Bombalar ve Bisküviler

-
Aa
+
a
a
a

31 Mart 2003The Guardian 

Bombardımanlar, pusular ve saldırılardan sonra sıra insani yardımla ilgili haberlere gelince haber spikerlerinin sesleri yumuşuyor. Kan revan içindeki kol bacak, bombalanmış bina görüntülerinin ardından İngiliz birliklerinin şişe şişe su dağıttığı itişip kakışan kalabalık görüntüleri geliyor. Bize tekrar tekrar şu söyleniyor: Bu, hem akılları hem yürekleri kazanma savaşıdır. Dilenenlerin inançlarını manipüle etmek için yapılan acımasız bir girişim: Böylesine öfke dolu bir ümitsizliğe ait görüntüler kimin kalbini, kimin yüreğini kazanacakmış? Elbette Iraklılarınkini değil.

Önce Irak halkını sudan mahrum edip çocuklarını katleden, nihayetinde sağ kalan son kişiye sadece birkaç saat yetecek bir tanecik su şişesini insani yardım olarak atan istilacılar mı kalpleri fethedecek?

İnsani yardım uzmanlarına göre, yardıma muhtaç toplam 16 milyon Iraklının gereksindiği desteğin miktarı, nihayet geçen hafta oraya yardım ulaştıran İngiliz Sir Galahad gemisinin götürdüğü acınası kargodaki miktardan 32 kat fazlaymış. Gereken yardımın muazzam miktarı, bölgeye açılan tek liman olan Umm Kasr’ın kapasitesinin kat kat üstünde, üstelik tüm askeri tedariğin de oradan aktığı düşünülürse, insani yardıma ne kadar yer ayrılabileceği şüpheli. Kofi Annan’ın da hatırlattığı gibi, şu anda tüm bir nüfusun ihtiyacı, Amerikan ve İngilizlerin yasal sorumluluğu altında, onların bu ihtiyacı karşılama hedefleriyse hayal mahsulü. Hayır. Amerikan ve İngilizlerin bu grotesk gösteriyle akıllarını ve yüreklerini fethetmeyi hedefledikleri, kendi vatandaşlarından ve bu savaşı seyreden küresel seyircilerden başkası değil. Burada amaç, yardım verenleri bir kez daha garanti altına almak ve protestoları yatıştırmak. Şu ana kadar, kendi memleketlerinde bir miktar başarı da elde etmişler gibi görünüyor. Cesur İngiliz askercikleri, kendilerine uzanan ellere doğru su şişeleri fırlattıkça, İngiliz kamuoyunda taraftar topluyorlar. 

Bu yardım meselesi ve bunun televizyon ekranlarımızda sunulma şekli, bu savaşın aslında ne için olduğunu bize bir kez daha hatırlatıyor. Ne petrol ne de kitle imha silahları asıl mesele; burada söz konusu olan ABD’nin gücünün dünya üzerindeki tüm akıllara ve yüreklere (en az Avrupa’dakiler kadar Ortadoğu’dakilere de) gösterilmesi. Bu, özellikle 11 Eylül olayından sonra gereken korku ve saygının dayatılması için şart. Irak’ın, bu iş için uygun bir sahne sunduğu gibi bir varsayım var; ne fazla tehlikeli ne de güçlü, eh bir miktar petrolü de var. Medya da, Amerikan yönetiminin tüm dünyaya öğretilmesi gerektiğine inandığı iki hayati dersi iletme görevini üstlenebilirdi: Amerikan silahlarının ürkünç derecelere varan teknolojik gücü ile Pax Americana’nın merhametli doğası. 

Savaş başlayalı on iki gün oldu, ancak bu iki ders de verilemedi. Birincisi, “şok ve dehşet” başarısız oldu. Dünyanın en sofistike savaş makinesi, kum fırtınaları ve yağmurun altında batağa saplandı kaldı. Bu makineyi şimdi, çok kanlı bir şehir gerilla savaşı bekliyor; en akıllı Amerikan silahlarının çoğu bu durumda işe yaramayacak. Amerikalılar, her şey bir yana zaten yenilmez değil; Iraklı muhaliflere muhtaç olduklarından manevra kabiliyetleri son derece kısıtlı. Bu da onların, ikinci dersi vermeleri, ne kadar merhametli olduklarını gösterebilmeleri önünde ciddi bir engel teşkil ediyor.

