Ömer Madra: Radikal gazetesi yazarlarından Murat Çelikkan konuğumuz, aktivizm dünyasını yakından takip eden, insan hakları kültürünün takipçilerinden bir gazeteci. 29 Eylül – 2 Ekim tarihleri arasında Ankara’da “İnsan Haklarında Yeni Taktikler” olarak adlandırılan önemli bir uluslararası sempozyum yapıldı. 90 ülkeden 500’e yakın insan, dünyada insan hakları kültürünün gelişmesinde önemli bir rol oynayan, bu kültürün içinde yer alan insanlar, dünyayı daha iyi bir hale getirebilmek için ne gibi taktikler uygulayacaklarını konuştular ve tartıştılar. Nasıl geçti, biraz bilgi verebilir misiniz?
Murat Çelikkan: Bu kadar çeşitli ülkeden çok sayıda katılımcı, aslında bir tür akraba olan, yani bulundukları ülkelerde benzer işlerle uğraşan insanlar bir araya gelince çok renkli ve çok coşkulu bir şey oluyor. Her ne kadar bazı konuştuğumuz konular dünyanın acılarına yönelik olsa da, benim için çok iyi geçti diyebilirim, hem sempozyumun içeriği açısından, hem de bu insanların bir araya gelmesi açısından.
ÖM: Bilgi paylaşımı bu gibi konularda esas herhalde?. Uluslararası örgütlenme açısından da başarılı olduğu kulağımıza çalınan haberler arasındaydı. Bu konuda tecrübeleri olanlar da memnun kalmışlar galiba?
MÇ: Doğrusunu isterseniz bu beş yıldır sürdürülen çok büyük bütçeli bir proje. Ben de 8 yıldır bu proje ile uğraşıyorum, doğrudan olmasa da Helsinki Yurttaşlar Derneği yönetiminde olmamdan kaynaklanan bir biçimde uğraşıyorum. Başta bu kadar çok paranın bir tek toplantıya akıtılması düşüncesi bana çok akıllıca gelmemişti itiraf edeyim ki, ama böyle bir ihtiyaç varmış, toplantı sırasında onu gördüm ve doğru bir yaklaşımmış.
ÖM: Bu kadar çok para demişken, BBC’de yayınlanan bir habere göre ABD başkanlık seçiminde harcanan para yarım milyar Doları aşmış...
MÇ: Bunun bütçesi yaklaşık 1.5 milyon Dolar kadardı. Tabii iki yıllık bir çalışmayı kapsıyor ama esas harcama sempozyum için yapıldı. Çok büyük bir örgütlenme olduğunu söyleyebilirim, biz yaklaşık 55-57 gönüllü, üniversiteli gençle birlikte 95 kişi çalıştık örgütlenmesi için. Tahmin edersiniz, otel rezervasyonundan, ulaşımı sağlamaya, toplantının güvenlik organizasyonundan çevirmenlere, çok büyük bir organizasyondu. Başarı ile tamamlandı. İçerik açısından da aslında galiba insan hakları alanında bir nitelik sıçramasına denk geliyor.
ÖM: Asıl onu sormak ve konuşmak istiyorduk.
MÇ: Son 20 yıla baktığımız vakit dünyadaki mücadelelere damgasını vurmuş belli hareketler var, bunların en başında uzunluğu itibarı ile kadın hareketi geliyor. Batıda cinsel eğilimlerden kaynaklanan, yani “gay”, “lezbiyen”, “transgender” ve “biseksüel” diye tanımlanan grupların verdiği mücadele geliyor. Bir de dünyaya damgasını vuran hareketlerden bir tanesi insan hakları hareketi. Hem uluslararası insan hakları anlaşmalarının yapılmasına, bunların uygulanmasının gözlemlenmesine ve bunları uygulamayan devlet ve kurumlarının deşifre edilmesine yönelik bir mücadele yürütüldü ve çok başarı sağlandığına inanıyorum bu konuda.
ÖM: Özellikle 1960’ların sonlarına doğru başlayan, “68 Hareketi” diye adlandırdığımız olaylarda bir sıçrama olmuştu bu konuda ve yükselerek de devam ediyor, her ne kadar savaş, şiddet ve başka şeyler devam etse de.
