Kartal Yere Çakıldı

-
Aa
+
a
a
a

Foreign PolicyTemmuz-Ağustos 2002

Amerika Birleşik Devletleri çöküşte ha? Böyle bir önermeye pek az insan inanır bugün. Buna inananlar, çöküş sürecini geri döndürmek için birtakım politikalar geliştirilmesi gerektiğini bağıra çağıra savunan şahinler bir tek. ABD hegemonyasının sonunun daha şimdiden gelmeye başladığı yolundaki bu inanç, 11 Eylül 2001’de herkesin gördüğü zaaftan kaynaklanmıyor. Aslında, Amerika Birleşik Devletleri bir dünya gücü olarak 1970’ten bu yana kuvvetten düşmekteydi; terör saldırılarına ABD’nin verdiği karşılık, bu gerilemeyi hızlandırdı sadece. Amerikan Barışı (Pax Americana) denen şeyin neden solmakta olduğunu anlamak için 20. yüzyılın, özellikle de son otuz yılının jeopolitik gelişmelerini incelemek gerekir. Bu inceleme, basit ve kaçınılmaz bir sonucu ortaya koyar: ABD hegemonyasının gelişmesine katkıda bulunan ekonomik, siyasal ve askeri unsurlar, önümüzdeki ABD çöküşünü acımasızca ortaya çıkaracak olan unsurlardır.

Hegemonyaya giriş

Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya çapında bir hegemonyaya dönüşmesi, gerçekte 1873 dünya resesyonu ile başlayan uzun bir süreçti. O tarihte ABD ile Almanya dünya piyasalarından giderek artan bir pay almaya başlamışlardı ve bunu esas olarak, sürekli gerileyen Britanya ekonomisinin sırtından yapmaktaydılar. Her iki ülke de kısa bir süre önce sağlam birer siyasi temele oturmuşlardı: ABD, İç Savaş’ı başarıyla sona erdirmek, Almanya da birliğini gerçekleştirip Fransa’yı da Fransa-Prusya Savaşı’nda yenilgiye uğratmak suretiyle. 1873’ten 1914’e kadar süren dönemde ABD ve Almanya, belli başlı sektörlerde başlıca üretici ülkeler haline gelmişlerdi: bu sektörler, ABD için çelik ve daha sonra otomotiv; Almanya içinse sınai kimyasal maddelerdi.

Tarih kitapları I. Dünya Savaşı’nın 1914’te patlak verip 1918’de sona erdiğini, II. Dünya Savaşı’nın da 1939’da başlayıp 1945’e kadar sürdüğünü yazar. Ne var ki, bu iki savaşı ABD ile Almanya arasında geçen tek ve devamlı bir “30 yıl savaşı” saymak ve aralarda ateşkesler ve mahalli çatışmalar bulunduğunu kabul etmek daha anlamlı olur. Hegemonyanın veraset yoluyla kime geçeceği konusundaki rekabet, 1933’te ideolojik bir çehreye büründü: Bu tarihte Almanya’da Naziler iktidara geldiler ve dünya sistemine bütün bütüne hakim olma yolundaki arayışlarını başlattılar: Naziler, o zaman mevcut olan sistem içinde bir hegemonya değil, dünya imparatorluğu biçiminde bir hegemonyanın peşinde koşmaktaydılar: Nazilerin “ein tausendjähriges Reich” (binyıllık imparatorluk) sloganını unutmayın. Buna mukabil, Amerika Birleşik Devletleri de merkeziyetçi bir dünya liberalizminin savunucusu rolüne soyundu: Eski ABD Başkanları’ndan Franklin D. Roosevelt’in “dört özgürlük” (ifade ve inanç özgürlükleri, maddi yoksunluktan ve korkudan kurtulma özgürlükleri) düsturunu unutmayın. ABD, Sovyetler Birliği ile stratejik bir ittifaka girerek Almanya ile müttefiklerinin altedilmesini sağladı.

II. Dünya Savaşı, Atlantik’ten Pasifik Okyanusu’na kadar, tahrib edilmemiş neredeyse tek bir ülke bırakmaksızın, Avrasya’nın tümünde altyapı ve insan topluluklarına muazzam bir yıkım getirdi. Dünyadaki belli başlı sanayi ülkeleri arasında bu yıkımdan sağ salim çıkan tek ülke ABD oldu ve o da hiç vakit geçirmeden bu konumunu pekiştirmeye girişti.

Ama, gözü yükseklerde olan bu hegemon, pratikte bazı siyasal engellerle yüz yüzeydi. Savaş esnasında Müttefik devletler, esas olarak Mihver devletlerine karşı koalisyona girmiş ülkelerden oluşan Birleşmiş Milletler’in kurulması konusunda anlaşmışlardı. Örgütün kritik önem taşıyan özelliği, kuvvet kullanımına izin vermeye yetkili tek yapı olan Güvenlik Konseyi idi. BM Antlaşması veto hakkını – aralarında ABD ile Sovyetler Birliği’nin de bulunduğu – beş devlete tanıdığından, pratikte Konsey’in dişleri büyük ölçüde sökülmüş durumdaydı. Bu yüzden, 20. yüzyılın ikinci yarısında jeopolitik zorunlulukları belirleyen asıl unsur, 1945 Nisanı’nda Birleşmiş Milletler’in kurulmasından çok, bundan iki ay önce Roosevelt, Britanya Başbakanı Winston Churchill ve Sovyet lideri Jozef Stalin arasında yapılan Yalta konferansı idi.

