Evrim Altuğ: Zirve öncesi ve sırasındaki gösterileriyle dikkat çeken, dayak yiyen ve sayıları 40 bini aşan 100’ü aşkın sivil toplum kuruluşundan menkul “NATO Karşıtları”nın, Irak’taki rehine krizi gibi uluslararası olaylarda “barışçıl etki” yaptıkları ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından bizzat kendilerine teşekkür edildiği günlerden geçiyoruz. Hal böyleyken, bir zamanlar “barışı korumak” üzere kurulan NATO anlayışıyla bugünkü arasında nasıl bir ayrımdan söz edilebilir ?
Ömer Madra : “Bu iki kıtanın birleştiği güzel ülkeyi, bu muhteşem geleneklere sahip olan ve geleceğe güvenle bakan bu milleti ziyaret etmekten büyük gurur duydum. Amerika, Türkiye’nin dostu ve müttefiki olmaktan gurur duymaktadır. Pek çok Amerikalının kökleri Türkiye’dedir...Ve Türkler bizim ulusal yaşamımıza pek çok şey katmıştır.”
George W. Bush, hepimizin duymak istediği, hepimizin kulaklarına tatlı bir müzik gibi gelen, mükemmel koreografisiyle hepimizin yüreklerini bir hoş eden ve ilk sekiz satırında dört kere “gurur” kelimesini geçirdiği konuşması ile NATO Zirvesi maceramızı noktalamış oldu.
İki günlük bu tuhaf macerayı, benzer tatlı söz ve davranışlarla noktalayan bir başkası da, W’nun Dışişleri Bakanı Powell’dı. O da, gazetecilerin teyplerini elcağızıyla masaya yerleştirip onlara yardımcı olarak gönüllerimizi kazandıktan sonra, konukseverliğimizden dolayı bizlere tekrar tekrar teşekkür etti.
EA: Bu içten teşekkürü hak ettiren şey neydi peki ?
Mükemmel bir halkla ilişkiler gösterisi! Gözlerimizin pınarlarında biriken birer damla gözyaşıyla izledik. Yalnız, bu hislenmemiz, hafızamızı büsbütün yitirdiğimiz anlamına da gelmiyordu tabii.
Geçen yıl 1 Mart günü yapılan o unutulmaz oylama sonunda TBMM, Türkiye halkının yüzde 95’inin görüşüne uyup, çok küçük bir oy farkıyla Irak’a -hem de Felluce ve Ramadi’ye- asker göndermeyi reddedince Bush yönetimi sözcüleri bambaşka şeyler söylemişlerdi. Tezkere’nin reddinin üstünden birkaç gün ya geçmiş ya geçmemişken, W’nun dış politika yürütücüsü o zarif ve yardımsever Powell, birden “dişlerini göstermiş” ve Amerika Birleşik Devletleri’nin “ulusal yaşamına pek çok şey katan Türkler”in bundan böyle tüm Amerikan yardımından yoksun kalacakları yolunda korkunç bir cezalandırma tehdidi savurmakta gecikmemişti. (15 Mart tarihli Los Angeles Times’ta Boudreaux ve Hendren’in makalesi.)
Konuksever ve yardımsever Türklere o tarihte öfke kusan yalnız Powell değildi. Eski Türkiye Büyükelçisi ve yönetimin önemli adamlarından Abramowitz, Türkiye’de artık ortalarda Özal gibi gerçek demokrat kalmadığını söylüyordu. Pentagon’u yönlendiren ve Ortadoğu’ya demokrasi getirme konusunda dünyada en büyük vizyon sahibi olduğu belirtilen “Şahin Şah” Paul Wolfowitz, Türkiye’nin önde gelen gazetecilerinden ikisini CNN’de karşısına alıyor ve yalnız Türk hükümetinin zayıflığını kınamakla kalmıyor, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin liderliği ele alması gerektiğini söylüyor, dahası Türkiye’nin özür dilemesini istiyordu: “Biz bir hatadır ettik... Şimdi, Amerikalılara nasıl yardımcı olabiliriz diye düşünmelidir” gibilerden sözler ediyordu. (New York Times, 8 Mayıs 2003) Hatta, Bush’un konuşma metnini Türkleri çok iyi tanıdığı için bizzat kaleme aldığı belirtilen eski Büyükelçi, yeni Dışişleri Bakan yardımcısı Mark Grossman’ın Tezkere’nin reddi üzerine bizleri nasıl azarladığını da hatırlamak için Türk gazetelerine dahi bakmak yeter. Yani, geçen yıl pek çok üst düzey Amerikalı, köklerinin burada olduğunu bilmiyor, Türklerin kendi hayatlarına pek bir şey katmış olduğunu düşünmüyordu anlaşılan.