MÇ: Bunlar madalyonun iki yüzü gibi, Türkiye’de de bu işin miladının 12 Eylül darbesi olması aslında tam olayın niteliğini ortaya koyuyor. Bu toplantının farkı, bugüne kadar yapılan bu tespit etme ve deşifre etmenin yanı sıra, artık neden ve niçin ile ilgili, bunlar olmadan nasıl durdurabiliriz diye tartışılmaya başlanmasıydı.
Murat Çelikkan - Ömer Madra
geldi. Bu etkiyi görmek ve değişimi hissetmek insanlara iyi geldi, insan hakları alanında çok az bu tür bir pozitif vurgulama yaşanabiliyor. Toplantının bütününe bakacak olursanız, dünyanın çok farklı ülkelerinde sonuç almış, bu sonuçtan müthiş memnuniyet duyan, bunu herkese aktarmak isteyen 100 tane proje gündeme geldi. Bunun çok olumlu ve pozitif bir hava yarattığını gördüm. Buna ihtiyacımız varmış.Tabii bunun için dünyada kamu ve özel sektörün de kullandığı bütün strateji ve taktikler, önceden hazırlanmış ve sonuç almış olan yaklaşık 100 tane taktik gündeme geldi bu toplantıda. 35 ana taktik ve her taktiği destekleyen, farklı ülkelerde uygulanmış 2 taktik üzerine katılımcılarla birlikte bir atölye çalışması yapıldı. Zannediyorum ki, bu insanlara iyi geldi, böyle bir ihtiyaç varmış, çünkü insan hakları mücadelesi iğne ile kuyu kazmaya benziyor. Kolay kolay sonuçlarını göremezsiniz, sonuç almamaya rağmen yaparsınız ve yapmanız gereken bir şeydir. Birincisi, burada hakikaten sahada bir değişim yaratmış, bir etki yaratmış taktikler ve projeler gündeme
ÖM: Özellikle medyanın büyük para bulunduran şirketlerin elinde olması, dolayısıyla da dünyada olup bitenleri izleyemediğimiz bir durumdayız. Tersine, savaş başta olmak üzere, nükleer tehlike, vs. gibi, herhangi bir gazeteyi açtığımız zaman ürkütücü, ürpertici şeyler okuyoruz. Yani çok yoğun kudret toplanması var. Hem hükümetlerin etrafında, hem de özel şirketlerin etrafında yoğun baskı var ve insanın içine karanlık, bunaltıcı duygular veriyor, bizim burada her sabah yaşadığımıza benzer bir durum. Buna karşılık bu tarz şeylerin fazla duyulmadığı, yaygınlaşmadığı ve paylaşılmadığı bir dünya var. O yüzden bana da çok iyi geliyor bunların konuşulması, pozitif bir gelişme olarak, çünkü bu da var. Zaten kitlelerin tek mücadele etme yolu da zaten bir araya gelerek, örgütlenerek bu hareketleri geliştirmek. O yüzden çok önem veriyoruz bu tarz şeylere.
MÇ: Doğru. Belki tekerleğe çomak sokmak diye adlandırılabilir.
ÖM: Evet, insan kendini çok yalnız ve “atomize” hissediyor, Chomsky’nin de dediği gibi “Yaratılmış ihtiyaçlar peşinde koşarak yalnız insanlar haline geliyoruz”; futbol seyredelim, eğlenelim, başka da bir şey olamıyor duygusu var.
MÇ: Gündelik hayatın peşinden koşalım. Doğru. Şu da çok önemliydi, şimdi söylediğiniz gibi hakikaten insan atomize olmuş ve yalnız hissediyor kendini ve bu tekere çomak sokarak durdurma, ya da yönünü değiştirme mücadelesi verirken yalnızlık duygusu çok hakim. Görevlilerle yaklaşık 640 kişinin katıldığı bu toplantıda, bu bir araya geliş “yalnız değiliz” duygusunu yaratmak açısından da önemliydi.
