Kitlesel medyanın verdiği, vermeyi uygun gördüğü haberlerle televizyon karşısında hop oturup hop kalkarken, gazete haberlerini, köşe yazılarını büyüyen gözbebeklerimizle okurken, kısaca haber ya da köşe yazısı olarak sunulan ne varsa onu anlamlandırmaya çalışırken, imdadımıza bir kavram yetişti: “Nefret Söylemi”.
İzlediğimiz haberlerde, okuduğumuz köşe yazılarında, gazetelerin manşetlerinde gördüğümüz ayrımcı, önyargılı her cümle bu söylemin bir ürünü.
Sadece nefret söylemi değil, bir de en az nefret söylemi kadar aşina olduğumuz, beraberinde getirdiği nefret suçları var lügatlarımızda yerini alan. Yazdıkları yazılar nedeniyle mahkum edilen, hedef gösterilen, neticesinde katledilen yazarların, gazetecilerin, sadece başka bir dine, ırka mensup olduğu, farklı olduğu için nefret edilen ve öldürülen insanların sayısını düşünürsek, ülke ahvalini takip etmeye çalışan ortalama bir Türkiyelinin bu konular hakkında ihtisas yaptığını bile söyleyebiliriz.
9 – 11 Nisan tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası Hrant Dink Vakfı tarafından düzenlenen Nefret Suçları ve Nefret Söylemi Konferansı’na katılmak için İstanbul’da olan ve Eleştirel Söylem Analizi alanının önde gelen kuramcılarından Profesör Teun A. van Dijk’e ifade özgürlüğünü, nefret söylemini, nefret suçlarını ve medyanın hallerini sorduk.
Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de milliyetçilik ve vardığı son nokta olan ırkçılık son derece arttı. Burada bir kavram karmaşası da yaşanıyor. Aslında daha çok ‘vatanseverlik’ ve ‘milliyetçilik’ kavramları birbirleriyle karıştırılır oldu. Irkçı eylemlere karışan, ırkçı söylemler geliştiren herkes, ‘‘Ülkemi ve ülkemin şerefini korumak için’’ diye açıklıyor yaptığını. Vatanseverlik ve milliyetçilik kavramlarını tanımlar mısınız?
Vatanseverlik son derece kişisel bir duygudur. Kişinin ülkesini sevmesi olarak tanımlanabilir. Bu duygu ile ilintili eylemler de, örneğin kendini kurban etmek de kişisel bir duygu neticesinde gelişen bir eylemdir. Milliyetçilik ve ırkçılık ise gruplara ait ideolojilerdir. Her ikisi de, toplumsal olarak paylaşılan bir grubun kendilik imajını, ait olunan grubun; mesela bir ulusun, beyaz insanların üstünlüğüne, diğer grubun, grupların, misal başka ulusların, yabancıların, azınlıkların aşağı olduğuna dair önyargılı değerlendirmeler içerir.
Bu iç - grup ve dış - grup arasındaki ideolojik kutuplaşma, en çok dış - gruba yönelik ayrımcılık ve iç - gruba yönelik pozitif ayrımcılık olarak gösterir kendini toplumda. ‘Biz ‘ ve ‘onlar’ söylemi siyasetin, medyanın ve eğitimin söylemine de sirayet eder. Bu nedenledir ki, ırkçı ve milliyetçi söylemler sadece gündelik hayattaki ayrımcılığı meşrulaştırmakla kalmaz, şiddeti ve hatta imhayı da meşrulaştırır, mümkün kılar. Yahudi Soykırımı’nda ve Bosna’da bunun örneklerini gördük. Irkçılık ve milliyetçilik çoğu zaman ayrılmaz birer ikilidir. Zira milliyetçi ideolojiye göre ulus ‘saf’ kalmalıdır, yani göçten, diğer uluslardan ve diğer etnik gruplardan azade olmalıdır. Bu nedenle milliyetçilerin göçe karşı olduğunu söyleyebiliriz pekâlâ. Özellikle de dış görünüşleri ve kültürleri ile farklı oldukları varsayılan grupların göçüne. Aralarında bir fark da vardır elbette. Milliyetçilik bir ulusun tasavvur edilmiş kimliği, üstünlüğü üzerine odaklanırken, ırkçılık bir ırkın, etnik grubun tasavvur edilmiş üstünlüğüne odaklanır. Bu aynı ulus içinde de olabilir. Amerika’daki Afrikalılar, Brezilya’daki siyahîler veya işte Türkiye’deki Kürtlerin yaşadığı da budur.
Nefret söylemini tanımlar mısınız? Nedir tam olarak nefret söylemi?
