Ben Kuzguncuk'ta sivil bir dal buldum ona tutundum

-
Aa
+
a
a
a

     Aylin Örnek

“İstanbul’un orta yeri sinema” demiş şair, biraz da yaşadığı anın İstanbul’una göz ve söz olmuş. O dönemin İstanbul’unu bilemiyorum, lakin günümüz İstanbul’unun coğrafi olarak orta yeri şaşmışken, ne tarafının sinema olduğu günlük bir gazetenin kültür sayfasından ibarettir. Öte yandan, yakın zamana kadar, Kuzguncuk’un tam da orta yeri yazlık sinemaydı. Aslında sinemadan da öte, sünnet şölenlerinin, tiyatro gösterilerinin yapıldığı, daha eskilerde de dönemin sanatçılarını konuk eden, mahallenin açık hava tiyatrosuydu. Çekirdek çıtlamaları, komşu muhabbetleri arasında Kuzguncuk’un ve insanlarının dünya ve hayalleriyle kucaklaştığı, göremedikleri, dokunamadıkları yıldızlarla flörtleştiği bir yaz boyu festivaliydi. En fazla iki saat süren filmin dışında, öncesi ve sonrası yaşanan ritüelleriyle, geceyarılarına kadar süren, semtin sahile dik inen caddesini kaplayan insan dokusu kilimiyle, televizyon faşizmi öncesi son dönem komşuluk resitaliydi. Artık yok, diğer olmayanlarla beraber. İstanbul son dönem kentleş(eme)mesi, Türkiye kendine has modernleş(eme)mesiyle bizlere bile bu yaşlarda kendimizden sadece 10 yaş küçüklere anlatacak mahalle masalları ve nostaljileri bırakmış oldu.

Artık var olmayan sadece sinema değil tabii, Kuzguncuk'un son yüz yılda sahip olduğu üç bostandan sonuncusu da yakın zamanlarda nostalji muhabbetlerimize konu oldu. Özellikle bu sonuncusu, kamuoyunda bilinen haliyle Kuzguncuk Bostanı, mahallelinin bildiğiyle haliyle İlia’nın Bostanı ve tapu kaydındaki tanımıyla Barakalı Bostan. Öyle ki, 12 yıllık mücadele sonunda bostan olarak korunamasa da en azından yeşil alan olarak korunması sağlanmış ve ciddi bir kentsel-kamusal-toplumsal koruma deneyimi olarak kayda geçmiştir, en azından şimdilik.
Peki bu üçlü koruma deneyiminin altında yatan sebep-sonuç ilişkisi neydi? Kent için, kamu yararına ve toplumla bir bütün olarak... Siz hiç görmüş müydünüz üç bacaklı bir koruma? “Olur mu hiç üç bacak, dön de İstanbul'a bak” türünden mavralar okuyup, çocukken bizi aptal yerine koyan maarif marifetine kulak asmadan önce, nasıl oldu da oldu sorusunu sormak gerekir. Gerçekten böyle bir soruya ihtiyaç vardır. Çünkü, konuyla ilgili ve bilgili mektepli ahaliye garip gelebilecek avam paradokslar mevcuttur.

Öyle ki bu koruma eylemi beraberinde neyi koruyoruz, niye koruyoruz sorularının sadece bunu bir sorun alanı olarak tanımlamış kişiler tarafından değil, sıradan vatandaş tarafından da sorulmasına olanak tanımış ve 1992 yılında bilinmeyen ama 2000’li yıllarda artık herkesin kısaca bahsedebileceği bir tarihi öğrenme sürecini de beraberinde getirmiştir.

İlia’nın bostanının tarihi

Yapılan araştırmalar bostana ait ilk kayıtlarda bu arazinin Abdullah Ağa Vakfı’na ait olup Sultan Reşat döneminde Arnavut kökenli Şoro ve Dode ailelerine verilmiş ya da satılmış olduğunu göstermektedir. Toplam alanı 16,445 m² olan bostanın kadastro tarihi 15 Mart 1951’dir. Hissedarlardan İspiro Şoro 60/360 hisseye sahip olup, diğer hisseler çeşitli oranlarda yine gayrimüslim vatandaşların üzerine kayıtlıdır. Mülkün İspiro