Doğrudan sivil halkın insan hakları ihlallerini izlemek ve tespit etmek üzere ne tür taktikler uygulanabilir diye bir atölye çalışmasında moderatörlük yaptım. Üç örnek vardı, üçü de bunu uyguluyorlar, biri Filipinler’den, biri Nijerya’dan, biri de Slovakya’dandı. Yani üç ayrı kıtadan, üç ayrı uygulayıcı kendi yöntemlerini ve bunun farklılıklarını anlattılar. Tabii katılımcılar da bunu kendi ülkelerinde nasıl uygulayabileceklerine yönelik soru bombardımanına tuttular. Bu taktiklerin hiçbiri nihai formüller değil ama daha yaratıcı ve stratejik düşünme, sonuç almayı sağlamaya yönelik taktikler. Buna ihtiyacımız var.
ÖM: Tartışma ve forum oluşturuyor değil mi? Deneylerin paylaşımı bu açıdan fevkalade başka bir noktaya doğru eviriyor insanı.
MÇ: Çünkü bu hegemonya tarihi insanların mücadele tarihi kadar eski, ama bazen mücadelede yöntem olarak çok geleneksel kalındığı görülebilir. Bu anlamda, bu katkı ve yaratıcılığın da önemli olabileceğini düşünüyorum. Çünkü bunlar dünyada uygulanmış, sonuç alınmış yüzlerce taktik arasından seçilmişler taktiklerdi. Hepsi kendi içerisinde bir parlaklığı, yaratıcılığı olan ve sonuç almaya yönelik sistematize edilmiş bir yöntemi içeriyordu. Dört gün boyunca bunu karşınızda görmek ve sürekli bunları dinliyor olmak fena bir duygu değil.
ÖM: Bazı somut örneklerden de söz etmek mümkün olabilirse bu yaratıcı buluşlar nelerdi? Çünkü bunun başarı kazanıyor olması o yalnızlık duygusunu çok pekiştiren “hep aynı şey, ne yapsak olmuyor, hegemonya, kuvvet, servet odakları yine bastırıyor atıyor” duygusunu yenmeye çok yararlı. O yüzden bir kaç örnek vermek mümkün mü?
MÇ: Tabii çok farklı şeyler vardı, doğrusunu isterseniz toplantının düzenleyicilerinden biri olmaktansa sıradan katılımcılardan biri olmayı tercih ederdim, çünkü organizasyonla uğraşmak kişisel olarak az sayıda toplantıya katılabilmem sonucunu doğurdu ama yine de örnek verebilirim, çünkü bir buçuk yıldır Helsinki Yurttaşlar Derneği bu iyin dökümantasyonu ile uğraşıyor zaten. Uygulanan her taktiğin bir kitapçığı var, bu dört dilde yayınlandı sempozyum boyunca. Web sitelerinde de, Türkçe olarak www.yenitaktikler.org‘da bunu bulmak mümkün olacak. Burada sempozyum sonrasında, bunu zenginleştirmek, geliştirmek, devam ettirmek işlerden biri.
Çok kısaca bazı örnekler vermek istiyorum; bunlardan bir tanesi Güney Afrika’dan geliyor: “yanında yürürüm” diye bir taktik. Biliyorsunuz Güney Afrika’da ırk ayrımcılığı sonrasında, bütün ırk ayrımcılığı sürecinde yaşanan ihlallerin, katliamların, baskıların yargılanması sürecine girildi ve belli bir aşamada hem beyazların hem siyahların, yaralarını onarmış bir toplum olarak yaşama devam edebilmesi için, bir tür gerçek uzlaştırma ve iyileştirme komisyonları kuruldu. Bunlar 1969 yılından itibaren, her bölgede yaşanmış olan bütün ihlallerin radyolarda ve televizyonda sergilenmesi, bunlara maruz kalanların çıkıp bunları anlatmaları, çoğu zaman da bunları yapanların pişmanlıklarını dile getirmeleri üzerineydi. Bunlardan bir tanesi bir hükümet programıydı, bunu güçlendirmek üzere insan hakları örgütlerinin desteği ile yürütülebildiğini biz bu toplantıda anladık. Çünkü özellikle kurban durumunda olanlar için, bunları dile getirmenin ve bazen işkencecileri ile veya kendilerine baskı yapanlarla yüzleşmelerinin çok travmatik bir deneyim olduğu ve çoğu zaman ifade veremedikleri görülmüş. Halbuki amaç herkesi bir kurban-katil ilişkisinden kurtarmak; “kurban değilsiniz, bunlar başınıza geldi ama bir adalet sistemi var ve bundan sonuç almak mümkün” fikrini topluma yeniden yayabilmek ve iyileştirmek.