Yalta’da yapılan formel anlaşmalar, dile getirilmeyen enformel anlaşmalar kadar önemli değildi. Bu ikincileri, ABD’nin ve Sovyetler’in daha sonraki yıllardaki davranışlarına bakarak değerlendirebiliriz ancak. Avrupa’da savaş 8 Mayıs 1945’te bittiği zaman Sovyet ve Batı (yani ABD, Britanya ve Fransa) birlikleri belirli yerlerde konuşlandırılmış durumdaydı: Esas olarak Avrupa’nın merkezinde, Oder-Neisse Hattı diye adlandırılması âdet olan hat üzerinde. Ordular, birkaç tâlî düzeltme dışında, hep bu hatta kaldılar. Sonradan değerlendirildiğinde, Yalta’nın her iki tarafın da o hat üzerinde kalabilecekleri ve iki tarafın da ötekini buradan püskürtmeye çalışmayacağı konusunda bir anlaşmayı simgelediği görülür. Bu zımni anlaşma, ABD’nin Japonya’yı işgali ve Kore’nin bölünmesi olaylarının kanıtladığı üzere, Asya’ya da kapsıyordu. Dolayısıyla, siyasal bakımdan Yalta, statüko üzerine bir anlaşmaydı: Dünyanın üçte birini Sovyetler Birliği’nin, geri kalanını da ABD’nin kontrolüne bırakan bir statüko.

Washington’un karşısında daha ciddi askeri meydan okumalar da vardı. Sovyetler Birliği dünyanın en büyük kara ordusuna sahipti; ABD hükûmeti ise ordusunu küçültmesi, özellikle de zorunlu askerliğe son verme konusunda kendi kamuoyundan gelen baskı altındaydı. Bunun üzerine Amerika Birleşik Devletleri askeri gücünü kara kuvvetleri yoluyla değil de, nükleer silâhlar üzerinde kuracağı bir tekelle (ve bu silâhları konuşlandırma kapasitesine sahip hava kuvvetleri ile) ispat etmeye karar verdi. Ne var ki bu tekel kısa sürede ortadan kalktı: 1949’a gelindiğinde Sovyetler Birliği de kendi nükleer silahlarını geliştirmiş durumdaydı. O tarihten beri Amerika Birleşik Devletleri’nin konumu, nükleer silâhlara (ve kimyasal ve biyolojik silâhlara) başka devletlerin de sahip olmasını engellemeye indirgenmiş durumda, ki 21. yüzyılda bu çaba müthiş başarılı bir sonuç vermiş gibi görünmüyor.

1991’e kadar ABD ve Sovyetler, Soğuk Savaş’ın “dehşet dengesi” içinde bir arada yaşadılar. Bu statükonun ciddi biçimde sınanması yalnızca üç kez oldu: 1948-49’da Berlin ablukası, 1950-53 arasında Kore Savaşı ve 1962’de Küba füze krizi. Bu sınavların her biri, statükoya geri dönülmesiyle sonuçlandı. Üstelik, Sovyetler Birliği, uydu rejimleri arasında ne zaman bir siyasi bunalımla yüzyüze gelse – 1953’te Doğu Almanya, 1956’da Macaristan, 1968’de Çekoslovakya ve 1981’de Polonya – ABD’nin birtakım propaganda faaliyetlerine girişmenin pek de ötesine gitmediğini, Sovyetler’in elini büyük ölçüde serbest bıraktığını da gözden kaçırmamak gerekir.

Bu pasiflik elbette ekonomik alanı kapsamıyordu. ABD Soğuk Savaş atmosferinden istifade ederek önce Batı Avrupa’da, ardından da Japonya’da (ve Güney Kore ile Tayvan’da) ekonomik alanda büyük çaplı yeniden inşa çabalarına girişti. Bunların altında yatan düşünce açıktı: Dünyanın geri kalanı fiili bir talep geliştiremeyecek olduktan sonra, böylesine büyük bir üretim üstünlüğüne sahip olmak neye yarardı ki? Dahası, ekonominin yeniden inşası, ABD yardımı alan ülkelerde bir müşteri mükellefiyeti yaratılmasına da yardımcı oldu; bu borçluluk duygusu, onları askeri ittifaklara girme arzusuna ve, daha da önemlisi, siyasi itaate sevketti.

