerini “Sorun nedir?”, “Sorunu nasıl çözebiliriz”e bırakması ve bunun bir alışkanlığa dönüşmesi gerekiyor.http://www.ntvmsnbc.com/news/391454.asp