1 Kasım 2003Radikal Gazetesi
Dün yazdığım konu, bir Amerikalının, 'Türkiye'nin Irak'taki kolonyal geçmişinin yarattığı tepki'den söz etmesi ve buna karşılık Türkiye medyasında kıyamet kopması, öyle bir kere, beş kere olan bir şey değil, durmadan tekrarlanan bir şey. Bu nedenle de, önemli. Türkiye, kendisi hakkında söylenen şeyler karşısında, sürekli bir 'infial' içinde. Medyamız, sürekli birileriyle kavga etmek, cevap yetiştirmek, had bildirmek durumunda.
Bunu yaparken, yapısı gereği, haddini bildirdiklerine hitap edemiyor. Kendi okur kitlesine hitap ediyor. Bu okur kitlesine hitabın da belirli bir üslubunu bulmuş, yılların deneyimleri içinde. Kitlesel olduğu ölçüde fazla sofistike olmadığına karar verdiği bir bilinç düzeyine göre konuşuyor. Bu da, bir gariplik yaratıyor. Bir cevap yetiştirilmiş oluyor, ama verilen cevap genellikle kendisini provoke eden önermeyle aynı nitelikte, aynı düzeyde değil. Şu son örnekte de böyle. Irak'ın Türkiye'den bir müdahale gelmesini istemediğini hepimiz biliyoruz. Bu istek son derece normal. En azından, ilke olarak, komşuluk ilişkisi bir pürüzdür. Kendimizi benzer bir durumda bulsak, 'barış gücü'nün Yunan olmasını mı tercih ederiz, Portekiz olmasını mı?
Amerikalı aslında kendine göre bir diplomatik incelik yapıyor (Irak'ta Amerikalıların varoluş biçimi üstüne de çok şey söylemek gerek, ama buna başka yazıda girelim): bugünkü Türkiye'nin Irak için ne kadar korkutucu olduğunu yüksek sesle söylememek üzere, herkesin kabul edebileceği böyle bir sözü tercih ediyor.
Ama hiç kimsenin bizim hakkımızda, bizim hoşlanmayacağımız bir söz söyleme hakkı yoktur ya, derhal buna karşı da ayaklanıyoruz.
Sorun, dediğim gibi, şu veya bu özgül olay değil, sorun şu ve bu özgül olayın bir makinenin şaşmazlığıyla durmadan tekrarlanmasına yol açan genel zihniyette.
Bütün bu infial, cevap yetiştirme, had bildirme, laf çarpma, Türkiye'nin onurunu koruma gerekçesiyle yapılıyor. Ancak, bu iş öyle bir üslupla yapılıyor ki, onurun korunduğu morunduğu yok; tam tersine, bu olgunlaşmamış tepki biçimi, bu hamhalat davranış biçimi, bizzat kendisi onur kırmak için birebir.
Onun için bu 'savunma' ünlemlerini okurken insanın gözünün önünde 'elini beline koymuş', kavga eden çaçaron kadın ya da 'Tutmayın beni' diye debelenen mahalle kabadayısı gibi imgeler canlanıyor. Böyle birinin beni savunmasını istemiyorum. Oturup iki çift lakırdı etmekten hoşlanmayacağım bir kişiyi kendime nasıl avukat diye tutabilirim? Ama belki bütün bunlar zaten anlamsız. Belki zaten bu tür sözleri söyleyenlere cevap verilmesi söz konusu değil. Belki bunlar sadece bildiğimiz 'Türk'ün Türk'e propagandası'ndan ibaret!
Eğer böyleyse, yani amacımız Türk varlığının 'kolonyalist' olduğunu söyleyen Amerikalıyı bunun böyle olmadığına ikna etmek, Arapların Türklere sevgi ve saygı duygularıyla dolu olduğunu, artık onların ülkelerini yönetmez hale geldiğimiz için çok üzüldüklerini, bizi çok özlediklerini anlatmak değilse... Bütün bunlar değil de, Türk halkına, 'Biz aslanız! Bizim gibisi yok! Nasıl yırttık onun ağzını!' demekse... O zaman belki bir mantık hatası düzeliyor: 'Hiç değilse adamı ikna etmek gibi bir amacı yokmuş' diyoruz ve bunun için belki biraz ferahlıyoruz.
Ama o amacın olmaması, olan amacı temize çıkarmıyor. Türkiye halkına reva görülen bu muameleyi bir 'beyin yıkama' işleminden başka bir şey yapmıyor. Üstelik, bu 'infial' içinde bağırıp çağırmaların 'düzeyi' ortada olduğuna göre, demek ki Türkiye halkını bu 'düzeysizliğe' mahkûm ediyor. 'Onurunu koruduğu' bu topluma aslında hararet etmiş oluyor, onunla ancak bu üslupta konuşmayı seçmiş olmakla. 'Halkın anlayacağı dil'den anladığı bu, demek ki. Başkalarını kandırmaktan umudunu kesmiş bir düzen, şu halde, varlığını devam ettirebilmek için kendi halkını kandırmaktan başka bir çare göremiyor.