Nihayet, ABD hegemonyasının ideolojik ve kültürel bileşenini de azımsamamalıyız. 1945’ten hemen sonraki dönem, komünist ideolojinin tarihi bakımdan doruk noktası olabilir. Belçika, Fransa, İtalya, Çekoslovakya ve Finlandiya gibi ülkelerde serbest seçimlerde Komünist partilerin ne kadar yüksek oy aldıklarını, ayrıca Asya’da – Vietnam, Hindistan, Japonya – ve Latin Amerika’nın bütününde Komünist partilerin ne kadar büyük destek gördüğünü bugün kolayca unutma eğilimindeyiz. Dahası, serbest seçimlerin mevcut olmadığı ya da kısıtlı olduğu, buna rağmen Komünist partilerin yaygın destek aldığı Çin, Yunanistan ve İran gibi bölgeleri de bu hesaba katmadık. ABD buna cevaben, yoğun bir antikomünist ideolojik taarruza girişti. Geriye dönüp bakıldığında, bu girişimin büyük ölçüde başarıya ulaştığı görülüyor: Washington, “ilerici” ve “anti-emperyalist” kampın lideri olarak konumunu çok güçlendirmişti.

Bir, İki, Daha Fazla Vietnam

Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş sonrası dönemde hegemonyacı bir devlet olarak kazandığı başarı, ülkenin hegemonyacılığında bir gerilemeyi de beraberinde getirdi. Bu süreç dört simge ile gösterilebilir: Vietnam savaşı, 1968 devrimleri, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve 2001 Eylülü’ndeki terör saldırıları. Bu simgelerin her biri bir öncekinin üzerine inşa edilir; sonuçta, Amerika Birleşik Devletleri’nin halihazırda kendini içinde bulunduğu duruma geliriz: Gerçek kuvvetten yoksun olan yapayalnız bir süpergüç, kimsenin peşinden gitmediği ve pek az insanın saygı duyduğu bir dünya lideri, ve bir de, denetleyemediği bir küresel kaosun ortasında tehlikeli bir şekilde oraya buraya savrulup duran bir ulus.

Vietnam Savaşı neydi? Herşeyden önce ve en önemlisi, Vietnam halkının sömürge yönetimini sona erdirip kendi devletini kurma çabası idi. Vietnamlılar Fransızlarla, Japonlarla, Amerikalılarla savaştılar ve sonunda kazanan Vietnamlılar oldu – hatırı sayılır bir başarıdır, aslına bakarsanız. Bununla birlikte, jeopolitik açıdan bakıldığında bu savaş, o tarihlerde Üçüncü Dünya diye adlandırılan insan topluluklarının Yalta’da kurulan statükoyu reddetmesini temsil ediyordu. Washington tüm askeri kudretini işin içine sokma aptallığını yaptığı halde ABD yine de savaşı kaybettiği içindir ki Vietnam o kadar güçlü bir sembol haline geldi. Evet, bu savaşta ABD nükleer silâhlarını kullanmadı (ki, sağdaki bazı miyop gruplar bu kararı ne zamandır yana yakıla eleştirmekteler), ama bunların kullanılması Yalta anlaşmalarını yerle bir eder ve bir nükleer soykırım yaratırdı ki, ABD açıkçası böyle bir riski göze alamazdı.

Ama Vietnam, yalnızca bir askeri yenilgi ya da ABD’nin prestijine vurulmuş ağır bir darbeden ibaret değildi. Bu savaş, Amerika Birleşik Devletleri’nin, dünyanın başat ekonomik gücü olarak kalma yeteneğine de esaslı bir şamar aşketmişti. Çatışma son derece pahalıya patladı ve ABD’nin 1945’ten bu yana son derece bol olan altın stoklarını da neredeyse tüketti. Üstüne üstlük, Amerika Birleşik Devletleri bu maliyetlerin altına girerken, Batı Avrupa ve Japonya da önemli ekonomik yükseliş dönemlerine girmişlerdi. Bu şartlar ABD’nin dünya ekonomisindeki üstünlüğüne son verdi. 1960’ların sonlarından itibaren bu üçlünün üyeleri neredeyse birbirlerinin eşiti haline gelmişlerdi ve her biri belirli dönemlerde ötekilerden daha iyi duruma gelse de, hiçbiri arayı açamıyordu.

1968 devrimleri dünyanın dört bir yanında patlak verdiğinde, söylemin başlıca bileşenlerinden biri, Vietnamlılara destek verilmesiydi. “Bir, iki, daha fazla Vietnam” ve “Ho, Ho, Ho Çi Minh” sloganları sayısız sokakta atılmaktaydı ve Amerika sokakları da bu sloganlardan geçilmiyordu. Ama 1968’lilerin kınadığı yalnızca ABD hegemonyası değildi. 68’liler Sovyetlerin ABD ile işbirliğini, Yalta’yı da kınıyor ve Çin kültür devrimcilerinin dünyayı, bir yanda iki süpergüçle öte yanda geri kalanlar şeklinde iki kampa ayıran söylemlerini de ya kullanıyor ya da benimsiyorlardı.

