Merhaba kâinat!
En çok, ekonomiden bahsetmek zorundayız bugünlerde...
Türkiye’de bütün gazetelerin ağız birliğiyle ‘belirsizlik’ten bahsettiği bir günde ekonomiden sorumlu yetkililer biraraya geliyorlar. Çünkü, belirsizliğin etkiledikleri arasında sonucun en doğrudan, en somut hissedildiği alan ekonomi.
Enflasyon korkulduğu kadar yükselmemiş, hatta daha geçen gün daralma yerine büyüme rakamı açıklandı, ama yüzde 2.8’lik çekirdek enflasyonun hayra alamet olmadığı da belirtiliyor.
En çok, ekonomiden bahsetmek zorundayız. Üstelik, Ecevit’in hastalığının tehdit etmeye başladığı Türkiye ekonomisinin yanı sıra son 10 seneye damgasını vurmuş mali serbestinin yarattığı skandallar ekonomisinin de...
Enron, WorldCom, Xerox, Vivendi Universal... Sırada hangi şirketler var? Hangi şirketlerin olacağının pek önemi olmadığını, hatta yeni çöküşlerin de sürpriz olmayacağını belirtiyorduk evvelki tefrikalarımızda. Şimdi, dünya piyasaları bir uçtan diğerine savrulup dururken ‘baba’ iktisatçıların gelip altını çizdikleri tek bir husus var: Etik.
Ne pahasına olursa olsun kâr peşinde koşmanın, çok daha büyük patlamalara neden olmadığına şükretmek gerekiyor belki de...
Vaktiyle Dünya Bankası’nın baş ekonomistlerinden olan, Nobel ödüllü Joseph Stiglitz, Guardian gazetesinde yayımlanan yazısında anlatıyor ve diyor ki fakir ülkelerin kamu sektörlerinde büyük yozlaşma (corruption) olduğu gerekçesiyle özelleştirmenin tek çıkar yol olduğu söyleniyordu. Ama, Amerikan kapitalizminin de olanca haşmetiyle göstermiş olduğu gibi, tahayyülü güç bir yozlaşma özel sektörü de sarabiliyormuş meğerse. Fakir ülkelerde devlet eliyle cebellezi edilen birkaç milyon dolar için Batı bangır bangır bağırırken şimdi pek çok ülkenin GSMH’sinden büyük, milyarlarca dolarlık skandaller nasıl izah edilecek?
Özelleştirme iyiydi, çünkü serbest piyasada rekabet hüküm sürerken ve kâr en büyük amaçken kötüler ayıklanacak ve verimli olanlar ayakta kalarak refahın üretimine katkıda bulunacaklardı. Bu varsayımın doğru olabilmesi için bir koşul daha gerekiyordu halbuki. Ekonomik birimler arasında bilgi akışının kanalları açık olacak ve böylelikle denetim sağlanabilecekti –ki hiçbir zaman tam tekmil başarılamamış bir aşamaydı bu.
Varsayımın birinci aşamasına daha çok bağlı kalan büyük ekonomiler, gerek vergi düzenlemeleri, gerek muhtelif muhasebe taktikleriyle, şirket yöneticileri için hisse senedi sahibi olmayı çok cazip bir hale getirdiler. Çalıştığınız şirketin hisse senetlerine sahip oluyordunuz, o hisse senedinin kâr getirmesi için gözünüz hiçbir şeyi görmeksizin çalışıyordunuz, bu arada sizin kazancınız da şirket için en küçük bir maliyet getirmiyordu... Hoş değil mi? Gerçekliğine inanamayacağınız kadar hoş!
Nitekim, “Bir seraptı görülen,” diyor Stiglitz. Çünkü olanlar, hisse senedinin değerinin sulandırılmasından başka bir şey değildi, ancak bütün kötülük bu hilekârlıktan ibaret değildi. Hisse senetlerine sahip olmak yöneticilere büyük bir çalışma şevki veriyordu, evet, ama çalışmanın amacı hiçbir zaman uzun vadeli bir güçlülük değildi. Kısa vadede görünür olanla ilgileniyordu yöneticiler. Hisse senedi konusunda cömert davranılması, yöneticileri temel meselelere özen göstermekten uzaklaştırmıştı tamamen. Özensizliğin kimsenin dikkatini çektiği de yoktu. Cin atına binmiş misali yöneticiler, şirket kârlarını katlıyor ve hisse senetlerinin değerini artırıyor ve de başka bir şeyle alâkadar olmuyorlardı. Kimsenin kimseye bir şey sorduğu yoktu, sormaya kalkanlara da azgelişmiş, geri kalmış, demode muamelesi yapılıyordu...