Aslına bakarsanız ben bu ‘nefret söylemi’ lafından pek hoşlanmıyorum. Her ne kadar kısa, pratik ve açıklayıcı bir laf olsa da. Nefret bir duygudur. Irkçı metinler ve söylemler bireysel duygulara değil, ırkçı ideolojilere dayanır. Hiç de duygusal olmayan sonuçları vardır. Yani nefret söylemi demek yerine, daha net olarak “ırkçı söylem”, “cinsel ayrımcı söylem”, “milliyetçi söylem” demeyi tercih ederim. Bireysel duygularla aralarında bir fark olduğunu düşündüğümden. Kişinin duyguları görece olarak kısa sürelidir, daimî değildir. Diğer yandan fikirleri ve değerlendirmeleri daha kalıcı olabilir. Dolayısıyla sosyal pratiğini mesela ayrımcılığını daha kalıcı ve yapısal bir şekilde etkiler.
Bu nedenle biri ‘‘senden nefret ediyorum’’ ya da ‘‘onlardan nefret ediyorum’’ dediğinde, aslında bir kişi ya da grup hakkında güçlü negatif duygulara sahip olduğunu söylüyordur. Sadece belli şartlar altında, şahsî değerlendirmelerinin bir yansıması, vardığı kanaat olan bu ‘nefret’ ya da belirli bir grup tarafından paylaşılan bu tavır, gerçek manada öfkenin doğmasına sebep olur. Gündelik hayatta azınlıklara ya da göçmenlere yönelik ayrımcı davranışların çoğunda nadiren böylesine bireysel bir öfke duygusu mevcuttur. Hatta son derece duygusuz ve mantıklı bile olabilir bu davranışlar. Yani mantıklı derken kendi grubunun menfaatine, karşıt grubun zararına hizmet edecek tasarlanmış davranışlar olabilir bu davranışlar.
Sunumuzda ifade özgürlüğü konusunda Noam Chomsky ile aynı fikirde olmadığınızı söylediniz? Neden Chomsky ile aynı fikirde olmadığınızı anlatır mısınız?
Chomsky’nin duruşunu, ABD’deki anayasa ile belirlenmiş mutlak ifade özgürlüğüne olan inancını anlıyorum. Lakin ben bu konuda daha Avrupalı bir yaklaşımı benimsiyorum. Yani mutlak her tür özgürlüğün, mutlak güce dönüşebileceğine ve böylesine bir gücün de istismarının mümkün olduğuna inanıyorum. Mesela sembolik elitler tarafından, yani politikacılar, gazeteciler ya da profesörler tarafından, kamu söylemini belirleyen, şekillendirebilen, dolayısıyla geniş manada halkın zihnini dolaylı yoldan etkileyebilenler tarafından istismar edilebileceğine inanıyorum. Kanunlar nasıl insanlara zarar veren davranışları yasaklıyorsa, benzer söylemleri de, grupların, özellikle azınlık konumundaki grupların zarar görmesine sebep olan söylemleri de sınırlandırabilmeli. Tümüyle özgür ifade, diğer grupların varlığını sorunsallaştıracak, tecritlerine neden olacak, dışlanmalarını kışkırtacak ve hatta tümden yok edilmelerine sebep olacak şekilde suistimal edilebilir. Bu nedenle, söylem her türlü ayrımcı davranış kadar tehlikelidir. Sosyal bir hak ve temel bir insan hakkı olan ifade özgürlüğü, yurttaşları devlete ve toplumdaki diğer güç odaklarına karşı korumak amacıyla icat edilmiştir. Kendi grubumuzun zihnini kontrol edip diğer gruplar üzerinde etkili olmak amacıyla suistimal edilmek için değil. Elbette her türlü özgürlüğün sınırlandırılması söz konusu olduğunda olduğu gibi, bu da çok istismara açık bir durumdur ve bunun da suistimal edilmemesi gerekir. Devlet, yargı ya da diğer güç odakları da bu sınırlandırmayı suistimal etmemeli, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmamalıdır. Bu nedenledir ki, bu tür sınırlandırmalar çok dikkatli yapılmalıdır. Her bağlam, her durum için tekrar tekrar gözden geçirilmelidir. Örneğin halkın ortak amaçları, hedefleri gözetilerek ve bu söylemin etkilerinin ne olacağı ölçülüp biçilerek. Irkçılık doğuştan gelen bir özellik değildir. Demek ki insanlığın öğrendiği bir şey bu. Kimse ırkçı olarak doğmaz. Irkçılığın söylem aracılığı ile öğrenildiğini biliyoruz. O nedenle bu tür kamusal söylemleri, amacı aşikâr bir şekilde ırkçı tavırlar ve ideolojiler üretmek olan söylemleri yasaklamalıyız. İftirayı, karalamayı da yasaklıyoruz. Bunu da aslında elitleri korumak için yapıyoruz. Sıradan vatandaşlar iftiraya uğradıklarında nadiren yargıya başvururlar. Bu nedenle, ifade özgürlüğü de bir etnik ya da azınlık grubu karalamaya yönelik olarak kullanılıyorsa, bu karalama eşitsizliği üretiyor ve körüklüyorsa, hukukî olarak sınırlandırılmalıdır. Bunu söylerken şunu da kastediyorum, bir etnik çoğunluk ya da baskın grup hakkında sarf edilen ‘olumsuz’ sözler, bu söylem de bana kalırsa ırkçılık değildir tanım olarak. Zira ırkçılık tahakkümü ve sosyal eşitsizliği devam ettirmeyi amaçlayan bir ideolojidir. Bu tip söylemlere, ayrımcılığa ve tahakküme karşı gelmek de asla ırkçılık,cinsel ayrımcılık veya milliyetçilik değildir.