Sovyet işbirlikçiliğinin kınanması, mantıki olarak Sovyetler Birliği’nin yakın müttefiklerinin, yani çoğu kez geleneksel Komünist partilerin de kınanmasına yol açıyordu. Bununla birlikte, 1968 devrimcileri Eski Sol’un diğer unsurlarına da – Üçüncü Dünya’daki ulusal kurtuluş hareketlerine, Batı Avrupa’daki sosyal demokrat hareketlere ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki New Deal Demokrat partililere – dil uzatmakta, onları da, devrimcilerin jenerik olarak “Amerikan emperyalizmi” adını verdikleri şeyle işbirliği yapmakla suçlamaktaydılar.

Sovyet’lerin Washington’la işbirliğine karşı yöneltilen saldırılar, Eski Sol’a yöneltilen saldırılarla birleşince, Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya düzenini biçimlendirdiği Yalta düzenlemelerinin meşruiyeti büsbütün zayıfladı. Bu, tek meşru dünya ideolojisi olarak merkezci liberalizmin konumunu da dinamitledi. 1968 dünya devrimlerinin doğrudan siyasi sonuçları minimaldi, ama bunların jeopolitik ve entelektüel yankılanmaları hem muazzam, hem de geri döndürülmez oldu. Merkezci liberalizm, 1848 Avrupa devrimlerinden beri üstünde oturduğu ve hem muhafazakârları, hem de radikalleri kendi içinden atama olanağını kendisine vermiş olan bu tahttan alaşağı edildi. Şimdi bu ideolojiler geri geliyor ve bir kez daha gerçek bir seçme olanakları dizisi sunuyorlardı. Bir kez daha muhafazakârlar muhafazakâr, radikaller de radikal oluyorlardı. Merkezci liberaller ortadan kalkmamakla birlikte, sayıları bir hayli azalmıştı. Bu süreç içinde de, ABD’nin resmi ideolojik konumu – antifaşist, antikomünist, antikolonyalist – dünya insanları arasında giderek artan bir kesimde zayıf ve inandırıcılığı düşük bir konum olarak görünmeye başladı.

Güçsüz Bir süpergüç

Uluslararası ekonomide 1970’lerde başgösteren durgunluğun ABD’nin gücü açısından iki önemli sonucu oldu. Birincisi, bu durgunluk, o zamanlar iktidarda olan Eski Sol hareketlerin başlıca ideolojik iddiasını oluşturan “gelişmecilik” kavramının – yani, devletin gerekli önlemleri alması halinde her ülkenin ekonomik bakımdan ötekileri yakalayabileceği kavramının – çökmesine yol açtı. Bu rejimler, birbiri ardından iç huzursuzluk, hayat standartlarının düşmesi, uluslararası mali kuruluşlara giderek artan bir borç bağımlılığı ve azalan saygınlık (inandırıcılık) sorunlarıyla başetmek durumunda kaldılar. 1960’larda ABD kılavuzluğunda Üçüncü Dünya’nın başarılı bir şekilde sömürgecilikten kurtulması – yani, iç huzursuzluğun asgariye indirilmesi, iktidarın gelişme yolcusu olan ve fakat pek de devrimci olmayan rejimlere temiz bir şekilde devredilmesi – olarak görülen geçiş, yerini sarsılan bir düzene, yükselen hoşnutsuzluk dalgalarına ve kendine akacak yol bulamayan radikal öfkelere bıraktı. ABD duruma müdahale etmeye kalktıysa da başarılı olamadı. 1983’de ABD Başkanı Ronald Reagan, düzeni sağlamak üzere Lübnan’a asker gönderdiyse de, Amerikan birlikleri fiilen dışarı atıldılar. Reagan bu durumu dengelemek için Grenada’yı, yani ordusu bulunmayan bir ülkeyi istilâ etti. Başkan George H.W.Bush da Panama’yı, yani ordusu olmayan bir başka ülkeyi istilâ etti. Ama Baba Bush düzeni sağlamak için Somali’ye müdahale edince Amerikan askerleri fiilen bu ülkeden de dışarı atıldılar ve bu biraz da utanç verici bir şekilde oldu. ABD hükûmetleri, gerileyen hegemonya trendini fiiliyatta geri çevirmek için yapabilecekleri fazla birşeyleri olmadığı için bu trendi resmen görmezden gelme yoluna gittiler – bu siyaset zaten ABD’nin Vietnam’dan çekildiği günlerde başlamış, 11 Eylül 2001’e kadar da sürmüştür.

Bu arada, gerçek muhafazakârlar da kilit ülkelerin ve devletlerarası kuruluşlardan kilit konumda olanların kontrolünü ele almaya başladılar. 1980’lerin Thatcher ve Reagan rejimlerinin mührünü taşıyan neoliberal taarruzu İMF’nin dünya sahnesine başrol oyuncusu olarak çıkmasına da tanık oldu. Bir zamanlar (yüz yıldan fazla bir zamandır) muhafazakârlar kendilerini daha akıllı ve bilge liberaller diye tanımlama çabasını sürdürmüşlerken, şimdi merkeziyetçi liberaller asıl kendilerinin daha etkili muhafazakârlar olduğunu ileri sürmek zorunda kalıyorlardı. Muhafazakâr programlar gayet açıktı. Muhafazakârlar, içte emeğin maliyetini düşürecek, üreticiler üzerinde çevreci kaygıları asgariye indirecek ve devletin kamu yararına harcamalarını kısacak politikaları yürürlüğe koymaya giriştiler. Bu konuda ülke içinde fiiliyatta kazanılan başarılar sınırlı olduğu için, muhafazakârlar bu sefer cevval bir şekilde uluslararası arenaya çıktılar. Dünya Ekonomi Forumu’nun Davos’daki toplantıları seçkinlerle medyanın buluşma yeri oldu. İMF, maliye bakanları ile merkez bankacıları için bir kulüp halini aldı. Amerika Birleşik Devletleri de, ticaretin dünya sınırları ötesinde serbestçe akışını sağlamak üzere Dünya Ticaret Örgütü’nun kurulması için herkesi sıkıştırmaya başladı.