Şoro’nun hissesi dışındaki 300/360’lık bölümünün 03.12.1966 tarihinde Vakıflar İdaresi’ne geçtiği kayıtlardan anlaşılmaktadır. İspiro Şaro’ya ait olan 60/360’lık hisse ise Şoro’nun “firari ve mütegaip eşhasdan bulunması” sebebiyle 10.10.1977’de Vakıflar İdaresine geçmiştir. Oysa yapılan araştırmalarda İspiro Soro’nun 06.10.1951 yılında TC vatandaşı olarak Kuzguncuk’ta vefat ettiği ve buradaki mezarlığa defnedildiği görülmüştür. Mülkün tamamının 1977 yılında Vakıflar İdaresi’ne geçmesinden önce İspiro Şoro’nun hisselerinin neden oğlu İlia Şoro’ya geçmediğini ise bilemiyoruz. Oysa İlia Şoro bütün hayatını Kuzguncuk’ta geçirmiş, 1984 yılında 71 yaşında geçirdiği bir kalp yetmezliği sonucu Balıklı Rum Hastanesi’nde vefat etmiş ve Kuzguncuk’ta defnedilmiştir. İspiro’nun oğluna bırakabildiği miras, sadece bostanın bugün bile onun adıyla anılmasıdır.

1977 yılı itibarıyla tamamı Vakıflar İdaresi mülkü olan bostan arazisi 1986’ya kadar planlarda yeşil alan olarak görülmektedir. Boğaziçi İmar Yüksek Koordinasyon Kurulu’nun 04.03.1986 tarih ve 86/4 sayılı plan tadilatıyla, 2960 sayılı Boğaziçi Kanunu’na uygun olmayacak şekilde, doğal zemin kotu ve ağaçlar korunmak kaydıyla ilkokul yapılmasına ve bir kısmının da tarım alanı olarak bırakılmasına karar verilmiştir.

1992 yılında mülk, Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından 10 yıllığına Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı’na kiralanır. Söz konusu vakıf bu tarihten hemen sonra bostan arazisi üzerinde önce hastane, sonra da tarımsal amaçlı bir yapı yapmak için girişimlerde bulunarak 20.08.1992 tarihinde Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nden İmar Durumu Belgesi alır. Kuzguncuk halkı bu duruma seyirci kalmaz ve sesini ilgili kurumlara duyurmak üzere çeşitli girişimlerde bulunur. Bunun üzerine Mimarlar Odası 23.11.1992 tarihinde bir çekince raporu hazırlar ve söz konusu alanın Boğaziçi Öngörünüm Alanı’nda, ender kalan yeşil doku ile korunması gereken arazilerden biri olduğu, bu alanın ancak “yapılaşma gerektirmeyecek” bir kentsel alan olarak değerlendirilmesi gerektiğini vurgular. Aynı çekince raporunda söz konusu vakfın bu alanda “Organ Nakli Hastanesi” inşa etmek üzere 1992 yılı bahar aylarında fiilen teşebbüse geçmiş olduğu ama çevrecilerle karşı karşıya geldiğinde ani bir karar değişikliğiyle hastane yerine “tarımsal amaçlı” yapı yapmak için girişimde bulunduğu, bu girişimlerin Kuzguncuk'taki doku ve çevresel özellikleri zedeleyici olduğu vurgulanmaktadır.

Halkın tepkisi karşısında projesini gerçekleştiremeyeceğini anlayan vakıf, bu sefer oyununu, planda da halihazırda görülen okul projesi üzerinden oynamaya ve planda ilkokul alanı olarak görülen alanın özel okul olarak tadil edilmesi için girişimlere başlar. Bunun için 03.06.1998 yılında III Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu'na başvurarak mevcut planda ilkokul alanı olarak görülen alanın özel ilkokul alanı olarak tadili için gerekli işlemleri başlatır. III Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu 06.05.1998’de aldığı kararla Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nün isteğinin

Karikatür: Behiç Ak (Cumhuriyet)