EA: Başkan Bush’un Boğaziçi Köprüsü ve Ortaköy Camii’ni arkasına alarak yaptığı konuşmaya hangi yönden bakacağız ? Platform üzerinde yapılan, NBA’den girilip Orhan Pamuk’tan çıkılan bu konuşmanın “aklı bir karış havada” mı, yoksa tutarlı yanları var mı ?
ÖM: George W. Bush’un NATO Zirvesi’ni taçlandıran konuşması, basketbol oyuncusu Mehmet Okur’a, yazar Orhan Pamuk’a yapılan atıflarıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin “kültürler arası köprüler gibi” olduğunu belirten banal klişeleri ile ilk bakışta gurur verici gibi görünse de, müthiş bir sorunla malul: Tek kelimesi bile inandırıcı değil çünkü. Konuşmanın son satırında Tanrı’nın korumasına havale edilen Türkiye’nin “güzel halkı”nın sanıyorum tek bir ferdi bile, bu camili, köprülü, üniversiteli “fasad”ın arkasında yatan gerçeği gözden kaçırmıyor: Büyük yalanlarla Irak’a saldıran, orada on binlerce kişinin ölümüne, milyonlarca insanın perişan olmasına yol açan ABD’nin ve onun Başkanı’nın, bu saldırılarıyla yeryüzünüzün en korkulan ve belki de en çok nefret edilen varlığı haline geldiği gerçeğini.
EA: NATO Zirvesi’nin Türkiye’ye maliyeti, 22 trilyon 500 milyar lira olarak açıklandı. Bu rakamın, dünyada diğer kentlerde yapılan eş zirvelere kıyasla “ucuza” çıktığı bile söyleniyor. Zirve’den inerken alınan küresel kararların bağlayıcılığı ve önceliği ile bu maliyetin değer ve fayda açısından karşılaştırması yapılabilir mi ?
ÖM: Elle tutulur bir sonuç çıktığını söylemeyeceğimiz bu NATO Zirvesi, Irak’ta sözüm ona bir egemenlik devri ile taçlandırılmaya çalışıldı. Ama New York Times’ın köşe yazarı ünlü ekonomist Paul Krugman’ın “Irak’ı Kim Kaybetti?” başlıklı yazısında söylediği gibi, “Irak’ın formel (biçimsel) işgali sinsi bir seremoniyle, utanç verici bir şekilde sona erdirildi: direnişçilerin saldırılarını boşa çıkartmak için iki gün önceye alınan bir tören ve baş yöneticinin hava yoluyla hızla çıkıp gitmesiyle.” NATO Zirvesi’ni evlerine tıkılıp, ya da biraz uzaklara kaçıp biraz da şaşkın gözlerle televizyon ekranlarında izleyen “Türkiye’nin güzel halkı”, yapılan konuşmaların da, egemenlik devir teslimi adıyla yürütülen tuhaf törenlerin de, Büyük Ortadoğu’ya demokrasi ve özgürlük rüzgârları taşıma söylemlerinin de, Boğaziçi kıyısına kurulan o 1.5 metrelik platform gibi “bir “fasad”dan ibaret olduğunu gayet iyi biliyor bence. Sayısız gazeteci tarafından izlenen, bol bol yenilip içilen, eğlenilip coşulan bu büyük showda bir tek gazeteci bir kez olsun “petrol” ya da “enerji kaynakları” kelimelerini anmadı soru sorarken.
NATO çerçevesinde dünyanın güvenlik ve özgürlüğünü alabildiğine genişletme peşindeki sayısız “devlet adamı” da bu tabu konulara zinhar girmedi elbette.