Amerika Birleşik Devletleri gözlerini başka tarafa çevirmişken, Sovyetler Birliği de çökmekteydi. Evet, Ronald Reagan Sovyetler Birliği’ne “şer imparatorluğu” adını takmış, Berlin Duvarı’nın yerle bir edilmesi yolunda abartılı bir söylem kullanmıştı, ama ABD’nin gerçekte kastı bu olmadığı gibi, Sovyetler Birliği’nin yıkılışında da ABD’nin kesinlikle payı yoktu. Aslında, Sovyetler Birliği ile onun Doğu Avrupa’daki imparatorluk bölgesinin çöküş sebebi, Yalta’yı tasfiye eden Eski Sol’a karşı halkta meydana gelen hayal kırıklığı ile Sovyet lideri Mihail Gorbaçov’un Yalta’yı tasfiye edip ülke içinde liberalleştirmeye giderek (perestroyka artı glasnost) kendi rejimini kurtarma yolunda giriştiği çabalara karşı duyulan hayal kırıklığının bir bileşimi idi. Gorbaçov Yalta’yı tasfiye etmeyi başardıysa da, Sovyetler Birliği’ni kurtarmayı başaramadı. (Bununla birlikte, neredeyse başarıyordu dense yeridir.)

Amerika Birleşik Devletleri bu âni çöküş karşısında ne yapacağını şaşırdı, sonuçlarıyla nasıl başedebileceğini bilemiyordu çünkü. Komünizmin çöküşü aslında liberalizmin çöküşüne de işaret etmekteydi; ABD hegemonyasının ardındaki tek ideolojik payandayı, liberalizmin görünürdeki ideolojik hasmının zımni olarak desteklediği payandayı ortadan kaldırmıştı. Bu meşruiyet kaybı, doğrudan Irak’ın Kuveyt’i istilâsına yol açtı; Yalta düzenlemeleri yerli yerinde duruyor olsaydı, Irak lideri Saddam böyle bir şeye asla cesaret edemezdi. Geriye dönüp bakıldığında, ABD’nin Körfez Savaşı’ndaki müdahalesinin de temelde aynı çıkış noktasında bir ateşkes gerçekleştirmiş olduğu görülür. Ama bir hegemonyacı devlet, orta boy bir bölgesel devletle giriştiği savaşta beraberliğe razı olabilir mi? Saddam, Amerika Birleşik Devletleri ile bir savaşa girişilebileceğini ve bundan yakayı kurtarmanın mümkün olduğunu göstermişti. Saddam’ın küstahça meydan okuyuşu, ABD sağına, özellikle de onların şahinler diye adlandırılan kanadına Vietnam yenilgisinden bile daha ağır geldi; Irak’ı istilâ edip rejimini yıkmak konusunda böylesine iştiyak göstermelerini de bununla açıklamak mümkündür.

Körfez Savaşı ile 11 Eylül 2001 arasında dünya çatışmalarının iki büyük arenasını Balkanlar ve Ortadoğu oluşturdu. ABD her iki bölgede de önemli bir diplomatik rol oynadı. Geri dönüp baktığınızda, Amerika Birleşik Devletleri tümüyle izolasyonist bir konumda olsaydı sonuçlar ne kadar farklı olurdu dersiniz? Balkanlar’da ekonomik bakımdan başarılı bir çokuluslu devlet (Yugoslavya) parçalandı ve esas olarak bileşenlerine bölündü. 10 yıl içinde, ortaya çıkan yeni devletler bir etnikleşme sürecine girdi, hayli zalimane şiddet, geniş çapta insan hakları ihlalleri ve düpedüz savaş durumları yaşadılar. Dış müdahale – ki, bunun başını ABD çekiyordu – bir ateşkes sağladı ve en korkunç şiddet olaylarını sona erdirdi; ama bu müdahale hiçbir şekilde etnikleşme sürecini geri çevirmediği gibi, bu süreç şimdi pekişti ve bir anlamda meşrulaşmış oldu. ABD müdahalesi olmasaydı bu çatışmalar farklı sonuç verir miydi? Şiddet daha uzun süre devam ederdi herhalde, ama esas sonuçlar muhtemelen çok da farklı olmazdı. ABD’nin daha yoğun bir şekilde karıştığı ve başarısızlığının daha belirgin olduğu Ortadoğu’da ise tablo çok daha vahim. İster Balkanlar’da, ister Ortadoğu’da Amerika Birleşik Devletleri hegemonyacı yumruğunu etkili biçimde indirmeyi başaramadı ve bunun sebebi irade ya da gayret eksikliği değil, gerçek kuvvet yoksunluğu idi.