“kamuya yönelik faaliyetin değiştirilemeyeceği ve önerinin ancak özel ilkokul alanı için başka bir yer bulunması halinde değerlendirilebileceği” kararını vermiş olmasına rağmen, her nasılsa aynı kurul 24.06.1998 tarihinde aldığı kararla plan tadili önerisinin uygun olduğuna ve 8 yıllık eğitim için gerekli standartlara uygun projelerin kurula sunulmasına karar verir. Bunun sonrasında her nasılsa devlet kurumları arasında alanın özel ilkokul alanı olarak tadil edilmesi yönünde bir oydaşma zemini hazırlanır. Öyle ki 11 Kasım 1996 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın Bakanlık Makamı'na gönderdiği yazıda 6000 m²’lik özel ilkokul alanının uygun olduğu, Bakanlığın özel ilkokul projelerini desteklediği, bunun devlet okullarında kapasite yaratmak için önemli olduğu vurgulanmaktadır. Yine Boğaziçi İmar Müdürlüğü’nün İstanbul Valiliği’ne 17.12.1998 tarihli başvurusu üzerine Valilik 05.08.1998 tarihli bir yazı ile Boğaziçi İmar Müdürlüğü'ne özel okul taleplerinin onaylandığını bildirmektedir. Nisan 1999’da Valiliğin Boğaziçi İmar Müdürlüğü’ne yazdığı bir yazıyla özel ilköğretim alanının 8 yıllık eğitim standartlarına getirilmesi için genişletilerek büyütülmesine onay verilmektedir.

Plan tadili konusunda Koruma Kurulu ile Vakıflar Genel Müdürlüğü arasında yazışmalar devam ederken 30.05.2000 tarihinde daha Koruma Kurulu kararını vermemişken bostanda zemin etüdü yapmak üzere bir sondaj kamyonu görülür. Fakat Kuzguncuk halkı 1992 yılından sonra artık bitti dediği kâbusla yeniden yüz yüze geldiğini fark eder ve çocuğu, genci, yaşlısı bir araya gelerek bu sondaj kamyonunu bostan kapısından içeriye sokmamayı başarır. 01.06.2000 tarihinde yine Kuzguncuk halkı ile üç saatlik bir mücadelenin ardından ilgili kişilerin desteğiyle içeriye girilerek zemin etüdü için sondaj çalışmaları yapılır. Bunun üzerine Kuzguncuklular bir dilekçe ile Cumhuriyet Başsavcılığı’na koruma alanı içerisinde izinsiz sondaj yapıldığı yolunda suç duyurusunda bulunurlar. Bundan sonrası Kuzguncuk halkı için uzun bir aradan sonra yeni bir mücadeledir. Barikatlar, şenlikler, yazışmalar birbiri ardına gelir. 09.06.2000 tarihinde de Koruma Kurulu Boğaziçi İmar Müdürlüğü’ne yazdığı bir yazı ile söz konusu alan üzerinde yapılan çalışmaların izinsiz olduğu ve bir an önce durdurulması yönünde bilgi verir.

Diğer taraftan konuyla ilgili kuruluşlar bu direnişe destek verir. İnsan Yerleşimleri Derneği gönüllü danışmanlık yapar, Şehir Plancıları Odası İstanbul İdare Mahkemesi’ne Koruma Kurulu'nun Haziran 1998’de alınan kararının iptali yönünde dava açar. Kuzguncuk'ta hummalı bir çalışma başlar. Kimi zaman sabahlanır, basın bültenleri hazırlanır, şenlikler organize edilir. Ve yapılan tüm çalışmalardan, başvurulan tüm kuruluşlardan teker teker cevaplar alınmaya başlanır. İlk olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi 14.11.2000 tarihinde plan tadilat teklifinin komisyonca uygun görülmediğine karar verir. Daha sonra İstanbul İdare Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararı alır.

Tüm bu koşturmacalar sonrasında söz konusu Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfıile Vakıflar Genel Müdürlüğü arasında kira kontratının yenilenmesinin zamanı gelir.

Kuzguncuk Halkı’nın derdi İlia’nın Bostanı’nın bostan olarak kalması, İstanbul mahallelerinin ortak kaderi olan betonlaşmadan kendisini kurtarabilmesidir. Bunun için halk kendi projesini üretir: Bostanda Halka Açık Tarım ve Eğitim Projesi. Bunun için ilk olarak bir kooperatif kurulur. Fakat sözleşme dönemi geldiğinde kooperatif bu alanı kiralayacak finansmana sahip olmadığı için yine bir bilinmezlik dalgası etrafı sarar. Sözleşme tarihi heyecanla beklenir.

Nihayet Türkiye Organ Nakli ve Yanık Tedavi Vakfı şimdilik sözleşmeyi yenilemekten vazgeçti. İlia’nın Bostanı’nın yeni sahipleri bu alanı fidanlık olarak kullanacak olan doğasever insanlar. Kuzguncuk Halkı kendi projesini gerçekleştirecek finansmanı bulamamış olmasına rağmen, en azından bostanı bir beton yığını olmaktan kurtarmanın gönül rahatlığını, çocuklarına iyi örnek olmuş birer ebeveyn olmanın sevincini ve yaşadığı yerde "ben de varım" demenin sorumluluğunu bir arada yaşıyor.

