Merhaba kâinat!
Çok sıkılmazsanız gene Ortadoğu’ dan bahsedeceğiz bugün. Dün, İsrail orduları 150’den fazla tank ve zırhlı araçla, Ramallah’a daldı ve bölgeyi işgal etti. Ramallah, Batı Şeria’daki en önemli Filistin kenti. Nüfusu 40,000 ama bölgede 220.000 insan yaşıyor. Böylece “işgal içinde işgal gibi ilginç bir durumla karşı karşıya kaldı insanlık camiası. Ölüm sayacımız “fazla mesai” yaptı tabii: Son 24 saat içinde en az 30 Filistinli ve 7 İsrailli katledildi. 40 diyen kaynaklar da var. (Oran: yaklaşık 1’e 4.3).
Aslında, 20 yıllık bir rekorun kırılmakta olduğunu da söyleyelim: İsrail o tarihte Lübnan’ı işgal ettiğinde de ancak bu kadar büyük bir “operasyon” yapmıştı. Bunu teroristleri durdurma ya da “askeri operasyon” gibi sözlerle tanımlarken büyük bir hata yapıyoruz: İsrail Başbakanı Şaron ve yardımcıları açık açık söylemişlerdi: “Bu bir savaş!” derken haklıydılar. Onlar haklıydı da, biz niye savaş demedik, diyemedik ki? Şaron dünyanın en inandırıcı liderlerinden biri değil miydi? Tefrikacılarınızın hatası işte...
Bu savaşın Lübnan’daki istilâ savaşından tek farkı, hava kuvvetlerinin kullanılmaması. Ama, sebebi de var: Karşı tarafta (Filistin) uçak yok. Hoş, gemi de yok ve kara kuvvetleri de ordudan sayılmaz, ama olsun -- savaş savaştır.
Filistin Sağlık Komitesi ile “İnsan Hakları için Doktorlar – İsrail” kuruluşlarının ortak çağrısı vardı sabah sabah karşımızda. Bir “haykırış” da denebilirdi: İsrail askerleri Kızılhaç cankurtaranlarına ve Hastanelere de saldırılar düzenleyince, Ramallah’daki tüm sağlık hizmetlerinin tümüyle kesildiği bildiriliyordu! Doktorlar ve yaralılar hastanelere ulaştırılamıyordu ve El-Bireh’te bir hamile kadının nereye gidebileceği meçhuldü! (Şu satırların yazıldığı âna kadar o hanımdan bir haber almayı başaramadık.) Bu durumda ölüm sayacının çok daha hızlı çalışmakta olduğunu kestirmek için tıp erbabı ya da zeki bir insan olmaya bile gerek yok.
Bir soru: Şaron’un ve yakın çalışma arkadaşlarının beyanlarını esas alarak savaşa savaş dedik de, doktorların, hemşirelerin öldürülmesi, cankurtaranların berhava edilmesi, hastanelere ateş edilmesi...yolların, su ve elektrik sistemlerinin darmaduman edilmesi gibi, uluslararası savaş kurallarını düzenleyen sözleşmeleri ayaklar altına alan korkunçluklara ne diyeceğiz? Bu terminolojik sorun konusunda İsrail’den bizi aydınlatacak liderlerin açıklamalarına ihtiyacımız var.
İsrail kabinesinden iki bakandan açıklama geldi aslında: Şaron hükûmetinin politikasına isyan ederek istifa etmişler. Filistin yönetimine bu kadar yumuşak davranılmasını içlerine sindiremeyen bakanlardan biri çok tanıdık: Avigdor Liberman. Hani şu, sabahtan öğleye kadar tüm çarşı-pazar, benzinlik ve bankaları bombalayıp Filistinlileri dizleri üzerinde teslim alma planının sahibi olan altyapı bakanı...
