5 Aralık 2012
Geçtiğimiz haftalarda iklim değişikliği ile ilgili üst üste bir dizi rapor yayınlandı. Uluslararası Enerji Ajansı’nın raporunda, mevcut fosil yakıt rezervlerinin üçte ikisini toprakta bırakmazsak, iklim değişikliğini durdurmamızın mümkün olmadığı söylendi. Hemen ardından, Dünya Bankası’nın yayınladığı raporda ise, ülkelerin mevcut sera gazı azaltım hedefleri ile devam edersek, küresel sıcaklık artışının 4 derece olacağını ve bunun insan türünün sonunu hazırlayacak kapıyı açacağını belirtildi.
Bu raporların dünyada yarattığı “iklim değişikliği konusunda harekete geçmek için hevesli olma” tartışmaları devam ederken, Birleşmiş Milletler Çerçeve Sözleşmesi 18. Taraflar Konferansı 26 Kasım’da Katar’da başladı. Üstelik bu yılki Taraflar Konferansı’nın birkaç kendine has özelliği de daha sürecin başında çeşitli tartışmaları beraberinde getirdi. Öncelikle bu yıl, küresel olarak bağlayıcı olan tek anlaşmamız olan Kyoto Protokolü’nün son yılı. Dolayısıyla, nasıl bir ortak gelecek istediğimize burada karar vermeliyiz. Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük dönemini 1 Ocak 2013’te yürürlüğe girecek şekilde kurgulamamız ve uzun süre geçerli olacak yeni bir bağlayıcı anlaşmanın temellerini atmamız gerekiyor.
‘Önce o azaltsın’
Sivil toplum kuruluşları ve bilim insanları, müzakere salonlarının koridorlarında acilen gerekli önlemlerin alınması gerektiğini sürekli anlatırken, politikacılar durumu pek de bizim ve atmosferin gördüğü gibi görmüyorlar. Müzakere salonlarındaki tartışmalar, “önce o sera gazı salımlarını azaltsın, sonra ben de azaltacağım” düzeyinden öteye geçmiyor ve bu tartışmalarla kaybettiğimiz vakit hepimizin aleyhine işliyor.
Türkiye de tüm bu tartışmalarda, halen gelişmekte olan ülke olmasının arkasına sığınıyor ve sera gazı salımlarını azaltma konusunda yükümlülük almaktan kaçıyor. Doha’daki müzakerelerde de, üzerine düşeni yapmadığı için müzakereleri takip eden 700’ün üzerinde sivil toplum kuruluşunun oluşturduğu İklim Eylem Ağı (CAN) tarafından Günün Fosili seçildi. Bilim insanlarının acilen vazgeçilmesi için uyardığı küresel kömür yatırımlarında dünya dördüncüsü olması Türkiye’ye bu ödülü getiren sebeplerden birisi idi.
Fırsat kaçıyor
Bir diğeri ise, Kyoto Protokolü’nün ilk yükümlülük dönemi için sera gazı azaltım hedefi olmadığı gibi, ikinci yükümlülük dönemi için de belirtmeyeceğini açıklamasıydı. Aslında, iklim değişikliği ile mücadelede yükümlülüklerini yerine getirmeyen Türkiye çok büyük bir fırsatı kaçırıyor. Bölgesel bir güç olmak isteyen Türkiye, sera gazı azaltım hedefleri belirleyip; bu hedefleri yenilenebilir enerji yatırımları (Burada HES’lerden değil, rüzgâr ve güneş yatırımlarından bahsettiğimizi özellikle vurgulamak gerek) ve enerji verimliliği ile desteklese enerjide dışa bağımlılığından kurtulabilir.
Üstelik yenilenebilir enerji yatırımlarında öncü rol oynayarak, dışarıdan enerji satın alan bir ülke olmaktan çıkıp; dışarıya enerji teknolojisi satan bir ülke olabilir. Dolayısıyla, sera gazı azaltım hedefleri almamak ve rüzgâr, güneş yatırımlarını geciktirmek Türkiye için yalnızca daha pahalı enerjilere daha uzun süre katlanmak anlamına geliyor. Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda sorumluluk almasının gerekliliğini bıkmadan anlatmak ve “güneş, rüzgâr bize yeter!” demek de gençlere, sivil toplum kuruluşlarına, kısacası biz sıradan insanlara düşüyor. Biz sıradan insanların kendi geleceğimiz için verdiğimiz mücadele, müzakerelerde değişimi yaratabilecek tek unsur olarak ortaya çıkıyor.
Müzakerelerin yapıldığı salona, Arap ülkelerinin üzerlerine düşeni yapmaları için 15 Arap ülkesinden gelen 100 gençten oluşan Arap Gençlik Hareketi Koalisyonu’na baktığımızda da sıradan insanların, kendi gelecekleri için verdiği mücadeleyi görüyoruz. Katar tarihinde ilk defa bir sokak gösterisini organize etmeyi başaran bu hareketten Ali Fakhry, kendi mücadelelerini şöyle anlatıyor:
“Arapların sadece petrol demek olmadığını bizim aynı zamanda çevreyi ve iklimi dert ettiğimizi tüm dünyaya ve kendi ülke yöneticilerimize anlatmak için buradayız. Arap Baharı’ndan sonra hepimiz artık şunu biliyoruz: hakların için mücadele edersen, haklarını alırsın. Gaz bombaları ve mermiler altında 40 yıl süren diktatörlükleri yıktık. Neden şimdi iklim değişikliği konusunda da gereğini yapmayan hükümetlerle mücadele etmeyelim ki? Suyumuz kalmadığında, son toprağımız çöl olduğunda uğruna mücadele edeceğimiz hiçbir şeyimiz kalmayacak.”
Değişim başlıyor
Tam da bu yüzden, bakanların müzakerelere geldiği bu hafta, politikacılar- sıradan insanlar arasındaki mücadele gittikçe çetinleşiyor. İklim Ağı’nın geçtiğimiz haftalarda yayınladığı “Türkiye’nin İklim Karnesi” raporu da, Türkiye’nin müzakerelerde üzerine düşeni yapmamasının hepimizin aleyhine olduğunu ve gelecek nesilleri iklim değişikliğinin etkilerinden korumak için acilen üzerimize düşeni yapmamız gerektiğini ortaya koyuyor. Kısacası, hepimiz yan yana durduğumuzda; rüzgârı arkamıza alıp, yüzümüzü güneşe döndüğümüzde değişim başlıyor.
İklim Ağı’nın raporu için: www.iklimdegisikligi.org
Gökşen Şahin: 2005 yılında Küresel Eylem Grubunu kuran iklim aktivistleri arasındaydı. O tarihten itibaren, uluslararası 350 iklim kampanyası, Global Climate Campaign gibi uluslararası iklim kampanyalarında aktif yer aldı. Türkiye’de çeşitli sivil toplum kuruluşları ile birlikte iklim değişikliği konusunda kapasite geliştirme projeleri yürüttü ve kampanyalar gerçekleştirdi. İklim müzakerelerinin “gezegen kurtaracak nihai kararı” alabilmesi için 2009 yılından beri dünyanın çeşitli yerlerindeki Taraflar Konferansı toplantılarına katılıyor. Şimdiye kadar Açık Radyo’da Açık Gazete, Kurak Yeni Dünya gibi radyo programlarda sunuculuk yaptı. Şimdi ise TEMA Vakfı’nda Çevre Politikaları Koordinatörü ve İklim Projesi Sorumlusu. Aynı zamanda Açık Radyo’da TEMA Vakfı tarafından hazırlanıp sunulan Yeşil Dalga programını sunuyor.