Çözümsüzlüğün faturası ağır

-
Aa
+
a
a
a

4/1/2003 Mehmet Uğur

Çözümsüzlükten rant elde eden ve hem Kuzey Kıbrıs'ta hem de Türkiye'de varlığı bilinen kesimlerin Annan planından memnun olmaları beklenemezdi. Bu kesimlerin bugüne dek Türkiye'nin Kıbrıs politikasını belirledikleri de bilinen bir olgu. Daha az bilinen olgu, sorunun ekonomik boyutu.

1974'ten sonra, Kuzey Kıbrıs'ın makroekonomik performansı belirgin gerileme içine girdi.

1960'ta şimdiki KKTC'ye tekabül eden bölgede kişi başına gelir, Kıbrıs ortlamasının yüzde 86'sı idi.

Bu oran 1977'de yüzde 65'e, 1993'te ise yüzde 33'e düşmüştür. Bunun Kuzey Kıbrıs'ın uluslararası düzeyde tanınmamasından kaynaklandığını ileri sürenler var. Ama bu savın inandırıcı olmadığı açık.

İlki, Kuzey Kıbrıs uluslararası düzeyde tanınmamış tek 'ülke' değildir: Tayvan, tanınmamanın ekonomik büyümeye engel olamayacağını göstermiştir. İkincisi, bu rakamlar Avrupa Adalet Divanı'nın Kuzey Kıbrıs menşeli mallara karşı engel oluşturan kararından önceki döneme aittir. Üçüncüsü, bu rakamlar AB'ye yapılan ihracatın azalmasıyla da ilişkili değil. Kuzey Kıbrıs, ihracatının 1975'te yüzde 64'ü, 1993'te ise yüzde 67'si AB pazarına yönelmişti.

1974'ten sonra kötüye giden diğer bir gösterge, Kuzey Kıbrıs yönetiminin kamu çalışanlarına ödediği ücretlerin ve yaptığı transferlerin miktarı. Bu miktar hep Kuzey Kıbrıs yönetiminin topladığı tüm vergi gelirlerinden daha yüksek oldu. 1977'de gelirlerin yüzde 133'üydü, 1980'lerde yüzde 150'lere vardı, 1995'te ise ancak yüzde 133'e düşebildi.

Ekonomideki tahribat

Bu gelişmelerin Kuzey Kıbrıs ekonomisi açısından belli başlı zararlarını şöyle özetlemek mümkün:

İlki, kuzey göreli olarak yoksullaştı. Bu başlı başına ciddi bir sorun ama görünmeyen, çok daha önemli bir boyutu var: dış rekabete açık olmak zorunda olan küçük bir ülkede, kuzey daha hızlı büyümenin sağlayacacağı

'iş üzerinde öğrenme' gibi önemli bir olanaktan yoksun kaldı. Girişim kültürü, piyasa tanıma ve edinme becerisi ve işgücünün hünerlerini geliştirme/çeşitlendirme imkânı derin yaralar aldı.

İkincisi, siyasi destek için şişirilen kamu sektörü istihdamı, 'ulufe' sistemine benzer bir bağımlılık kültürü yarattı. Kuzey Kıbrıs'ta bu sisteme 'şükran ekonomisi' diyenler var. Bu durum hem geçmişteki hem de gelecekteki girişim, yenilikçilik ve rekabet imkânlarını sınırladı ve sınırlamaya devam etmekte.

Üçüncüsü, uzun vadede sürdürülebilir kalkınma için gerekli toplumsal kurumların ortaya çıkması engellendi. Tam tersine genellikle spekülatif, şeffaf olmayan ve rekabet yerine rant paylaşımına dayalı faaliyetleri besleyen bir kurumlaşma teşvik edildi.

Son olarak, küreselleşmenin beraberinde getirdiği uluslararası hareketlilik çağında, kuzey mafyavari ekonomik aktörler için çekim merkezi haline geldi. Ekonomik katkısı şüpheli, ancak toplumsal dokuyu kemirici etkisi kesin olan, karapara aklama, kumarhane açma, ucuza emlak kapatma gibi faaliyetler hem teşvik edildi hem korundu. Mehmet Altan'ın benzetmesiyle, Kuzey Kıbrıs 'korsan ada' gibi yönetildi.

Gelişme iktisadı teorisinde son yılların en önemli gelişmesi, bir ülkenin kalkınması ile kurumları arasında önemli bir ilişki olduğunun ortaya konulması. Burada bir tavuk-yumurta ikileminin olduğu doğru. Yani, sağlam kurumlar mı gelişmeyi teşvik ediyor, yoksa gelişmenin kendisi mi sağlam kurumların ortaya çıkmasını sağlıyor? Daron Acemoğlu ve arkadaşlarının kapsamlı bir çalışması bu ikilemin çozümüne önemli bir katkı yaptı.

Bu çalışma, Afrika bağlamında, kurumların önce geldiğine dair önemli bulgular ortaya koydu.

Durum buysa ve kuzeyde yaşanan kurumsal tahribat da ortada olduğuna göre, Türkiye'nin kuzeye yapacağı en önemli katkının ne olması gerektiği açık: iki toplum arasındaki güvensizliği istismar edip 'tekelci' bir güç oluşturan bir kuzey yönetimi yerine, meşruiyetini ekonomik refaha katkısından alan, demokratik ve yenilikçi bir rejimden yana olmak. Annan planıyla ve Kıbrıs'ın AB üyeliğiyle ilgili pazarlıklar bu tür bir rejim değişikliği için önemli bir fırsat. Bu pazarlıklarda, Türkiye hükümeti Kıbrıs sorununun çözümünü zorlaştıran ve kuzey halkına karşı tekel gücü suni bir şekilde korunan bir politik düzenleme değil, AB'yle entegrasyondan ve küreselleşmeden azami yararı elde etmesini sağlayacak önlemler üzerinde ısrar etmeli.