Ortadoğu, böylece “görmeyen” gözlerimizin önünde söylemde de eylemde de “kan gölü”nü geçip hızla kan denizi olmaya doğru ilerlerken, dünyayı çok huzurlu bir hale getirmekteki üstün gayretlerinden dolayı Nobel barış ödülüne lâyık görülen BM’nin Genel Sekreteri her iki tarafı sert bir dille uyarıp “savaşmayın sevişin” mesajı veriyordu. (Gerçi, BM, böylece ilk kez eski kararlarının çiğnendiğini, “İsrail’in illegal işgali”ni de dile getirmiş de oluyordu.)... ABD özel elçisi Zinni’nin günlerdir ilân edilmesine rağmen adamakıllı geciken Ortadoğu ziyareti dört gözle bekleniyordu... Türkiye gazetelerinde (Belki Zaman hariç) Ortadoğu’dan pek söz edilmiyordu ve meselâ Hürriyet’in birinci sayfasında bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na ait olan bu bölgede 20 yıldır görülen en büyük şiddet ve vahşet dalgasına ayrılmış tek satıra rastlanmıyordu. (Belki Osmanlılar’dan kalma Ecyad kalesinde Suudi’lerin yaptığı yıkım kadar önemli görmemişlerdir, ama bu kıyım da o yıkıma yakın önemde bir haber sayılmaz mıydı?... Ya da, İtalya’nın Başkenti Roma’da “cim bom korkusu”ndan bahseden gazetede, aynı Roma’da Filistin’e bağımsız devlet için yürüyen ve “Mezbaha’daki Şaron” maketleri taşıyarak sokaklara dökülen 50 binden fazla insanın Ecyad kadar haber değeri olmayabilir miydi?)...
Tefrikacılarınız düşünüyorlardı: İtalyanlar oradaydı, Filistinli kadınlar ve çocuklar taş atarak ordaydı, Filistinlilerle savaş halinde olduğunu söyleyen Başbakanın ülkesindeki İsrailli subaylar, askerler ve onları destekleyen siviller de orda, İsrail’de direnişteydi (askerler 330’a, destekleyen siviller 2432’ye ulaştı (www.seruv.org.il/defaultEng.asp)... İyi de, Türkler neredeydi, “İslâmcılar” neyle meşgullerdi? Biz neredeydik?...
Peki peki sevgili okur, sen buradasın... Lüzumsuz soruları bırakıp tefrikana dön diyorsun, ve sen de haklısın...
MAKAS ARTIĞI:
ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin Ortadoğu gezisi sürüyor. Gezinin Ürdün ayağında, barış ve diplomasi telkini alan Cheney’nin, Yeni Şafak’ın haberine göre, 3 uçbeyi (Philip Gordon, Henry Barkey, Randy Schunemann) Türkiye’de yetkililerle görüşüp âmirleri için dosya hazırlıyorlarmış. Cheney, Türkiye’yi şerefyâb ettiği gün koltuğunun altında hassas noktalar ve dahi yumuşak karınlarla ilgili mebzul malûmat olacak yani. Öte yandan, Independent’tan Robert Fisk, ne Arap ülkelerinin, ne de Türkiye’nin savaş istediğini belirtiyor son yazısında. Türkiye’ye atfen, savaşın turizm ve ekonomik yatırımların dışında da sakıncaları olduğunun altını çizmiyordu, bunu da biz tefrikacılarınız yapsın bari...
Afganistan’da ise Anakonda Operasyonu’nun tam manasıyla bitip bitmediği hususu, bir muamma hususiyeti arzediyor. Son haberlere göre 400 Amerikan askeri geri çekilmiş, onların yerine 1000 Afgan askeri gelmiş. Neden derseniz; Afgan komutanlar Amerikalı askerlerin o coğrafyada yeterince başarılı olamadıklarını söylüyorlarmış. Tecrübesizlikten... “Bizim de moralimizi bozuyorlar,” diyenler varmış Afgan komutanlar arasında. Bu arada, Britanyalı iki akademisyen -Prof. Paul Rogers ile Dr. Scilla Elworthy- bir rapor hazırlamışlar. Vardıkları muhtelif sonuçlar arasından ikisini seçelim: 1. Savaşı Afganistan’dan Irak’a genişletirseniz Bağdat’ı hemen kimyasal ve biyolojik silahlar kullanmaya itersiniz. 2. İnsanları hiçe sayma ve güçsüzleştirme gibi temel meseleler, yani dünya ekonomisindeki büyük adaletsizlik sorunu ele alınmadıkça terörü şiddete başvurarak çözme girişimleri, El-Kaide gibi gruplara verilen desteği arttıracaktır!
