Medya savaşı

-
Aa
+
a
a
a

5 Eylül 2006Mete Çubukçu

Radikal gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan, 10 Ağustos tarihli yazısında savaş ve kriz durumlarında gazetecilerin kendilerine yönelttikleri o varoluşsal soruyu sormuştu: "Dün Radikal'in yazı işleri masasında bugünkü birinci sayfamıza koyduğumuz fotoğrafı çok tartıştık. Koymalı mıydık, koymamalı mıydık? Masadaki arkadaşlarımızın yarısı, fotoğrafa bakamadı bile. Ben de bakmakta güçlük çektim itiraf edeyim... Belki siz de şu an tepki gösteriyor, sabah sabah böyle bir görüntüyü evinizde, işyerinizde veya gazeteyi her nerede okuyorsanız orada böyle bir görüntüyle karşılaşmak istemiyor olabilirsiniz. Bir ölü bebek, kimsenin severek bakacağı bir görüntü değil, kabul ediyorum. Ama savaşın dehşetine ve vahşetine kayıtsız kalmak da imkânsız". Sözü edilen fotoğraf İsrail tarafından bombalanan binanın enkazı altında kalan küçük bir çocuğa aitti. Savaşın ne kadar insanlık dışı bir durum olduğunun en net göstergesiydi. Tek bir fotoğraf karesi, o kanlı savaşı binlerce sözcüğe gerek duymadan özetliyordu. Berkan bir süre sonra, İsrail'in kendi ölülerini göstermediğini, Hizbullah'ın ise bu tür görüntülerle "iyi bir halka ilişkiler kampanyası" yürütmüş olabileceği yönündeki şüphelerini dile getirdi. Bir gazeteci olarak şüphesinde haklıydı. O dönemde muhtemelen binlerce gazete ve televizyon kanalının mutfağında aynı tartışmalar yaşandı. Hangi görüntüler ne oranda okur ve seyirciyle paylaşılmalıydı? Çocuk cesedi kullanmak habercilik etiğine uygun muydu? Medya herhangi bir tarafın propagandasına alet oluyor muydu? Ya da tüm bu tartışmalarda medya etiğinden öte kültürel bir algı, biz ve onlar ayrımından kaynaklanan bir bakış açısı mı söz konusuydu?

Savaş var, ceset yok! Son yıllarda tanık olduğumuz savaşların "temiz" olunmasına çalışıldı. Uzaktan kumandayla idare edilen, bir video oyunu ya da Nintendo havasındaki savaşlarda seyirci/okur sadece havada uçuşan ölümcül füze ve bombalara şahit oldu. Sanki kimse ölmüyor, o binlerce tonluk bombaların düştüğü yerlerde insanlar yaşamıyordu. Bu yöntem özellikle ABD benzeri ülkeler, İsrail gibi saldırgan devletler açısından hijyenik bir yöntemdi. Kendi askerleri ölmüyor, kayıp verilmiyordu. O bombaların, füzelerin kurbanlarıysa "kabul edilebilir" savaş zayiatlarıydı. Yani belli oranda sivil ölümü "normal"di. Seyirciyse oturma odasında rahatsız olmuyor, rahatça yemeğini yiyor, son yıllarda moda olduğu üzere "terörizmle savaşta" karşı taraftaki "düşmanları" yok ediyordu. Aslında Jean Baudrillard'ın l. Körfez Savaşı'nı kastederek söylediği gibi "aslında savaş da olmuyordu". Askerler ve politikacılar açısından tercih edilen bu yöntem l. Körfez Savaşı, Irak'ın işgali ve Afganistan saldırısında çokça uygulandı ve kendileri açısından başarılı oldu. Milyonlarca insan odalarında oturup sadece uzaktan vurulan hedefleri seyretmeye, gerçek olmayan görüntülere ve cesetsiz savaşlara alıştı, yabancılaştı. Bu mantık tabii ki tecrübeyle edinilmişti. Çünkü çok sayıda sivilin ölümüne, zarar görmesine, kentlerin yerle bir olmasına yol açan savaşların halkın görüşlerini değiştirdiği, ilk zamanlarda hükümetlere ve dolayısıyla savaşa verilen desteğin azaldığı biliniyordu. Vietnam Savaşıındaki May Lai Katliamı, 1982'deki Lübnan işgalindeki Filistinli mültecilerin yaşadığı Sabra Şatila'daki katilam ya da l. Körfez Savaşı'nda Bağdat'taki Al Ameriya sığınağı katliamı en bilinen örneklerdir. l. Körfez Savaşı'nda Bağdat'ta Al Ameriya sığınağında 400 sivilin yanarak katledilmesi ile ilgili olarak dönemin Britanya Savunma Bakanlığı sözcüsü "halk bunları görmek istemiyor" demişti. Daily Telegraph'a göreyse aynı görüntülerin verilmesi "düşmanı rahatlatıyor, Saddam Hüseyin'in gündemine alet oluyordu." Peki medya Kana katilamı ile Hizbullah'ın gündemine mi alet olmuştu? Kana katliamı sonrası özellikle bebek cesetlerinin gösterilmesinin Hizbullah'ın işine yaradığı, hatta Kana'daki binaya sivillerin kasıtlı olarak yerleştirdiği iddia edildi. Çünkü Kana katliamı dünya kamuoyu açısından Lübnan saldırısının dönüm noktası oldu. Katliamı takip eden günlerde İsrail ordu istihbaratının çektiği görüntüleri yayınladı. O siyah beyaz görüntülerde, bir binanın arkasından ateşlenen katyuşa füzeleri görülüyordu. Ancak İsrail, görüntülenen binanın Kana'daki bina olup olmadığını hiçbir zaman teyit etmedi. Eğer bu sav doğru olsaydı İsrail kesinlikle peşini bırakmazdı.