Mahallenin ne olduğu, semtin nereye oturduğu ve komşuluk kavramının Osmanlı'dan günümüze getirdiği gelenek itibarıyla etimolojik, coğrafi, morfolojik ve bir o kadar da tarihi analizlerinin yapılması ne kadar gerekli ise, elimizde kalanın ne olduğunun hesabını yapmanın ne kadar basit bir matematiksel ve bir o kadar da acıklı bir sosyolojik gerçeklik olduğu ortadadır. Ama hâlâ, özellikle son 50 yılda yaşadığı korkunç hızlı mülkiyet devri ve zorunlu-sorunlu mesken değişimleriyle çok yıpranmasına, hırpalanmasına ve son yirmi yıllık ahlaki yıkım ve tahribata rağmen, ortada bu bahsettiklerimizin hissedilir ölçüde kırıntılarını tutan bazı mahalleler de yok değil. En azından biz Kuzguncuk'u hâlâ böyle okuyoruz, belki de okumak istiyoruz. Hâlâ birçok vicdan ve keyif sahibi İstanbullunun Kuzguncuk’a yerleşmek istemesi ve bu isteklerinin altında yatan neden, bizlere bu okumada yeteri kadar veri sağlıyor.

Tüm bu laf kalabalığı muhakkak ki boş yere edilmedi. Hâlâ bilmeyenler varsa, fikir sahibi olsunlar diye buraya kadar uzunca, ama mesele Kuzguncuk olunca hayli kısa bir özet sunalım istedik. Mesele okunurken, alttan geçsin diye.

Kuzguncuk Bostanı üzerine süren, aslında akıl-mantık almayan tam 12 yıllık mücadelemizin, boğaz patlatmamızın nedenini bostandaki korkuluğa anlatsak, kendisi yerine muhteremlerin dikilmesini isterdi herhalde tarlaya; yaklaşan her vicdan sahibinin ve İstanbul’un öd keselerine öldürücü planjonlar yapmaları için!… Hukuk ve konu ile ilgili her türlü yasanın, kanun maddesinin, özel şartnamelerin cirit attığı bir ortamda herhangi bir çivinin bile vebalı muamelesi göreceği alana neredeyse koskoca bir betonu konduracaklardı. Betonseverlere iki dakika içinde verilecek ve onları bedbaht ederken bizleri mesut edecek, "hayır" cevabı verilmeyip, yıllar içinde kurumlar, kişiler, evrakların arasında adeta bir japon kale maçı (bilmeyenlere bilgi; japon kale 3 kişiden istenilen sayıda kişiye kadar, herkesin arkasında koruduğu minyatür bir kale olduğu halde büyükçe bir çember yapılarak oynanan, bir kim kime dum-duma oyunudur) yapılıyor, lakin golü yiyen hep biz oluyormuşuz.

Tabii ki yasalar ve hukuk, zahmetli ve ısrarlı mücadelemizin içerisinde hiçbir zaman ehemmiyetini yitirmezken, resmi ve gayriresmi kurumlar arasında dokuduğumuz mekik de takdire şayandı doğrusu. Lakin tüm bunların yanında Kuzguncuk’u bugüne getiren ve her türlü masa üstü, dergi içi, kitap arası, alim mürekkebi tasarımın, planlamanın, teorinin üstünde bir yer tutan semtin ana kaynağı, enerjisi, mahallelinin ta kendisi buram buram bizleri (biz, yani hem mahalleli, hem dernekçiler) çağırıyordu. Yani konu koruma olunca, korunmaya çalışılan alan da mahallenin göbeğinde konumlanınca, mücadelenin olmazsa olmaz bileşeni, esas oğlanı, külkedisi, Karaoğlan'ı, Sindrellası, (Yakup’u)... yani “her türlü çağrılmanın olağan şekli” olan mahallelisi, semtlisi, insanı...

Bilginin her halde en belalısı elde tutulanı oluyor. Paylaşmadıkça, elinde patlıyor. Tuttukça değerleneceğine, seni yanındakilerden koparacak denli küstahlaşıp ucuzlaşabiliyor. Dilini değiştiriyor. Anlaşılmaz oluyorsun, konuştukça takımın yabancısı muamelesi görüyorsun. Biz de kapı kapı dolaştıkça, esnafı gezip onlara konuya anlatıp camlarına sözlerimizi kapılarına kelamlarımızı yapıştırdıkça tüy gibi oluverdik.