O zaman medyayı kontrol eden bir mekanizma da olmalı. Sunumunuzda da bunu belirttiniz. Ne tür bir mekanizma peki bu bahsettiğiniz?
Pek çok ülkenin medyayı düzenleyen bir mekanizması zaten var. Bunlar ulusal kurullar, profesyonellerden oluşan kurullar. Hepsinin görevi medyadaki ihlallere yönelik şikâyetleri değerlendirmek. Kitlesel medya – genel anlamda güçlü ulusal ve uluslararası işletmeler – çok güçlü. Sadece kurumsal olarak, büyük şirketler olarak değil, insanların zihinlerini kontrol etmek ve şekillendirmek konusunda da çok büyük bir güce sahipler. Böylesine bir güç elbette ki, toplumdaki diğer tüm büyük güç odakları gibi kontrol edilmelidir. Günümüzde artık gıdamızın, endüstriyel ürünlerin kontrol edilmesi gerektiği, doğayı korumamız gerektiği konusunda hemfikiriz. Aynı şekilde kitlesel medyanın vatandaşları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasını, gücünü azınlıkların haklarını ihlal etmek amacıyla kullanmasını engellemek için de benzer bir kontrolle denetlenmesi gerekir. Elbette ki yine daha önce de söylediğim gibi bu tür bir kontrol de suistimal edilmemelidir. Devlet, devletin birimleri ve diğer güç odakları da kendi gücünü gayrimeşru bir sansür uygulamak için kullanmamalıdır. Gazetecilerden, kitlesel medya ve medyanın toplum üzerindeki etkisi konusunda uzmanlaşmış akademisyenlerden, hukuk danışmanlarından, sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan denetleme kurulları oluşturulmalıdır.
Bundan bir kaç ay önce bir köşe yazarı yazdığı bir yazıda eski PKK üyelerinin Türkiye’ye dönüşlerinde karşılanma biçimlerini eleştiren bir yazı kaleme aldı. Yazısının başlığı ‘PKK teroristi olmadığıma pişmanım’ idi. Yazısında eğer PKK teroristi olsaydı, Kürt şarkıcı Rojin’i dağa kaldırıp seks kölesi yapacağını söylüyordu. Rojin yazara dava açtı. Bunun üzerine aynı köşe yazarı Rojin’in daha akıllı bir kadın olduğunu sandığı, yaptığı kara mizahı ne yazık ki anlayamadığını ve esprisine neden gülmediğine şaşırdığını söyledi. Pek çok meslektaşı da kendisine destek verdi. Böylesi bir söylemi nasıl tanımlarsınız? Köşe yazarlarının sahip oldukları ‘güç’ hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Köşelerinde yazdıklarının ne gibi olumsuz neticeler doğurabileceğini, yazdıkları ile özellikle de azınlıkların ve kadınların haklarını ihlal edeceğini bilmeyen ya da anlamayan köşe yazarları, ilkesel olarak böylesine güçlü bir kamusal söylem mecrasına sahip olmamalıdır. Zira bu tür yazarlar demek ki bu iş için yeteri kadar donanımlı değillerdir. Kamuya hitaben yazıyorsak, başkalarının haklarını gözönünde bulundurmalıyız. Özellikle de azınlıkların. Yaptığımız esprileri, kelime oyunların ve kara mizahı -adı her neyse- bunu göz önünde bulundurarak yapmalıyız. Çünkü yazdıklarımızın her zaman yanlış anlaşılma ihtimali vardır. Her şey, aslında tüm söylem yorumlaması bağlama göre değişir. Son derece tanınmış ırkçılık karşıtı, cinsel ayrımcılık karşıtı bir yazarsa bunu yazan, hiç kimse onun niyetinden şüphe etmiyorsa, o zaman bu ve benzeri sözlerin kara mizah içeren sözler olduğu düşünülebilir, ama bahsettiğiniz gazeteci, kadınlara ya da Kürtlere karşı eşitlikçi bir tavrı olmayan bir yazarsa, o zaman kara mizah içeren sözleri, son derece bilindik bir söylem stratejisi olan siyaseten doğru olmayan şeyleri esprili bir şekilde, mizah kisvesi altında sunmak olarak adlandırılabilir. Dolayısıyla bu durum hakkında pek yorum yapamayacağım. Bahsettiğiniz yazarı tanımıyorum. Ama şunu da belirtmek isterim ki, bu gibi durumlarda yazılan, sarf edilen sözlerin içinde çoğu zaman mutlaka bir tane de hiç de kara mizah unsuru içermeyen bir fikir bulunur.