Burada çok sayıda gönüllü, ciddi bir eğitim alarak, bu ifadeler öncesinde ve sonrasında kurbanlarla ve bazen faillerle birlikte yaşamaya başlamışlar. Çok ciddi manevi ve teknik destek vererek yaşamışlar. Bunun nasıl gerçekleştirilebildiği, aşamaları çok uzun bir olay ama illaki bu tür bir örnekte değil ama, örneğin işkence mağdurları için, çeşitli travmalar yaşamış olan insanlar için, eğer tıbbi bir eğitimden geçmemişseniz, sivil toplum olarak neler yapılabileceği ve nelerin yapılması gerektiğine bir örnekti.
Mekânların gücü diye bir taktik kullandılar, bunun da çeşitli örnekleri vardı; çok ciddi insan hakları ihlallerinin meydana geldiği mekânları yaşayan müzelere dönüştürerek bunu hem hatırda tutmaya, hem önlemeye hem de toplumun eğitimini sağlamaya yönelik olarak vardı.
Mesela Güney Afrika’da siyah halkın boşaltıldığı ve bir katliamın gerçekleştirildiği bir kilise müze haline dönüştürülmüş, bütün insanların öykülerinin anlatıldığı bir mekân olmuş. Bir tanesi de Amerika’da Tenement Museum var, ilk orada başlatılan bir projeydi bu. Özellikle Amerika’ya ilk göçmenlerin gittiği sırada yaklaşık 20 bin kişinin yaşadığı bir apartman kompleksinin, çok ağır koşullarda, tekstil işçisi olarak yaşadıkları bir kompleksin Levis’ı, yine bir tekstil devini, “günahlarınızın bedelini biraz ödeyin artık” diye ikna ederek, bütün o yaşantıyı ve çekilen acıları yaşatan bir müze haline getirmeleri projesiydi. Bu daha sonra dünyanın çeşitli yerlerinde de uygulanmış, mesela Güney Afrika’da Altıncı Mahalle Müzesi var, Rusya’da Gulag Müzesi’nin kurulmasına, Bangladeş’te Bağımsızlık Müzesi’nin kurulmasına önayak olmuş bu proje.
ÖM: Bütün bunların ardında yatan herhalde çok temel bir fikir, Kundera’nın o unutulmaz “Güce karşı mücadele etmek için elimizdeki tek ve en önemli silah belleğimizdir” sözü hrhalde değil mi?
MÇ: Bu çok önemli, ama şu da artık önemli galiba; insan hakları hareketinin yaklaşık 30-40 yıllık bir geçmişi var, bu da ayrı bir bellek ve bu belleğe sahip olarak çeşitli sıçramalar yapmayı gerektiriyor. Bunun için de yaratıcılık ve yeni taktikler yaratılması önemli. Kanada hükümetinin Amerikalar arasında yapılan serbest ticaret anlaşması ile ilgili, Seattle’daki küresel başkaldırının başlamasına neden olan anlaşmayı engelleme taktiklerinden tutun, Türkiye’de İzmir Barosu İşkence Önleme :Grubu’nun, işkenceyi önleme ve cezalandırma konusunda geliştirdiği taktiğe ve yaptığı çalışmaya kadar, tıbbın insan hakları ihlallerine karşı nasıl kullanılabileceği ve nasıl devreye sokulacağına kadar çok çeşitli konu gündeme geldi.
