İki Fanatizmin Kavgası

-
Aa
+
a
a
a

Radikal Online, 19 Temmuz 2005

Makalenin aslı ilk olarak The Observer'da yayımlanmıştır, Türkçe çeviri metin Radikal'den alınmıştır.

"Herkes donup kaldı. Parlayan ışığı görebiliyorduk ve yangın çıktığını düşündük. Başta kapıyı açamadık; dışarı çıktığımızda, tüneldeki ağır yaralı insanları görebildik." 7 Temmuz sabahı, saat 09.00'dan hemen önce Aldagate'e giden Circle Hattı'nda yolculuk yapan Loyita Worley'in sözleri bunlar.

 Yeraltındaki insanlar hem korunaklı hem çaresizdir. Tüneller kaçışın olduğu kadar korkunç tuzakların da mekânıdır. Tüneller kapandığı zaman duman boğar. Toplu taşıma araçlarıyla işine gidenleri paramparça etmek savunmasızlara saldırmaktır, utanç verici bir eylemdir.
7 Temmuz 2005, Londra  

Kurbanlar intihar bombacılarından çok daha fazla ve uzun süre acı çekerler. Ve yargılamak en fazla bu acıyı çekenlerin hakkıdır.

Ancak diğerleri, yani politikacılar, kendilerini ortaya atıp o insanlar adına konuşur; oysa tek dertleri kendi çıkarlarıdır, muazzam basitleştirmeler yaparlar, alenen kafa karıştırıcı kavramlar kullanırlar ve hepsinden önemlisi, ne kadar vahim yanlışlar yapmış olsalar da, o vahşeti kullanıp kendilerini ve geçmişlerini meşrulaştırmaya çalışırlar. Güya dindirmek ve azaltmak istedikleri acı ve kederin masumiyeti bile onları durduramaz, bir an bile tereddüt etmezler. "Gözlerimi kapattım ve dışarıdakileri düşündüm. Korkuyordum, çünkü bütün ışıklar sönmüştü ve şoförden hiç ses çıkmıyordu, ne durumda olduğunu merak ediyorduk." (Fiona Trueman, Piccadilly Hattı.) Patlamaların dehşetini yaşayan Londralıların ağırbaşlılığı ve orada olabilecek sevdiklerinden haber bekleyenlerin sessizliği (kalbinizi bıçak gibi kesen bir sessizliktir bu), aynı geçen yıl Madrid halkının ağırbaşlılığı gibi, dünyayı etkiledi. Böylesi bir ağırbaşlılığın, açık ve titiz düşünceyi teşvik edebilme ihtimali ve umudu var. İspanya'da koşullar böyle olmasına imkân verdi ve sonrasında seçilen hükümetin ilk icraatlarından biri, İspanyolların çoğunun karşı çıktığı Irak savaşından askerlerini çekmek oldu. Başkalarını kurtarmak iddiasındaki bir savaşın kargaşa ve yıkımdan başka bir şey getirmediği açıkça görülse de, Londra'da işlerine giden insanları vuran korkunç saldırılar, sokakları protestolarla sarsılan bir ülkeyi o gereksiz savaşa sürükleyen başbakanın ve hükümetinin küstahlığını artırdı sadece.

Patlamaların gerçekleştiği gün, Gleneagles'tan konuşan Başbakan Tony Blair, (teröristlerin) 'yapmak istediklerimiz konusunda bizi yıldırmak ve korkutmak için, bizi işimizden alıkoymak için masum insanları katlettiğini' ilan ediverdi. Kaide'nin Irak işgalinden önce de faal olduğunu ve bu yüzden Bağdat ve Felluce'de savaşmanın Londra bombalamalarıyla ilgisi olmadığını iddia edenler, tepeden tırnağa kadar kötü niyetli. Aynı kötü niyet, onları olmayan kitle imha silahlarına dair yalan söylemek konusunda da cesaretlendirmişti. Bin Ladin'in Batı'ya karşı saldırılarını Irak savaşından önce planladığı kesin, fakat bu savaş ve orada yaşananlar, Kaide'ye sürekli yeni taraftar kazandırmakta. MI5 Başkanı Eliza Manningham-Buller'ın, diğer G8 ülkelerini 'Irak savaşının sonucunda ortaya çıkan yeni fanatikler kuşağının' tehlikeleri konusunda uyardığı söyleniyor. Ve Buller'ın neden söz ettiğini gayet iyi bildiği aşikâr.

Saldırılar, bu yıl Blair'in liderliğinde toplanan G8 zirvesine denk gelecek biçimde planlandı. Bu zirvede ne olduğu başka bir hikâye değil, madalyonun diğer yüzü. Bu bağlamda, üzerinde çalışılması gereken Kuran değil, dünyadaki en zengin ülkelerin ve şirketlerin tavrı. Bu şirketler, kârlarını azamiye çıkarmalarına muhalefet eden herkese karşı daimi bir 'cihat' yürütmekte. Irak savaşı bu yılın G8 gündeminden gayet manidar bir biçimde çıkarıldı. Ortak öncelik, küresel ısınma felaketi ve Afrika'nın yoksulluğu konusunda atılacak adımlara yönelik bir anlaşmaya varmak olarak belirlendi.

Zirveden önce, dünyanın dört bir köşesinden yükselen sesler (ekonomistler, rock şarkıcıları, ekolojistler, dini liderler), vicdan ve dayanışma adına, yeni, beklenmedik kararlar alınması, gezegenin yaşama şansını biraz olsun artırabilecek bir değişiklik yaratılması için yalvardı. Ve ne oldu? Söylenenlerin parlak kabuğunu ayıkladı-ğınızda... neredeyse hiçbir şey. Olsa olsa istatistiklerin küçük bir dansı. Peki niye?

Çünkü fanatiklik, tercih edilen bir körlük biçimidir, tek bir dogmanın peşine takılmaktır. G8'in dogması da şu: İnsanoğluna rehberlik eden ilke kâr etmek olmalı, geçmişe veya geleceğe dair her şey, birer yanılsama olarak, bu uğurda feda edilmeli.

Sözümona terörizme karşı savaş, aslında iki fanatizmin arasındaki bir savaş. Bu ikisini bir tuttuğunuzda çok çirkin bir şey söylemiş oluyorsunuz. Biri teokratik, diğeri pozitivist ve laik. Biri savunmadaki bir azınlığın ateşli inancı, diğeri amorf, rahatı yerinde bir seçkinler güruhunun hikmetinden sual edilemez tavrı. Biri öldürmeye hazırlanıyor, diğeri yağmalıyor, ölüme terk ediyor ve izin veriyor. Biri katı, diğeri gevşek. Birine hiçbir laf işlemiyor, diğeri 'iletişim halinde' ve dünyanın her köşesine 'yayılmaya' çalışıyor. Biri masumların kanını akıtmayı, diğeri bütün dünyanın suyunu satmayı kendinde hak görüyor. İkisini kıyaslamak ne münasebetsizlik, değil mi!

Ancak Londra'daki Piccadilly Hattı'nda, Circle Hattı'nda ve 30 numaralı otobüste patlayan bomba, tesadüfen orada bulunan binlerce savunmasız insanı vuruyor. Yaşamaya ve bir biçimde geçimlerini sağlamaya çalışan bu insanlar, iki fanatizmin küresel çatışmasının kurşunları arasında çaresiz kalıyor. John Keats, "Fanatikler, kendi tarikatları, tek bir tarikat için cennet kurmayı hayal eder" diye yazıyordu. Hiçbir tarikata ait olmayanlar ise, cennette değil, hep beraber yerin altında yaşamayı tercih etmek durumunda...