Merhaba kâinat!..
Birleşmiş Milletler heyeti ile Irak delegasyonu, biliyorsunuz, Viyana’da oturup konuştular ve anlaştılar. Irak, silah denetçilerinin geri dönmesini kabul etti. Yalnız, başkanlık sarayları olarak isimlendirilen bölgelerle ilgili şerhleri vardı Irak’ın. Bu mesele de, Denetçilerin başı Hans Blix’in yapılan görüşmelerin özetini BM’ye sunumuna bırakıldı. Beklenebileceği gibi tam da bu noktada sorun çıktı. ABD, denetim heyetini destekleyen bir askeri varlık ve işlerin ters gitmesi durumunda istila seçeneklerini içeren yeni karar taslağı kabul edilmedikçe denetçilerin gidişini engelleyeceğini söylüyor. Britanya Başbakanı Tony Blair de sinirlenmiş: “Bizim istediğimiz başkanlık saraylarına da girilmesidir. Kitle imha silahları ülkenin geri kalan yüzde 1’inde saklanıyor ve geliştiriliyorsa diğer yüzde 99’u aramanın iyi bir yanı yok ki...” Blix ise uğraşıyor anlaşıldığı kadarıyla: “Ucu açık bazı hususlar kaldı,” demiş, “Onların bağlanması lazım.”
Rusya henüz yaklaşımını değiştirmiş değil; halihazırdaki Güvenlik Konseyi kararlarının yeterli olduğunu, yenilerine gerek olmadığını söylüyor. Fransa ise bugünkü haberlerde birazcık değiştirmiş yaklaşımını. Daha sert kararlara ihtiyaç olabilir, ama istila en son seçenek olarak düşünülmeli, diyormuş. Fransa daha birkaç gün önce, aynen Almanya gibi, yeni kararlara ihtiyaç olmadığını söylüyordu. Bu arada, kamuoyu önünde tam bir şahin olan Blair’in, özel konuşmalarında Fransa’nın yaklaşımına yakınlık duyduğu da ifade ediliyor...
Bütün bunlar (komik değil) gülünç aslında, ama gülebilmek mümkün değil. Tefrikacılarınızın duygusu öyle ki akşam yatarken satranç tahtasının taşlarını belli bir şekilde bırakıyorsunuz, sabah kalkınca hemen hepsinin yerinden oynamış olduğunu görüyorsunuz. Yahu, hangi taş neredeydi, dün akşam nasıl bırakmıştım, nasıl bırakırsam bunlar bir daha yerinden kımıldamaz... falan derken bütün bu diplomatik gürültü altttan alta ilerleyen asıl gayeyi kamufle ediyor efendim: ABD yönetimi, Irak’a savaş açmak istiyor!
Bu gayeyi bugün hem Martin Woollacott (Guardian), hem de Robert Fisk (Independent) fevkalade serahatle dile getirmiş bulunuyorlar.
Woollacott, uluslararası diplomasinin savaşı önlemekten ziyade Amerika, Avrupa ve Rusya arasında bir yarılma olmasın diye çaba gösterdiğini söylüyor. Müstakbel savaşla igili bütün tartışma ve münazaralar, savaşın yapılıp yapılmamasıyla değil, yapılacak savaşın kimin, hangi çıkarına, ne kadar uyacağıyla ilgili. Irak halkının başına gelecekler, ülkelerin gündeminde ilk sıralarda falan değil. Amerikalı Demokratlardan Avrupalı muhalif hükumetlere kadar herkes öyle bir ton tutturmaya çalışıyor ki savaş başarılı olursa bir basiretsizler ordusu olarak iyot gibi açıkta kalmak istemiyorlar, ama başarısızlık durumunda da ‘biz söylemiştik’ deme şansını ellerinde tutmak istiyorlar. Woollacott, insani denetimi elden kaçırmamaya çalışmanın, bugünün başlıca meselesi olduğunu vurguluyor.