Stiglitz, Adam Smith’in meşhur ‘görünmez el’inin tam da bu aşamada sahiden görünmez olacağını, ortadan kaybolacağını belirtiyor. “Çünkü,” diyor, “şirketler Amerika’sında gördüğümüz türden teşvikler ve mükafat sistemi içinde, gerçek zenginlik yaratılması için değil, zenginlik görüntüsü yaratılması için bir gayret vardır.” Hayalet zenginlik yani.
Aynı karineyle söyleyebiliriz ki, müşterilerine denetim hizmeti yerine danışmanlık hizmeti veren murakebe şirketleri için de bir çıkar çatışması söz konusuydu. Yani, elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin; müşteriniz olan şirkete kısa vadede danışmanlık yapıp kârlarını arttırıp o kâra ortak olmak dururken uzun vadeli bir istikrar ve itibar için denetim cefasına katlanmayı kim ister? O halde, danışmanlık daha iyidir – elbette oyundaki "kurallar çerçevesinde".
Böyle yapınca neler olur? Mesela, yatırım bankalarında çalışan analizcilerden hisse senetleriyle ilgili tüyolar sızmaya başlayabilir ya da bu bankaların, varsa, mevduat toplayan departmanlarında kredi hadleri iyice gevşetilir. Riskli de olsa vereceğiniz krediler, müstakbel evliliklerin (mergers) içinde bir kâr limanı demek olacaktır sizin için. Elinizi tutan mı var?..
Ekonomideki bu kâr yönelimli dürtülerin, tren misali birbirine bağlı bir halde geriye doğru izlenebileceğini söylüyor Stiglitz:
ABD Hazinesi’nin (1990’ların ortalarında yapılana benzer bir biçimde) kötü muhasebe uygulamalarının devamını sağlamak gibi bir dürtüsü vardır; Wall Street’in çıkarlarını hiç ihmal etmez ve böylelikle finans cemiyeti de, oluşmasına katkıda bulunduğu suni büyümeden şirket yöneticileri kadar faydalanmış olur.
Muhasebe firmalarının SPK’yı (Securities and Exchange Commission) susturmak gibi bir dürtüleri vardır. Çünkü SPK ısrarla denetim hizmeti ile danışmanlık hizmeti arasında bir çıkar çatışması olduğunu söyler.
Bankaların, yatırım ve mevduat bankalarının ayrılmalarını öngören kanunu ilga etmesi için ABD Hazinesi’ni sıkıştırmak gibi bir dürtüsü vardır.
Kamusal ile özel dürtülerin iç içe geçmiş olmalarının iyi bir örneğidir bu. Özel kesimin, kamu politikasını bozmak gibi bir dürtüsü vardır, çünkü kamu kesiminin kendi dürtülerini bozmasından çekinir. Hatta, bazen, kamu kesiminin piyasadaki rahatsızlıkları giderme teşebbüsünü engellemek gibi bir dürtüsü de vardır. Bunlar hem ulusal, hem de uluslararası seviyelerde yaşanan sorunlardır ve kamu kesimi de bazen bu kısır döngüyü görüp tedbir almak cihetine gitmiştir.
Ekonomik hayattaki dürtülerin zarara uğraması ya da uğratılması yüzünden mesela kamu kesimindeki uzmanların birdenbire özel kesimde kendi alanlarıyla ilgili işlere zıpladıklarını görürüz. Bazı demokrasiler bu hareketliliği yasalarla sınırlamak istemişlerdir.
IMF’yi düşünelim. Uluslararası bir kamu kuruluşudur IMF. Ama IMF’nin başkan yardımcısının ABD’nin en büyük şirketlerinden birinde yüksek bir mevkiye geçmesi, kuruluşun finans cemaatinin yönetiminde olduğu izlenimini uyandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Dolayısıyla, IMF’nin temas kurduğu merkez bankalarının guvernörleri giderek daha bağımsız olurlarken IMF için tam tersi söz konusu olacaktır.
Uzun sözün sonunda diyor ki Stiglitz; çıkar çatışmalarını külliyen ortadan kaldırmak mümkün değildir, ama unutmayalım: Güneşin altında mikrop barınmaz.
O halde şeffaf olalım ve bilgi akışını olabildiğince gerçekleştirmeye çalışalım.
Peki, soruyor tefrikacılarınız: Galbraith’in altını çizdiği ‘sessizlik kumkuması’ içinde kim(ler) talep edecek şeffaflığı? Yine Galbraith diyor ki, “gelirin büyük bir kısmının zenginlerin eline geçmesine daha çok tahammül eder olduk, ama öte yandan toplumun vicdanı da büyük ölçüde inkişaf gösterdi.”
Stiglitz’in şeffaflık ve bilgi talebi de ancak vicdanlıların ısrarıyla sağlanabilecekse...
Peki kim? Tahammül gösterenler mi, vicdan sahipleri mi?
İşte bütün mesele!
Devamı yarın...