İşi Bitmiş Şahinler

Derken, 11 Eylül geldi: Şok ve tepki. Amerikan yasa yapıcılarının yaylım ateşi altında kalan Merkezi İstihbarat Teşkilâtı (CIA), o zaman Bush yönetimini muhtemel tehditlere karşı uyardığını iddia ediyor şimdi. Ama, El Kaide’ye odaklanmış olmasına ve istihbarat konusundaki geniş tecrübesine rağmen, Teşkilât teroristlerin darbelerini öngöremedi (ve dolayısıyla da önleyemedi). Veya CIA Başkanı George Tenet öyle söylüyor. Tenet’in tanıklığı, ne ABD hükûmetini ne de Amerikan halkını rahatlatabilir. Tarihçiler ne kadar farklı yorumlar getirirse getirsinler, 11 Eylül 2001 saldırıları ABD’nin gücüne karşı girişilmiş büyük bir meydan okumadır. Saldırıların sorumluları büyük bir askeri gücün temsilcileri değildi. Onlar, herhangi bir devlete ait olmayan bir kuvvettiler; yüksek derecede kararlılıkları, biraz paraları, sadık takipçilerden oluşan bir çeteleri ve bir tek zayıf devlet içinde güçlü bir üsleri vardı. Kısacası, askeri açıdan bir hiçtiler. Ama gene de, ABD topraklarına cüretli bir saldırıya girişmeyi başardılar.

George W. Bush, Clinton yönetiminin dünya meselelerini ele alış tarzına ağır eleştiriler getirerek iktidara gelmişti. Bush ve yardımcıları itiraf etmeseler de şüphesiz bilincinde oldukları şey, Clinton’ın izlediği yolun, Gerald Ford’dan bu yana Ronald Reagan ve George H. W. Bush da dahil olmak üzere tüm ABD başkanlarının yolu olduğu idi. Şimdiki Bush yönetiminin 11 Eylül’den önceki yolu da buydu. Oyunun adının ihtiyat olduğunu görmek için, 2001 Nisanı’nda Çin açıklarında düşürülen ABD uçağı meselesini Bush’un nasıl ele aldığına bir bakmak yeterli.

Terör saldırılarının ardından Bush rotayı değiştirdi, terorizme savaş ilân etti, Amerikan halkına “sonucun kesin olduğu” yolunda garanti verdi, dünyaya da “ya bizimle birliktesiniz, ya da onlarla” diye açıklama yaptı. ABD yönetimlerinin en tutucu olanlarına bile uzun zamandır katlanamayan şahinler de nihayet Amerikan politikasına egemen oldular. Şahinlerin pozisyonu gayet açık: Amerika Birleşik Devletleri ezici bir askeri güce sahip, sayısız ülke lideri Washington’un askeri güç gösterisine kalkmasını akıllıca bulmasa da, ABD’nin iradesini geri kalanlar üzerine düpedüz dayatması halinde, bu liderler hiçbir şey yapmazlar ve yapamazlar da. Şahinler, Amerika Birleşik Devletleri’nin bir imparatorluk olarak hareket etmesini iki sebeple istiyorlar: Birincisi, bu davranış ABD’nin yanına kâr kalacağı için. İkincisi, Washington gücünü göstermeyecek olursa, Amerika Birleşik Devletleri zaman içinde giderek marjinalleşeceği için.

Bugün, bu şahin pozisyonunun üç ifade biçimi var: Afganistan’daki askeri saldırı, İsrail’in Filistin Otoritesi’ni tasfiye etme girişimine verilen fiili destek ve, artık askeri hazırlık aşamasına geçildiği bildirilen Irak istilâsı. 11 Eylül 2001 terör saldırıları üzerinden bir yıldan kısa bir süre geçmişken, bu stratejilerle ne sonuç alınacağını kestirebilmek için henüz çok erken olabilir. Şu âna kadar bu planlar şu sonuçları verdi: Afganistan’da Taliban devrildi (ama El Kaide’nin tamamen ortadan kaldırılması ya da üst düzey liderlerinin yakalanması gerçekleştirilmeksizin); Filistin’de muazzam bir yıkım oldu (ama Filistin lideri Yasir Arafat’ın, İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un söylediği gibi “konu dışı” kalması sağlanamadan); ve Irak’ın istilâ edilmesi planlarına Avrupa’da ve Ortadoğu’daki ABD müttefiklerinden ağır muhalefet geldi.

