Merhaba kâinat!
Britanyalı bir patolog, Dundee Üniversitesi’nden Adli Tıp profesörü Derrick Pounder, Uluslararası Af Örgütü’nün çalışmaları kapsamında Cenin’e gelmiş ve otopsilere başlamış. Pounder diyor ki: “Çok sayıda sivilin öldüğüne ve enkaz altında bulunduklarına dair iddialar inandırıcı. Sadece birkaç kişinin öldüğüne ise inanmak zor. Bize ulaşan haberlere bakılırsa üç ya da dört katlı binalar imha edilirken içlerinde çok sayıda insan bulunuyordu.”
Profesör Pounder’ın söylediklerine yer veren, Independent gazetesi yazarı Phil Reeves. Kasabada sağ kalan Filistinliler’in, İsrail ordusunun büyük zulüm yaptığını anlattıklarını yazıyor Reeves: “Tanıklar, insanların teslim olurlarken vurulduklarını, evlerin içlerinde insanlar olduğu halde buldozerlerle yıkıldığını, insanların canlı kalkan olarak kullanıldıklarını, 32 kişinin bir sipere gömüldüğünü ve bir defasında askerlerin bir oda dolusu insanın üzerine elbombalarını atmadan önce evin gaz musluklarını açtığını anlatıyorlar.”
Birleşmiş Milletler Filistinli Mülteciler Ajansı’ndan (Unrwa)Richard Cook, kampı gördükten sonra “Dehşete kapıldım,” demiş, “Birşeyler hayal ediyordum, ama yıkım tahmin ettiğimden çok daha büyüktü.” Britanya Dışişleri Bakanlığı da İsrail’in “orantısız ve aşırı” güç kullandığını ve “sivillerin layığıyla korunmadığının açık” olduğunu ifade etmiş.
Cenin’den manzaralar bu haldeyken insan hakları grupları da yardım çalışmalarının azlığını protesto etmişler. Uluslararası Af Örgütü, “İsrailli yetkililerin yardım istememesi ve uluslararası camianın da yardım önermemiş olması şoke edici,” diyor. “Kalanları kurtarmak için yardıma ihtiyaç var.” Guardian gazetesinden Brian Whitaker, ‘Yasa’ isimli bir Filistinli insan hakları grubunun anlattıklarını aktarıyor. Gruba bağlı üç avukat bir hastaneyi ziyaret etmek üzere kapıda beklerlerken bir kontrol noktasında bulunan İsrail askerleri, hastaneye gelen Filistin Kızılayı ve Birleşmiş Milletler’e ait cankurtaranları engellemişler.
BM İnsan Hakları Direktörü Mary Robinson da İsrail’in kendisine Cenin’e ziyarette bulunmak üzere izin vermesini istemiş. Ama BM İnsan Hakları Örgütü’nü taraflı bulan İsrail pek taraftarn olmamış böyle bir izin vermeye.
Radikal gazetesi ise bugünkü manşet haberinde Nablus’tan bahsediyordu. Cenin’deki facianın yanında Nablus’un da “yaralı” olduğu duyuruluyordu haberde: “Refidiye Hastanesi yetkilileri Nablus’ta en az 71 kişinin öldüğünü söylüyor. Bunlardan sekizi bir binanın enkazından çıkarılan El Şabi ailesinin üyelerine ait. Görgü tanıkları eve füze atıldığını vea buldozerle yıkıldığını anlatıyorlar. El Şabi ailesinin çocuklarının cesetleri, öldükleri anı tasvir eder gibi...”
Bu arada, Nablus’ta çeşitli uluslardan oluşan bir yardım örgütünün yiyecek dağıtmak isterken askerler tarafından fena halde tartaklandıklarını, hatta dövüldüklerini, taciz ateşine maruz kaldıklarını da The Palestine Monitor’dan öğrendik. Gush Shalom’da ise şöyle bir tanıklık yer alıyordu: “Bugün [17 Nisan Çarşamba] öğle saatlerinde, 12 yaşındaki Kasey Ebu Ayşe Nablus’taki evlerinin bahçesinde oynuyordu. Bahçe, yüksek, tenekeden bir perdeyle çevriliydi. Oradan geçmekte olan askerler bahçeye ateş açtılar. Ebu Ayşe, tenekeyi delip geçen iki kurşunla karnından vuruldu ve hemen öldü. Ayşe’nin babasının çağırdığı cankurtaran ancak iki saat sonra geldi ve çocuğun ölmüş olduğu tespit edildi.”