Bir yandan da eğitim süreci var tabii, bu açıdan olumlu. Ama Türkiye açısından ve belki dünyanın bir çok ülkesi açısından farklı olan bir şeye değinmek istiyorum; Simgesel bir görüntü vardı toplantının açılışında, toplantıya katkıda bulunmuş olan, -tabii bu 4 yıl öncesinin katkısı- bugünkü temsilcisi olan Amerikan hükümetinden Neddleman ciddi bir şekilde protesto edildi, buna karşılık bizim dışişleri bakanımız Abdullah Gül hiçbir protesto ile karşılaşmadan alkışlandı. Keza, toplantının kapanışında konuşan Başbakan Tayyip Erdoğan da. Bu yeni ve ciddi bir olay Türkiye için, ben yaklaşık 1984’ten beri insan hakları mücadelesi içindeyim, hayatımda ilk defa bir ulusal ya da uluslararası toplantıya bir bakan ya da başbakanın katıldığını gördüm. Bu hem onlar için hem bizim için bir eğitim süreci aslında, yeni bir sürecin başlangıcı. Şunu görmek lazım, Türk hükümeti ve Amerikan hükümetinden de para alarak bunu yaptık ve eleştirildi, şöyle bir dönemeçten geçtiğimizi düşünüyorum, bazı şeylerin dönüşmesi için sivil toplumun dönem dönem bugüne kadar ihlallerinin %90’ının kaynağı olan devlet temsilcileri ile bir arada çalışması gerekir.
ÖM: Diyalog şart.
MÇ: Yani yasa değiştirmek istiyorsanız bunun değişeceği yer parlamentodur, oraya yönelik çalışmanız gerekir. Uygulamaların değişmesini istiyorsanız çok geniş ittifaklar ağı kurarak çalışmanız gerekir, buna politika sahnesindeki insanlar da dahil. Bu bizim için yeni bir şey, öğrenmediğimiz ve alışmadığımız bir şey, şimdi bunu öğrenmeye başlıyoruz. Özellikle AB sürecinde yaratılmış olan kaynakları, gerek devlet eliyle, gerek diğer ülkeler aracılığıyla gelen kaynakları, insan haklarının ihlali ile mücadele etmek için demokrasinin gelişmesi ve uygulamaların düzelmesi için kullanacak mıyız, kullanmayacak mıyız? Bu da bizim için ikinci yeni bir şey.
ÖM: İnsan haklarının olabildiğince genişletilmesi çok büyük bir toplumsal süreç, ve “genişletilmiş insan hakları fikri” deniyor buna. İnsan haklarında yeni taktikler projesinin ana fikir ve değerlerinden biri olarak, her türlü siyasi sosyal araçla genişletilmiş insan hakları fikrinin, doğal bir tutum olarak davranışlarda yer etmesinden bahsediliyor. Bana bu oldukça vurucu bir cümle gibi geliyor bu. Başbakan’ın Brüksel’de yaptığı konuşmada da “işkenceye sıfır tolerans” fikrinin aslında kendisinin de kötü muameleye maruz kalmasıyla kafasında doğduğunu, “yoksa başka türlü bakacaktım” demesi de bence anlamlıydı bu söylediklerin açısından da.
MÇ: Doğru, biz Türkiye’de politik konuşmaların su üzerinden akmasına alışığız, ama edilmiş lafların bağlayıcılığı vardır, örgütlerin de bu edilmiş lafları hatırlatması gerekir. Bu toplantı özellikle hükümet yetkilileri açısından bu lafların edilmesi anlamında da önemli bir zemin oluşturdu. Bundan sonraki dönemde, sivil toplum örgütlerinin karar süreçlerine katılımını hedeflediğini dile getirdi mesela Dışişleri Bakanı. Başbakan da “konusu ne olursa olsun insan hakları için gelen önerilerinize kapım açık” dedi. Bunların takipçisi olmak artık bizim görevimiz.
ÖM: Orada, tabir-i caizse, top bu tarafta oluyor. Bir kez daha tekrarlayalım. www.yenitaktikler.org adresinde bu yapılmış olan sempozyumda ortaya çıkarılan kitapları ve belgeleri bulmak mümkün. Dört dilde yayımlanmış olarak.
MÇ: Katılımcıların da arzusuyla bu devam edecek, şimdi Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan gelen katılımcıların baskısı var, biz bu ağı kurmak zorundayız Türkiye olarak.
(14 Ekim 2004 tarihinde Açık Radyo’da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)