Şahinlerin son olayları okuyuş tarzı, ABD eylemlerine karşı muhalefetin, ciddi olmakla birlikte, büyük ölçüde sözde kaldığını vurgulamakta. Ne Batı Avrupa, ne Rusya, ne Çin, ne de Suudi Arabistan, Amerika Birleşik Devletleri ile bağları ciddi şekilde koparmaya hazır görünüyor. Yani, şahinler gerçekten bunun Washington’ın yanına kâr kaldığı inancındalar. Şahinler ayrıca ABD ordusu gerçekten Irak’ı istilâ ettiğinde ve onun ardından Amerika Birleşik Devletleri otoritesini dünyanın başka yerlerinde, meselâ İran, Kuzey Kore, Kolombiya ya da belki Endonezya’da kullandığında da benzeri sonuçlar çıkacağını varsayıyorlar. Kaderin garip bir cilvesi sonucu, şahinlerin olayları bu okuma tarzı, ABD politikaları hakkında bağırıp çağıran uluslararası solun da okuma tarzı haline geldi – bunun esas sebebi, ABD’nin başarı şansının yüksek olmasından korkmaları.

Ama, şahinlerin yorumları yanlış ve bunlar ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin gerilemesine katkıda bulunacaklar, tedrici bir inişi çok daha hızlı ve gürültülü bir düşüşe dönüştürecekler. Şahin yaklaşımları spesifik olarak askeri, ekonomik ve ideolojik sebeplerle çökecek.

Hiç şüphesiz ordu Amerika Birleşik Devletleri’nin elindeki en güçlü koz; aslında, tek koz. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin elinde dünyanın en etkili askeri aygıtı bulunuyor. Ve, yeni, benzersiz askeri teknolojilere inanılacak olursa, ABD’nin dünyanın geri kalan kısmı üzerindeki askeri üstünlüğü, yalnızca on yıl öncesine göre bile hatırı sayılır derecede daha büyük. Ama bu, Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı istilâ edebileceği, hızla fethedeceği ve orada dost ve istikrarlı bir rejim kurabileceği anlamına mı gelir? Hiç de öyle değil. ABD ordusunun 1945’ten bu yana girdiği üç ciddi savaşı (Kore, Vietnam ve Körfez Savaşı) düşünürsek, bunlardan birinin yenilgiyle, diğer ikisinin de beraberlikle sonuçlandığını görürüz – ki, çok şanlı bir başarılar tarihi sayılmaz.

Saddam Hüseyin’in ordusu Taliban’ın ordusu değil, Saddam’ın ordu içindeki kontrolü Taliban’ınkinden çok daha tutarlı. Bir ABD istilâsı, zorunlu olarak ciddi bir kara ordusunun işe girişmesini gerektirecektir: Bağdat’a kadar savaşarak ilerlemek zorunda olan ve muhtemelen ciddi kayıplar verecek bir kara kuvveti. Böyle bir ordu, onu konuşlandıracak sahnelere de ihtiyaç gösterir; Suudi Arabistan böyle bir hizmet vermeyeceğini açıkça bildirdi. Kuveyt ya da Türkiye böyle bir yardımda bulunacaklar mı? Washington bütün fişlerini oyun masasına sürerse, belki. Bu arada, Saddam’ın da elindeki tüm silâhları konuşlandırması beklenebilir ve ABD hükûmetinin bunca zamandır yanıp yakıldığı en pis silâhlar da bunlardan başkası değildir zaten. Amerika Birleşik Devletleri bölgedeki rejimlerin kollarını arkaya bükebilir, ama açıkça görülüyor ki kamuoyunun hissiyatı bütün bu meselenin ABD’deki derin Arap karşıtlığının yansıması olduğu yönünde. Böyle bir çatışmadan galip çıkabilir misiniz? Britanya Genel Kurmayı’nın buna ihtimal vermediği yolundaki görüşünü şimdiden Başbakan Tony Blair’e iletmiş olduğu anlaşılıyor.

Tabii bir de “ikinci cepheler” meselesi vardır daima. Körfez Savaşı’nın ardından ABD silâhlı kuvvetleri, aynı anda yürütülecek iki bölgesel savaş olasılığını hesaba katarak hazırlık yapmaya çalışmıştı. Bir süre sonra Pentagon, pratik zorlukları ve yüksek maliyeti nedeniyle bu fikirden sessiz sedasız vazgeçti. Ama, Amerika Birleşik Devletleri Irak batağına batmış durumdayken potansiyel ABD düşmanlarının bir darbe vurmayacağından kim emin olabilir?

Ayrıca, ABD halkının zafersizliklere gösterdiği hoşgörü meselesi de dikkate alınmalıdır. Amerikalılar, bütün savaş dönemi başkanlarına verdikleri destek ile derin bir izolasyonist dürtü arasında gidip gelmektedirler. 1945’ten beri, ne zaman ölü sayısı yükselse yurtseverlik duyguları duvara toslar. Bugünün tepkisi neden farklı olsun ki? (Hemen hemen hepsi sivil olan) şahinler, kamuoyuna duyarsız olsalar da, Vietnam ateşinde yanmış olan ABD Ordusu generalleri hiç de öyle değildir.