İçiniz karardı, değil mi? Bizim de... Gene de bunları tecrübe edenlerin yanında metanemizi muhafaza ediyor ve son olarak bir de Gazze’ye; Gazze hakkında Al Mezan İnsan Hakları Merkezi gönüllülerinden Benjamin Dov Granby’nin yazdığı birkaç cümleye bakalım: “İsrail hükumeti, Gazze Şeridi’nde yaşamı sessiz sedasız cendereye almış durumda. Çünkü burada bütün mal dolaşımının ve nakliyatın denetimini ellerinde tutuyorlar. Filistinliler’in hayatını diledikleri an durdurabilirler. Durum bu ve dünyanın ruhu bile duymuyor, çünkü Şaron olanların dikkat çekmemesini sağlıyor. (...) İsrailliler bütün bölgeyi kuşatma altında tutuyor ve bölgeye ancak hayatta kalmaya yetecek kadar gıda girmesine izin veriyorlar. Herhangi bir iyileşme olmazsa Gazze’nin en fakir kesiminde açlık başgösterecek.”
Powell, yıkıntı ve ceset manzaraları arasından sıyrılıp ateşkes de sağlayamadan ABD’ye döndü bu arada. Haberlere bakılırsa iyimserliğini muhafaza ediyormuş; Şaron’dan bir iki haftaya kadar çekilme vaadi almış olması onu tatmin etmiş. Hatta, Başkan Bush da Powell’ın gezisinin tamamıyla başarısızlık olarak nitelenemeyeceğini söylemiş. İyi, değil mi?..
Fransa’da ise bilimadamları ile üniversite profesörlerinden oluşan, üç yüz kişiyi aşkın bir grup Avrupa Birliği’ne bir çağrıda bulunarak İsrail ile bütün akademik işbirliğinin askıya alınmasını talep etmiş. Liberation gazetesinde yayınlanan çağrı, büyük bir tartışmanın başlamasına da neden olmuş. Mesela, sosyolog Yankel Filalkows çağrının aptalca olduğunu; Filistinliler’e desteğin meşruiyetine rağmen Yahudi oldukları gerekçesiyle meslekdaşlarını tecrit etmemeleri gerektiğini söylüyormuş. Bu arada, Fransız Yahudilerinin liberal ve laik kesiminden Filistin davasına ciddi bir destek geldiği de belirtiliyor haberlerde.
Bugünler, yeni kaset günleri... Ortadoğu Yayın Kuruluşu’na bağlı bir televizyon kanalında 17 Nisan Çarşamba günü yayınlanan ve ne zaman kaydedildiği belli olmayan yeni bir kasette, El-Kaide’nin sözcülerinden ve en çok aranan isimlerinden Süleyman Ebu Geyt, örgütün 11 Eylül saldırılarından sorumlu olduğuna dair en net işareti vermiş. ABD’yi “tam kapısının eşiğinde2 vurmaya muvafak olduklarını anlatan Geyt, “Allah bize kâfirlere dehşet vermemizi emretti ve biz de onlara dehşet saçtık,” demiş.
El-Kaide’nin tam manasıyla çökertilememiş ve Usame Bin Laden’in elden kaçırılmış olmasının nedenini ise General Tommy Franks açıklamış. Franks, Afganistan’daki savaşa komutanlık eden Amerikalı subay. Geçen sene Aralık ayında Tora Bora dağlarındaki çatışmalar sınasında, Usame Bin Laden’in de orada bulunduğuna dair ciddi kanıtlar geldiğini söyleyen Franks, karaya yeterince Amerikan askeri indirmeyip savaşı Afgan milislere emanet etmenin “savaştaki en büyük hata” olduğunu ifade etmiş. Ancak, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld elinin tersiyle itmiş iddiaları. Hem Franks’i çok başarılı bulduğunu söylemiş Rumsfeld, hem de söz edilen türde kanıtlar bulunmadığını vurgulamış.
Şimdi, övünmek gibi olmasın ama, ABD istihbaratının işin ta başından beri Türk istihbarat birimleri ile yoğun temas içinde olmamalarının ceremesini çektiklerini de söylemek zorundayız. Bugün Hürriyet manşetten duyurmuş işte; “Ladin’in yerini bizimkiler buldu,” diye: “Türk istihbarat birimleri büyük bir başarıya daha imza atarak, ABD’nin aylardır peşinden koştuğu Usame Bin Laden’in saklandığı yeri buldu.” Teferruat yazmayacağız, çünkü Hürriyet’in bugünkü ‘özel haber’iydi bu.
Garzon’u hatırlıyor musunuz? İspanyol Savcı Baltazar Garzon’u... Hani Pinochet’yi hayatından bezdirmişti. Şimdi de, eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile konuşmak istiyormuş. Konuşmak derken, birkaç soru sormak yani. Kissinger, önümüzdeki Çarşamba günü şirket yöneticilerine hitaben bir konuşma yapmak üzere Londra’ya gelecekmiş; işte o arada, demiş Garzon, acaba birkaç soru sorabilir miyim. Yetmişli yıllarda, Latin Amerikalı diktatörler tarafından işlenen terör suçları hakkında birkaç küçük soru. Teklif galiba ABD’deki büroya da iletilmiş, ama Kissinger’ın sözcüsü bir hanımefendi, “Beyefendi yurt dışında,” buyurmuşlar, “Onun adına konuşamayız.”
Devamı yarın...