İsrail'in sicili Hizbullah'ın çocuk ölümlerini bir propaganda malzemesi yapıp yapmadığını bilmiyoruz. Ama İsrail'in bu konudaki sicilinin temiz olmadığı ortada. Gazze'deki plaj katliamı bunun en son ve somut örneklerinden. Plajda piknik yapan yedi kişilik aileyi bir savaş gemisinden ateş açarak öldüren İsrail, daha sonra bunun Hamas'ın plaja döşediği mayınlar sonucu meydana geldiğini iddia etmiş, başta CNN olmak üzere 'az sayıda' medya kuruluşu bu haberi yayınlamış, kısa süre sonra şarapnel parçalarının İsrail ordusundaki top mermilerine ait olduğu ortaya çıkmıştı. Tıpkı İkinci İntifada'nın başlangıcında babasıyla birlikte bir duvarın kenarında sıkıştırılarak öldürülen Muhammed Durra için 'çapraz ateş'te kaldığı dezenformasyonu gibi... Tabii ki sui misal emsal olamaz. Ancak o dönemde hareket eden her şeyin vurulduğu, Kana'daki insanların bölgeyi terk edemeyecek kadar yoksul oldukları ve sığınakta güvenlik içinde olduklarını düşündükleri tahmin ediliyor. Üstelik bölgedeki BM görevlileri bile İsrail'in bombalarından nasiplendikten sonra o sivillerin hedef olması çok normaldi. Madalyonun diğer yüzündeki İsrail'in ise tüm bunların aksine kendi ölülerini hiç göstermediği ve Hizbullah gibi PR çalışması yapmadığı iddia edildi. Yani söylenmek istenen şey bir savaş/medya/propaganda ilişkisinden öte kültürel hatta gayri medeni olmakla ilgiliydi. Yani bir medya anlayışından öte ayrımcılık da söz konusuydu: Onlar medeni değillerdi. Irak savaşı sırasında Arap kanalları eleştirilirken, önde gelen uluslararası bir TV kanalının yöneticisi, "Biz seyircimize cesetleri, kanlı bebek görüntülerini göstermiyoruz. Onları rahatsız etmek istemiyoruz. Ancak Araplar bunları sansürlemeden tüm açıklığı ile veriyorlar. Bizim seyircimiz buna alışkın değil" demişti. Yani Arapları vahşete, kana alışkın ve rahatsız olmayacak kişiler olarak tarif etmişti. Sansür içeren, temiz savaşı savunarak, "savaş bile yok hissi yaratmayı" bir medya ahlakı haline getirenler aslında kültürel olarak ötekilerden ne kadar farklı olduklarını kanıtlamak istiyor, açıkça ayrımcılık yapıyorlardı. Ancak o kanlı görüntüleri yaratanlar, sözü edilen "rafine" kültürün politikacı ve askerleri değil miydi? Ve de onlara destek veren kamuoyları.

Gerçeklerden kaçamayız İsrail'de sivil ölümlerinin gösterilmemesinin nedeni doğrudan bu savaşla ilişkili değildir. Yıllardır süren İsrail-Filistin sorununda hayatını kaybeden asker/sivil İsraillilerin cesetleri gösterilmez. Birincisi bir halkın moral kaybına uğramaması, ikincisi İsrail'in 'vurulmaz, yenilmez' olduğu inancının yara almaması hedeflenir. Ayrıca İsrail medyası kendi ölülerini göstermezken, okurları ve seyircileri öteki tarafta olanlardan da mahrum bırakır. Haaretz gazetesinden Gieon Levy meslektaşlarıyla tartışırken Lübnan'da olanların, "İsrail medyasında çok çok gizli, kısıtlı ve önemiyle orantısız bir biçimde yer aldığını ve İsrailli okuyucuya, Avrupalı okuyucuya sunulan resim ve raporların sunulmadığını söylüyor. Filistinle devam ediyor Levy, 'Çünkü eğer işgalin ne kadar zalimce olduğunu bilselerdi, bu gerçek karşısında huzur içinde yaşayamazlardı'.. Gerçek şu ki, İsraillilerin çoğuna bilgiler verilmiyor. Sorun şu ki, çoğu da bilmek istemiyor." Savaşın alanlarda olduğu kadar medyanın mutfaklarında geçtiği, zaman zaman medya kuruluşlarının bilinçli ya da bilinçsiz propagandaya alet olduğu bilinir. Ancak tüm bunlar savaşın gerçekliğini, sivil ölümleri yok saymak anlamına gelmez. Eğer savaş kanlı, rahatsız edici bir durumsa, ki öyledir, insanlar da bu durumdan nasibine düşeni almak zorundadır. Kendimizi, çocuklarımızı ve psikolojimizi bu kanlı görüntülerden korumak için, soruyu sadece medyaya değil dünyayı böylesine vahşi bir hale getirenlere sormamız gerekiyor. Gözlerimizi kapatarak savaşların gerçeğinden kaçamayız. Medyanın tabii ki sınırları, çifte kontrol olanakları vardır. Ancak bu olanaklar savaş sırasında giderek azalır ve zorlaşır. Bu yüzden daha fazla hassasiyet gerekir. Ekranlara, sayfalara kan sıçratmadan savaşın gerçek yüzü gösterilmelidir. Berkan'ın "Kesin olan bir şey var, sadece İsrail ve Lübnan'dakiler değil hepimiz insanlığımızdan bir şey kaybetti" sözlerine şunu eklemek gerekiyor. Evet her savaş insanlığımızdan biraz daha eksiltiyor.

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6203