Ya ekonomik cephe? 1980’lerde sayısız Amerikan analizcisi Japonların ekonomik mucizesi karşısında histeriye kapıldı. Bu analistler, 1990’larda Japonya’nın o çok reklâmı yapılan mali sıkıntıları karşısında sakinleşti. Bir zamanlar Japonya’nın ne kadar büyük bir hızla ilerlediğini abartarak belirten ABD otoriteleri, şimdi Japonya’nın iyice geride kalmış olduğundan eminler ve kendilerinden çok memnun görünüyorlar. Şu sıralarda Washington’ın, Japon karar vericilerine, onların nerede hata yaptıklarına dair nutuk çekme eğiliminde olduğu görülüyor.

Böylesi zafer naralarının pek de haklı dayanakları olduğu söylenemez doğrusu. New York Times’ın 20 Nisan 2002 tarihli sayısındaki şu habere bir göz atalım: “Bir Japon laboratuvarı dünyanın en hızlı bilgisayarını üretti. Bu makine öylesine büyük bir güce sahip ki, en hızlı 20 Amerikan bilgisayarının toplam ham bilgi işleme gücüne eşit ve daha önceki lider olan IBM yapımı bilgisayarı fersah fersah geride bırakmış durumda. Bu başarı ... şunun kanıtı: Amerikan mühendislerinin çoğunun kolayca kazandıklarını sandıkları teknoloji yarışı henüz sona ermiş olmaktan çok uzak.” Gazetenin haber analizi, iki ülke arasında “birbirine zıt bilimsel ve teknik öncelikler” bulunduğunu belirten bir notla devam ediyor: Japonların bilgisayarı iklim değişikliklerini çözümlemek için imâl edilmişken, ABD bilgisayarları silâh benzetilemeleri (simülasyon) yapmak için tasarlanmış. İşte bu karşıtlık da, hegemonyacı güçler tarihindeki en eski hikâyenin vücut bulmuş halidir aslında: Başat güç (kendi zararına) askeriyeye yoğunlaşır; onun halefi olmaya aday güç ise, ekonomiye. İkinci yaklaşım her zaman ödülünü almıştır, hem de bolca. Amerika Birleşik Devletleri bu yaklaşımdan çok kazançlı çıkmıştı. Neden Japonya da çıkmasın, belki Çin’le ittifaka girerek?

Nihayet, ideoloji alanı. Şu anda ABD ekonomisi görece zayıf görünüyor ve şahin stratejileriyle bağlantılı olarak altına girilen aşırı askeri harcamalarla birlikte, bu büsbütün böyle. Üstelik, Washington siyasi bakımdan soyutlanmış durumda; (İsrail dışında) neredeyse hiç kimse şahin pozisyonunun anlamlı olduğunu ya da teşvik edilmeye değer olduğunu düşünmüyor. Öteki ülkeler Washington’a doğrudan karşı çıkmaya ya korkuyorlar ya da böyle birşeye istekli değiller; ama, onların ayak sürümeleri bile Amerika Birleşik Devletleri’ni incitiyor.

Ne var ki, ABD’nin verdiği karşılık, küstahça kol bükmenin pek ötesine geçmiyor. Küstahlık ve kibir, kendi olumsuzluklarını da beraber getirir. Masaya sürekli fiş sürmek, gelecek sefer ortaya sürecek daha az fişiniz kaldığı anlamına gelir; gönülsüz boyun eğmeler de giderek artan bir içerleme duygusu doğurur. Son 200 yılda Amerika Birleşik Devletleri hatırı sayılır miktarda ideolojik kredi biriktirdi. Ama şu günlerde Amerika Birleşik Devletleri bu krediyi, 1960’larda altın stoklarını tükettiğinden de daha büyük bir hızla tüketmekte.

Önümüzdeki 10 yıl için Amerika Birleşik Devletleri’nin önünde iki olasılık var: ABD ya şahinlerin yolundan gider ve bunun herkes için, ama özellikle kendisi için olumsuz sonuçları olur; ya da olumsuzlukların fazlasıyla büyük olduğunu farkeder. Guardian gazetesi yazarı Simon Tisdall geçenlerde şunu ileri sürüyordu: Uluslararası kamuoyunu gözardı etse bile “ABD, en azından ekonomik çıkarları ve enerji ikmali açısından muazzam bir zararı göze almaksızın Irak’ta tek başına başarılı bir savaş yürütemez. Bay Bush afralı tafralı konuşan ve etkisiz görünen biri konumuna düştü.” Eğer Amerika Birleşik Devletleri, bütün bunlara rağmen gene de Irak’ı istilâ eder ve ardından geri çekilmek zorunda kalırsa, daha da etkisiz görünecektir.

Başkan Bush’un seçenekleri son derece sınırlı gözüküyor ve dünya meseleleri üzerinde tayin edici bir güç olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin önümüzdeki on yıl içinde gerileyeceği hemen hiç şüphe götürmez. Asıl soru ABD hegemonyasının solup solmayacağı değil, Amerika Birleşik Devletleri’nin, dünyaya ve kendisine en az zararı verecek şekilde zarifçe tahttan inecek bir yol bulup bulamayacağı.

Çeviren: Ömer Madra

http://www.foreignpolicy.com/issue_julyaug_2002/wallerstein.html