Yaşlı bir teyzenin, kıyısında, köşesinde çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği, sebzesini meyvesini yediği, elinden sıkı sıkı tuttuğu çocuğuyla ablanın, kendisi çocukken annesinin elinden sıkı sıkı tutarak yanından, önünden, kokusundan ve sesinden geçtiği, abilerin, amcaların, dedelerin bülbül seslerini masalarına meze ettiği, çocukların meyvelerine daldığı “bostan"larını koruma konusunda gösterecekleri kararlılık herhalde sahip oldukları asil

* Başlık, Can Yücel’den alınmıştır (Kendisi de Kuzguncukluydu), tek farkla, yeşil yerine sivil koyduk. Yoğun hareketlilik ve eylem dönemimiz sırasında kullanılan sloganlardan biri olan bu cümle daha sonra kampanyamız için yaptırdığımız tişörtün arkasını süslemiştir. Ve hâlâ bile Kuzguncuk'ta insanları bu tişörtü giyerken görebilirsiniz.

kanda değil, hatıralarındaki ve benliklerindeki tatlı izlerde saklı olsa gerekti.

Yaşamlarını savunmanın bu kadar elzem ve bu kadar açık olduğu bu çürük yıllarda, kapalı duran odalarındaki anahtar değil midir, paylaşılacak her bilgi, sorulacak her soru, onlara güven olacak, bilinç olacak her ses. Ve burada sormak hayati değil midir o provokatif soruları? Nedir aslında sivil toplum örgütü? Sivil toplum orada, yanı başımızda dururken, o seslere rağmen, o devasa eksikliğe rağmen, üstümüze veya birilerinin üstüne vazife midir, sivil olmak, toplum olmak, örgüt olmak. Veya hepsi olalım derken, hiçbiri olmamak. Bu kadar mı uzaktır artık diliyle, sözüyle, eylemiyle sivil toplum örgütü, sivil topluma? Kim kimden alır bu kutsal temsiliyet sultasını veya kim kime verir toplumu ekip biçme asasını? Yoksa, birileri daha doğarken mi yaftalanır, kutsanır sivil toplum örgütünün hak-hukuk ateşeleri olarak? Sivil toplum örgütü amaç olunca mı sığar çuvala, araç olunca mı deler çuvalı? Veya böyle sorulmaz mı bu sorular, böyle aşılmaz mı Kaf Dağları, aslında İkarus’un da yok mudur bir farkı Ebabil’den? Bunun adı ahali dalkavukluğu mudur, âlem yalakalığı mıdır? Peki nedir mi bu celallenme, asabiyet?... İnsan ancak sevdiğine, yanındakine, yanında olmasını dilediğine bu kadar rahat küsüp cellalenebiliyor herhalde. Bizimki de mahallenin afili evlerinin camlarına taş atıp kaçmak olsun. N asıl olsa anlaşılır, vakur bir şekilde karşılanır...

Sivil toplumla ilgili yazılacak herhangi bir yazıda hep duymaya alışık olduğumuz ifadelerin eksikliği belki de sona gelirken algıda seçiciliğimizi zorlamıştır. Şeffalık, katılımcılık, yurttaşlık bilinci, çevre bilinci, demokrasi... Hadi fazla algıyı zorlamayalım, aslında bunların hepsi metinde gizli, aman şaşı bakıp şaşırmayın, direkt manaların, serzenişlerin içine baksanız yeterli.

Belki de tekrarlamakta fayda var: Başka türlü bir şey. Yoksa bu kadar haklı olup da, bu kadar gerçekten “sivil” toplum olunmadan durulamaz, bu saatten sonra gayrisivil de olunamaz, toplum olma sürecimizde ters çevrilmeyeceğine göre yinelemekte fayda var: Benim istediğim. Ve fayda var, mahalleye, mahalleliye dönmekte, ses vermekte, ses almakta, ses olmakta.

Naomi Klein da ses veriyor, bir yerlerdeki yazısından:“Bazen radikallik polisle göğüs göğüse gelmek anlamına gelir, ama daha çok, komşunla konuşmak demektir.”

(İstanbul dergisinde yayımlanmıştır.)