EA: Gündem, Irak ve Afganistan. “Doğu cephesinde yeni bir şey yok” mu?
ÖM: Irak’ın, savaş sonrası halinin savaş öncesi halinden besbeter olduğunu apaçık ortaya koyan ABD Sayıştay (GAO) raporlarının, dünyada terörün Irak işgalinden sonra görülmemiş ölçüde yükseldiğini rakamlarla net olarak ispatlayan uluslararası saygın kuruluşların raporlarının sayfaları, Boğaziçi’nin asude kıyılarına kadar ulaşamadı maalesef.
EA: Başkan Bush İstanbul’da patlayan bombaları da hatırlattı ama...
ÖM: Evet, güzel konuşmasında Bush’un söylediği gibi “Türk halkı, teröristleri tanıyor” olabilir. Ama, tanıdığı başka şeyler de var: Mesela, “Yeni Irak”ın Başbakanı Allawi’nin, eski bir Saddam’cı olmasının yanı sıra, başta CIA ve MI6 olmak üzere bir düzine istihbarat teşkilatı ile yıllarca işbirliği yapmış olduğunu, hatta CIA izni ile Irak’ta bombalı terör eylemleri gerçekleştirmiş bir örgütün başında olduğunu da biliyoruz artık. Allawi’nin, Irak’ta uluslararası şirketlerce yapılan son kamuoyu yoklamalarında halkın % 5 desteğine sahip bir “demokrat lider” olduğunu da biliyoruz. Türkiye halkının, ABD dış politikasının ve bölgedeki gerçek amaçlarını da iyi tanıdığı söylenebilir. Bu tuhaf coğrafyada yüzyıllardır yaşayıp gördüklerinden dolayı belki de içgüdüsel olarak öğrendiği bir “tanıma” duygusu olabilir bu. Normal olarak, tıpkı Bush’un nutkunda söylediği gibi Asya ile Avrupa kıtalarını, Doğu ile Batı’yı fizik olarak dahi birbirine bağlayan bu şehr-i İstanbul’da ABD’nin kendine çok yakın dostlar bulması gerekmez miydi? Ama öyle değil işte: Brookings Institution adlı düşünce kuruluşunun ve Ortadoğu Siyasaları Saban Merkezi (Saban Center for Middle East Policy )araştırmacılarından Shibley Telhami’nin “Kimin Irak’ı?” başlıklı yazısında söylediği gibi, “Bu şehir, Amerika’nın Müslüman dünyasında gönülleri kazanmakta ne büyük güçlükler çekmekte olduğunu ayna gibi yansıtıyor. Burada Batı yanlısı duygular hâlâ gayet güçlü görünüyor, ama, aynı zamanda gittikçe gürbüzleşen Amerikan (ve muhtemelen Bush) karşıtı duygular da yükseliyor... ABD’nin duvarlarla ve büyük güvenlik önlemleriyle çevrili yeni konsolosluğunun kale benzeri binasının kulelerinden birine çıkıp, aşağılardaki orta sınıf Türk mahallesine bir göz gezdirince, aşağıdaki Türkler’in yukarıda bir Haçlı kalesi gördükleri gibi tüyler ürpertici bir hisse kapılıyor insan... (San Jose Mercury News, 27 Haziran 2004)
EA: Bu şaşalı zirveyi erişilmez kılan neydi ?
ÖM: NATO Zirvesi, ABD konsolosluğundan çok daha yüksek bir mevkide yapıldı. Adı üstünde “zirve” idi işte. Ama o yükseklikten ve o mesafeden bakınca Bush’un, Powell’ın, Condi’nin ve ötekilerin aşağılarda bir yerde kendi “ulusal yaşamlarına çok şey katan” dost ve müttefikleri nasıl seçebildiklerine şaşıyorum doğrusu.
Asıl şaştığım şu: Onca uzaklığa, onca yüksekliğe, onca uğultuya ve asıl önemlisi, medyanın saçtığı onca sise rağmen, “aşağıdakiler”in meselenin iç yüzünü nasıl bu kadar net görebildiği! Hiç mi hiç şahin olmamasına rağmen, “Türkiye’nin güzel halkı”nın son derece keskin gözleri olduğuna kuşku yok.