Merhaba kâinat!
Gözümüzün önünde oldu: Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı, affedersiniz, sallana sallana gitti İsrail’e. Başkan Bush’un, “gecikmeksizin” çekilme çağrılarından 1 hafta sonra bugün (12 Nisan Cuma) Şaron ile görüşecek. Ardından belki Arafat’la da... Gene gözümüzün önünde cereyan bir şey de şuydu: Dışişleri Bakanı Kudüs’e ayak bastığında gülücükler saçıyordu; hatta sırıttığını bile gördük televizyon ekranlarında! Zaten daha önce, bu “tenezzüh” gezisinin Madrid durağında BM, AB, ve Rusya’nın seçkin devlet adamlarıyla birlikte Filistin faciasına el koyup “duruma vaziyet” ettikleri basın toplantısında bir ara kahkahadan kırıldıkları için şimdi bu sırıtış bize şaşırtıcı gelmedi de bütün bunlarda gülünecek ne vardı, tefrikacılarınız onu anlamadı. (Bombalı intihar saldırısı sonunda paramparça olan Hayfalı masum sivillerin, ABD’li bakanın İsrailli meslekdaşının sözleriyle katliama maruz kalan ve cesetleri yollarda, evlerde ve ameliyathanelerinde kurtlanan masum Filistinli sivillerin yakınlarının espriyi kavrayabildiklerini sanmıyoruz en azından.)
Dışişleri Bakanı, gülücükler saçarak uçaktan indikten ve resmi görüşmesini tamamladıktan sonra, gene uçağa bindi ve İsrail – Lübnan sınırına gitmek üzere havalandı. Kudüs üstünde iken yerde, bir Pazar yerinde bir intihar saldırısı oldu: Teroristle birlikte 6 kişi öldü, 54 İsrailli sivil yaralandı... Bu anda pek güldüğünü sanmıyoruz Bakanın...
Bu arada İsrail pek de ‘gecikmeksizin’ 2 kasaba ile 22 köyden çekildiğini duyurdu. Şaron bunu Powell’a, Dışişleri Bakanı henüz Madrid’deyken telefonla söylemiş. Gazze’deki Filistin Güvenlik Şefi Muhammed Dahlan ise bu çekilme iddialarını kozmetik olarak nitelemiş: “Televizyonda sarfedilen cümleler bunlar. Dışarda hiçbir değeri yok.” Tam bu lâfın arkasına, İsrail’in bazı yeni kasaba ve köyleri işgal ettiği haberlerini ve bir de, İsrail’in çabuk bir çekilme planlamadığını söyleyen, Nobel Barış Ödüllü Dışişleri Bakanı Şimon Perez’in dediklerini de ekleyelim: “Umuyorum ki bütün operasyonu iki, bilemediniz üç haftada bitirebileceğiz.”
Colin Powell’ın İsrail’e ‘büyük umutlar’ ile ‘derin kötümserlik’ arası duygularla varmış olması pek de şaşırtıcı değil galiba. Tefrikacılarınız, naçizane, Powell’ın bu zengin duygu yelpazesi içinde, ‘derin kötümserlik’ istasyonuna daha yakın bir noktada bulunduğunu düşünüyorlar – bütün o sırıtış ve kahkahalara rağmen.
Çünkü, bizim kulağımıza geliyorsa onun kulağına hayda hayda gidiyordur, BBC Kudüs muhabiri James Reynolds Cenin’de gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Kasabadaki mülteci kampının eteklerine ulaştık: Yol moloz doluydu, elektrik direkleri bükülmüştü ve binalarda delikler vardı.
Sokakta sadece bir Filistinli gördüm – yolun ortasında terk edilmiş durumda, tekerlekli sandalyede oturan yaşlı bir kadın.
Bütün bölge İsrail’in denetimi altında görünüyor.
Askerler kampa girmemize mani oldular.
Kayıt yapmayı durdurmamızı söyleyip çıkmaya zorladılar.
Kamptaki evlerini terk etmeye zorlanmış ve şimdi kasabada başkalarının yanında kalan insanlarla konuştuk.
Bir eve gittik ve yerde yatan yaşlı bir adam gördük.
Vücudunun yan tarafında kurşun gibi görünen bir şey vardı.
Hastaneye gitmemişti – cankurtaranların girmesine hâlâ izin verilmiyor.
Küçük bir mezarlığın dışında çığlık çığlığa ağlayan bir aile gördük.
Bir akrabalarını defnetmişlerdi, çiftçiymiş.
Sabah, İsrail askerleri tarafından vurulduğunu söylediler.
Şu sıralarda, Cenin halkının büyük bir bölümü evlerinden çıkmıyor – halihazırda en emniyetli yer.
İsrail buldozer ve tankları yollarda.
Biz çıkarken sekiz zırhlı personel taşıyıcısının konvoy halinde Cenin’e girdiklerini gördüm.
Bir tanesi, İsrail bayrağıyla kaplıydı.
Bulunduğum yerden gördüğüm, Cenin’deki İsrail saldırısının hemen biteceğine dair pek işaret yok.”
Haydi gülelim.