Türkiye’de ise ilginç mi ilginç manşetler vardı, hem Sabah, hem de Hürriyet gazetelerinde. Üç paşa, ‘sürpriz’ bir açıklama yapmışlar ve Susurluk davası mahkumu Korkut Eken’in, yaptığı her şeyin bilgileri dahilinde olduğunu söylemişler (Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş, dönemin Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral Necati Özgen ve dönemin Kara Kuvvetleri Lojistik Komutanı Korgeneral Hasan Kundakçı). Komutanlardan gelen destek sevindirici elbette, ama bir soru da kıvrılmıyor değil akılda. Komutanların tanıklığı neden bu kadar gecikti? Ve neden dava devam ederken mahkemelerde bunları dile getirmenin yollarını aramadılar?.. Bu arada, AB’ye tam üye olarak girmeyelim de onun yerine İran ve Rusya ile işbirliği yolları arayalım anlamında beyanat veren MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç’ın, bu beyanıyla ilgili eleştirileri değerlendirirken, “Maalesef medyamızda süzgeç yok. Ulusal çıkarlarımızın hassasiyetle ele alınması gerekir,” dediğini öğrenmiş bulunuyoruz. Tefrikacılarınız olarak süzülmüş bir davranış göstermek gayretiyle, Paşa’nın seçeneklerinden İran’ı yakından tanımak amacıyla Hasan Ersel’in komşumuzun büyük yetersizliklerine işaret eden yazısına bir göz atmanızı hassaten salık veririz. (Komşumuz İran’ın ekonomik-askeri durumu hakkındaki bu yazı Türk medyasında yalnızca Açık Site’de, Orgeneralin açıklamasından epey önce yayınlanmıştı!)
Gene öğrendiğimize göre, Mesut Yılmaz ile Kemal Derviş’ten sonra Tansu Çiller’in de Prof. Ahmet Mete Işıkara ile görüşmeleri, İstanbul’da tedirginliğe sebebiyet vermiş. Politikacılar, jeoloji konuşuyorlar; durum ‘jeopolitik’. İyi... Ama biz de tam tekmil öğrensek ya ne konuşuyorlar. Öyle değil mi? Hatta, Yeni Şafak diyor ki, İstanbul’un bazı bölgelerinde depremin “10 şiddetinde” hissedileceğini söyleyesiymiş Işıkara Hoca. Okumamış olmayı tercih ettik haberi; bir hata yapılmadıysa ‘kıyamet’ten bahsediliyordu bugün bir haberde, hem de sâkin sâkin...
Bir de, önemli göründü bize, Devlet Bakanı Nejat Arseven, anadil öğreniminin serbest bırakılması halinde Türkiye’nin bölüneceği görüşünün terk edilmesinin yerinde olacağını söylemiş.
BBG evindeki kedi muammasıyla ilgili olarak Açık Gazete dinleyicisi Charles Badendieck’in mektubunu aynen ve de iftiharla takdim ediyoruz:
"Kedi Bizi Gözetliyor" "Araştırmacı Açık Radyo dinleyicisi olarak şu BBG evindeki KEDİ meselesini tüm imkanlarımı kullanarak derinlemesine araştırdım ve bulgularımı inceleme ve değerlendirmelerinize sunuyorum. Aslında kedi, Doğan Medya grubunun CIA’den örnek alarak içine çok hassas bir mikrofon ve gece görüntüsü de verebilen bir video kamera yerleştirerek Uzan grubunun içine saldığı, bir casus idi. Ancak, kedinin içine yerleştirilen kamera ve telsiz vericisini besleyen lityum-siyanür bataryası sızıntı yapmaya başlayınca, kedi Cumartesi gecesi rahatsızlanmış uzun saatler miyavlayarak XXL Elif’in uykusunu kaçırmıştır. Elif ilk önce kedinin susadığını zannederek uykusuzluğun verdiği sinirle kediye bulaşıkların yıkandığı leğenden deterjanlı su içirmiş ve kediyi yatağına, yanına almıştır. Deterjanın etkisi ile bağırsakları çalışan kedi yatağı pisletince Elif sinirlenmiş ve kediyi bir sünger gibi kullanarak yatağını temizlemiş ve sonra da kapının arkasına atmıştır. Kedinin cansız gövdesi elektronik aksamından tekrar yararlanmak üzere ve de Uzan gurubunun borçlarının bir kısmına sayılması şartı ile Motorola şirketine satılmıştır. Bir günde bu kadar araştırabildim, Evi uydu kamerasından gözetliyorum, Gelişmeleri MİT, RTÜK ve Başbakan’ın yanı sıra size de bildireceğim!” |
Devamı yarın...