Fisk ise bugün Saddam’ın karşısına getirilen açmazın, 1999 yılında Sırbistan Devlet Başkanı Miloşeviç’in de karşısına getirildiğini söylüyor. Miloşeviç’in olduğu gibi, Saddam’ın da ne kadar kötü ve günahkâr yönetici olması durumu değiştirmiyor burada; eğer bir BM Güvenlik Konseyi kararıyla, kara ve hava transit koridorlarının tamamının BM güvenlik güçleri tarafından belirleneceğini söylerseniz bunu hiçbir devlet başkanının kabul etmesi mümkün değil. Kabul edilmeyecek bir öneride bulunuyor ve kabul edilmedi diye savaş açıyorsunuz. Durum bu kadar net ve basittir, diyor Fisk. Anglo-Amerikan güvenlik konseyi karar tasarısının bize huzur ve barış yerine savaş getirecek olmasının da sebebi budur.
Bundan tam 16 yıl önce bugünlerde, İsrailli nükleer teknisyen Mordehay Vanunu, casusluk ve vatan hainliğiylea suçlanarak 18 yıl hapis cezasına mahkum edilmişti. Suçu mu neydi? Vanunu, İsrail’in elinde nükleer silahlar bulunduğunu söylemişti, 1986 yılında. Vanunu’yu gayriresmi bir silah denetçisi gibi düşünürsek İsrail hakkında bugüne kadar hiçbir nükleer silah denetimi girişiminde bulunulmamış olması biraz riyakârlık gibi görünmüyor mu, yoksa biz tefrikacılar mı abartıyoruz?..
Sahiden mahir eski sirklerin ustalarından özür dileyerek diyebiliriz ki bütün bu sirk manzarasının yerine başka bir resim oturtabilmek adına önümüzdeki hafta sonunda, ABD’de pek çok kişi sokaklarda olacak gene. ‘Bizim Adımıza Olmaz’ (Not In Our Name, www.nion.us) hareketinin düzenlediği gösterilere kaç kişinin katıldığını, bu sayıyı resmî makamların nasıl aktardığını da sonra konuşuruz.
Dünya böyle böyle dönmeye devam ederken dünyanın bilhassa gelişmiş kesimine hiç yakışmayan bir şey olmuş. Daha düşük fiyatla (50p) satılmak üzere Afrika’ya gönderilen AIDS ilaçlarının, daha neredeyse kara kıtaya varmadan tekrar Avrupa’ya getirilip yüksek fiyatlarla (3.80₤) satıldığı anlaşılmış. Bir senedir sürüp gidiyormuş bu durum; şimdi ucuz ilaçlar ile pahalı ilaçların ambalajlarını farklı yapmak fikrinin benimsenmesi gündemdeymiş.
Bu arada, Aralık ayındaki görüşmelerde Türkiye’nin AB üyelik sürecinde bir takvim alıp alamayacağı konusu hararetle tartışılır ve Verheugen’ın bütün demeçleri olumlu bir sonuç çıkarmak adına didik didik edilirken İstanbul Üniversitesi açıldı. Bu iyi bir şey elbette. Ancak, üniversitenin açılışı sırasında olanlar AB yolunda devasa adımlar atan Türkiye’nin bu adımlarını küçülttüğüne delalet eder gibi... Efendim, Rektör Kemal Alemdaroğlu, Atatürk ilkelerine bağlı bulunulması kaydıyla sonsuz özgürlüğün tadının çıkarılabileceğini anlatırken öğrencilerden Başak Şahin, “YÖK’e hayır, demokratik bir üniversite istiyoruz,” demiş. Başak Hanım’ın bu talebi üzerine güvenlik güçlerimiz kendisini, hem ‘kargatulumba’, hem de ‘yakapaça’ olarak izah edilen, kompleks bir sistemle olay mahallinden uzaklaştırmışlar. Yalnız, endişeye mahal yok, zira tutuksuz yargılanacakmış Başak Hanım.
Salonda bulunanların huzurunun bozulduğunu ayrıca ilave etmemize gerek yoktur herhalde.
Devamı haftaya...
(Fotoğraf: Milliyet)