Zırhlı personel taşıyıcısında olmayan, bundan sonra da binmeyecek bir ‘mahpus’un, İsrail Savunma Bakanı Ben Eliezer’e gönderdiği mektup da, bugünlerde, bütün bunlar olup biterken İsveç’in en büyük gazetesi Aftonbladet’te yayımlandı. Mektubu yazan Sergio Yahni’nin hapse konulmasının sebebi, “İsrail ordusunun ‘kirli savaşına’ katılmayı reddetmesi”. Şöyle diyor, mektubunun girişinde: “Bugün ben askeri hizmette bulunmayı reddettiğim için 28 gün hapis cezasına çarptırıldım. Cezayı veren subay sizin hizmetinizdedir. Ben yalnızca işgal altındaki Filistin topraklarında görev yapmayı reddetmedim - 15 yıldır yapmıyorum zaten-, genel olarak İsrail ordusunda görev yapmayı reddediyorum. 29 Eylül 2000’den beri İsrail ordusu Filistin yönetimine karşı ‘kirli bir savaş’ sürdürmektedir.”
‘Reddetme Cesareti’ başlıklı dilekçeye imza koyan İsrail askerleri, özellikle işgal altındaki topraklarda görev yapmayı reddediyorlardı. Şimdi, bir asker de hiç görev yapmak istemediğini söylüyor. İlginç... En azından... Haydi gülelim.
Bütün bunların dışında, askerlikten bahsederken güne bir askeri darbeyle başladığımızı da söylemeden geçmeyelim. Venezuela’da, bir süredir petrol sanayisindeki grevlerle bunalan ülke, ‘kurtuluş’u askerlerin yönetime el koymasıyla buldu. Başkan Hugo Chavez istifa etti(rildi).
Venezuela’da, devlete ait petrol şirketi PDVSA’daki işçiler, şirketin yönetim kurulunun Chavez destekçileriyle doldurulduğundan şikâyetle bir süredir grevdeydi. Grev, ihraç gelirlerinin yüzde 80’i ve vergi gelirlerinin yarısı petrole dayanan ülkeyi perişan durumda bırakınca askerler üç yıllık başkan, yeminli küreselleşme muhalifi ve Castro hayranı Chavez’e “Siz şöyle buyrun” demişler. Haydi gülelim.
“Yeni” Radyo ve Televizyon yasası bir Nisan şakası gibi “bir gece ansızın” şimşek hızıyla gündeme geldi, ışık hızıyla Adalet Komisyonu’na girdi ve aynı hızla “kılına dokunulmadan” oradan geçti, dört nala Meclis Genel Kurulu’na koşturuldu. Önümüzdeki hafta (belki Salı, belki Çarşamba) geçip kanunlaşması bekleniyor. Cumhurbaşkanı’nın binbir ayrıntıyla oya gibi işleyip bir hukuk risalesi niteliğindeki geri çevirme belgesini (vetosunu), Danıştay’ın medya kuruluşu sahiplerine kamu ihalelerine girme yasağı getiren kapı gibi içtihadı birleştirme kararını, yayın meslek kuruluşlarının, bilişim kuruluşlarının, topyekûn internet kullanıcılarının, ve – evet! – RTÜK’ün, bilumum yayın organları ve internet üzerine merkezi otoritenin tüm ağırlığı ile çökmesine, medyaya tekel sultası gelmesine, vatandaşların tümü için demokrasi ve temel özgürlüklerin müthiş daraltılmasına dair tüm itiraz seslerine kulak tıkayan pek hızlı bir yürütme organımız, ve bu olup bitene başka, çok ışık yılı ötede bir gezegenin medyasında geçen bir olay muamelesi çeken, daha doğrusu yok-muş gibi davranan bir büyük medyamız var. Haydi gülelim.
Çok muntazam bir şekilde dizi dizi sıralanmış, güzel şekiller verilmiş binlerce kafatası fotoğrafının süslediği bir haber: İnsanlığa karşı suçları yargılayacak sürekli bir Uluslararası Suç Mahkemesi (ICC), gerekli sayıda ülkenin onayını aldıktan sonra “gerçek oldu” (BBC online). New York’taki BM merkezinde yapılan muhteşem bir törenle, 10 ülkenin onay ve imzalarını koymasıyla, artık insanlığın bir uluslararası mahkemesi olduğu tescil edildi. Törende 100’lerce insandan alkış kıyamet. BM hukuk danışmanı “insanlık tarihinde bir sayfa çevriliyor!” demiş o coşkuyla. Yalnız, ufak bir ayrıntı kalmış dışarıda: Bu mahkemenin yargı yetkisi dışında birkaç yer kalmış: Dünyanın tek süpergücü ABD, dünya nüfusunun 5’te birini tek başına temsil eden en büyük nüfuslu ülke Çin, dünyanın en büyük ülkesi Rusya, dünyanın ikinci kalabalık ülkesi Hindistan, Asya kıtasındaki ülkelerin neredeyse tamamı, dünyanın petrol kaynaklarının çok büyük bir kısmını kontrol eden Arap ülkelerinin tamamı ve İran, ve ülkemiz Türkiye... Mahkemenin yargı alanına girmeyecek alanlardan birkaçı da şöyle: Filistin - İsrail çatışması, Afganistan’da terörle savaş, Keşmir çatışması, Rusya ile Çeçenistan savaşı, Cezayir ve İslamcılar arasındaki çatışma...
ABD Dışişleri Bakanı ve ötekilerle birlikte Madrit’teki basın toplantısında kahkahadan kırılan BM Genel Sekreteri, bu törende yaptığı konuşmada: “Uluslararası adalet sistemindeki eksik halka şimdi tamamlandı,” demiş, sevinçten gülerek, “suçluların dokunulmazlığına kesin darbe indirildi artık.” Haydi gülelim.
Devamı haftaya...