Bazı örnekler

Kurumsal farklılığın AB içindeki bölgesel gelişmeyi nasıl etkilediği konusunda ilginç veriler var. Örneğin, 1980 ve 1990'larda kişi başına benzer miktarda yapısal fon yardımı alan Güney İtalya ve Yunanistan bölgeleri, hem İspanya, Portekiz ve İrlanda bölgelerine göre hem de AB ortalamasına göre daha yavaş büyüdü. Dolayısıyla, kişi başına gelir açısından bu bölgelerle AB ortalaması arasındaki mesafe arttı. Yapılan araştırmalar, bu sonucun Güney İtalya ve Yunanistan'daki kurumların entegrasyon ortamında rekabet edemeyecek, suiistimali teşvik eden ve halkta güven yaratmayan özellikleriyle ilişkili olduğunu göstermekte.

Güney Kıbrıs yönetiminin ekonomik politikalarının eleştirilecek yanları var. Ancak, 1974'ten sonraki süreç içinde, rant dağıtımına dayalı bir sistemden toplumsal konsensüse dayalı ve girişimciliği teşvik eden bir sisteme geçmeyi başardığı açık. Güney Kıbrıs yönetimi karapara aklama

merkezi olmanın, deniz taşımacılığında ucuz bayrak sağlamanın ve rekabet edebileceği alanlarda (turizm, tarım, hafif sanayi, vs.) piyasanın alt gelir dilimine hitap etmenin uzun vadede çıkar yol olmadığını gördü. AB üyeliğini bir fırsat olarak değerlendirdi ve gerekli reformları gündeme getirdi.

Bu durumda, kuzeyde tecride dayalı düzenlemeler Rumların kuzeye nüfuzunu

azaltabilir, ama bunun maliyeti başka türlü ortaya çıkar. Bu maliyet, göreli olarak daha yoksul bir kuzey ve daha az etkin kuzey kurumları olarak kendisini gösterir. Tıpkı katı korumacılığa dayanan endüstrileşme stratejilerinin kalitesiz, rekabet gücü düşük ve astarı yüzünden pahalı mallar üretmesi gibi.

Kuzey Kıbrıslılar uyandı

Bu nedenle, Türkiye Kıbrıslı Türklerin kendilerine güven duymalarını sağlayacak bir politik yapı savunurken, bunun geçmişi yeniden üretecek bir yapı olmaması için özel dikkat göstermeli. Annan planında öngörülen gevşek federasyon ve bütünleşmiş bir Kıbrıs'ın AB üyeliği bu doğrultuda adım atmak için iyi bir başlangıç. Bunu görmek için âlim olmaya gerek yok: Kuzey Kıbrıs halkı bunun farkında olduğunu sokaklarda gösteri yaparak belli etmekte. Bunu anlamamak için, kişinin Kıbrıs halkını ekonomik olarak gerileten eski rejimin devamında özel çıkarı olması gerekir.

Bu başlangıcın kuzey ile güney arasındaki gelişme farkını azaltacak sonuçlar üretmesi için, AB ve BM düzeyinde yapılacak pazarlıklarda dikkat edilmesi gereken husus, kuzeyde yapılacak modernizasyon reformlarına hem güneyin hem de AB'nin ciddi bir destek vermesini sağlamak. AB, 2002 başlarına kadar bu konuda sessiz kaldı. Ocak 2002'de, Kıbrıs sorununun çözülmesi halinde, 206 milyon euro'luk bir yardım yapılacağı açıklandı. Ancak, bunun aradaki gelir farkını nasıl kapatacağı ve güneyin katkılarının ne olacağı konusunda tam bir sessizlik hüküm sürmekte.

Basit bir hesaplama, kuzeyin güneye göre yüzde 2 oranında daha hızlı büyümesi halinde bile, aradaki gelir farkının kapanması için 55 yıl geçmesi gerektiğini gösterir. Bu durumda, kuzeyin güneyden çok daha hızlı bir büyüme hızı yakalaması gerektiği açık. Bunu sağlamanın yolu, kuzeyde 'Rum korkusu' temelinde tekel bir güç olmayı sürdürecek bir yönetim kurmak değil. Böylesi bir çözüm, Kuzey Kıbrıs halkını ikinci sınıf vatandaş statüsüne mahkûm etmektir.

Bunu önlemenin iki koşulu var. İlki, reformu ve modernizasyonu benimseyen, 'Rum korkusunu' yeniden üreten ekonomik geri kalmışlığı ortadan kaldıracak ve rekabetin olumsuz sonuçlarını azaltacak kurumları güçlendirmeyi hedefleyen bir yönetim. İkincisi, Kıbrıs sorununun çozümünü geciktirici olmayan, ama hem AB'nin hem de güneyin kuzeydeki yenilenme hareketine desteğini sağlayacak baskı.

(Mehmet UĞur: Greenwich Üniversitesi Jean Monnet Kürsüsü Başkanı, Radikal'e özel)

http://www.radikal.com.tr/yazici.php?haberno=61743&tarih=04/01/2003&yollayan_sayfa=http%3A%2F%2Fwww.radikal.com.tr%2Fveriler%2F2003%2F01%2F04%2Fhaber_61743.php