Bu güya Irak’ı özgürleştirme savaşı olacaktı; fakat Iraklılar şimdi “özgür olmaya zorlanacaklar,” ki bu da binlerce kişinin hayatın mal olacak büyük bir yanılgı. Geçen hafta yapılan Camp David basın açıklaması, hayatımda gördüğüm en müstehcen siyasi tiyatro oyunuydu: Şu ana kadar hangi İngiliz başbakan, bu kadar geniş bir kamu önünde aklı selimini ayaklar altına almıştır? Saddam’ın, İngiliz askerlerini güya infaz ettiğini söylerken kullandığı titrek ses tonundan dolayı değil. Elbette bu da yeterince kötü, ama daha kötüsü Bay Blair’in Iraklılara “sizi özgürleştireceğiz,” derkenki yüzsüzlüğüydü: “Özgür olacağınız gün yakındır,” derken insanın omurgasından buz gibi bir ürperti geçiyordu. Çok yoğun bir korku şeklinde verdiği tepki, sözlerindeki çarpıcı çelişkiyle ve yanan şehirlerle, çölde şişmiş cesetlerin görüntüleriyle perçinleniyordu. Özgürlük kavramını, şiddeti meşrulaştırmak üzere her türlü normal kullanımının tam aksi bir anlamda kullanma cambazlığı, 20. yüzyıla ait bir hastalık. Şimdi, “kara aktır” diyen siyasi liderlerin zehri yeni milenyumu da kirletmeye başladı. Başkan Bush, bu Irak macerasının niyetinin “dünyayı daha barış dolu bir yer” yapmak olduğuna söz vermişti; öfkeyle yanıp kavrulan İslam dünyası için ne kadar gülünç bir iddia. 

Evet, Amerika barışı büsbütün yok etmek yolunda emin adımlarla yürüyor. Bu özgürleştirme savaşının iç çelişkileri bir bir ortaya çıkıyor: Korkuyla saygıyı aynı anda veremezsin; aynı anda hem bomba hem bisküvi atamazsın. İşte, geleceğin insanın içine korku saldığı nokta tam da burası, zira bu noktadan geri dönüş yok. Amerika ile İngiltere, Basra ve Bağdat sokaklarında sevgi ve şevkatle karşılanmayacaklarsa, o zaman tek çareleri insanları korkutmak olacak. İşte burada savaşın mantığı yönetimi ele alır ve seçenekler daralır. Bu savaş kazanılmalıdır ve Amerika nihayetinde bunu becermek için ne gerekiyorsa yapacaktır, bunu yaparken de müttefiği olan İngilizleri kendisiyle beraber kanlı bir kepazeliğin içinde boğacaktır. 1939’da İngilizler, Dresden’deki gibi bir gaddarlığı bir gün kendilerinin yapabileceğini hayal edebilirler miydi? Savaş tüm müdahillerini ahlaken çürütür. 

Daha şimdiden, Dragoon İskoç Kraliyet Birliği’nden Binbaşı Charlie Lambert’in aydınlatıcı yorumundan, İngiliz ordusu üzerindeki baskı anlaşılabilir: “Halk işi kurallarına göre yapmıyorsa, kurallara uyan çok daha büyük bir güç için işleri son derece güçleştirmek kolaydır.” Acaba bir noktada, sivil kayıpları en aza indirgemek konusunda Amerikan ve İngiliz askerlerinin yaptıkları hoşluklar, maliyeti yüksek bir lüks olarak görülüp bir kenara mı bırakılacak? Pusulardan, intihar saldırılarından gerilen dehşet içindeki askerlerin sinirleri, bu sıradan insanları hangi noktadan sonra canavara dönüştürecek? Bu gün güleryüzlü bir köylünün, ertesi gün korkunç bir teröriste dönüşmeyeceğini kim söyleyebilir? 

Koalisyon güçleri bir gün kuralları bir kenara bırakacaklar; Saddam ise zaten hiç bir zaman uymamıştı. Köşeye sıkıştırılan her insan gibi o da içinde bulunduğu ümitsizlik içinde her çareye başvuracaktır; şu anda elindeki tek koz da Iraklıların hayatları. Eskiden olduğu gibi şimdi de bu kozunu, en ucuz yöntemlerle yedi gün yirmi dört saat ekranlarda kullanıyor; bu insanların kanları onun en güçlü piyonları ve bu insanları bir şehir savaşında gözünü kırpmadan feda edebilir, canlı kalkan olarak, bombacı olarak, hatta canlı hedef olarak. Ülkesini ve rejimini savunmak için yapabileceği gaddarlıkların bir kısmından bizim de sorumlu olduğumuzu idrak etmek için çok derin bir ahlaki muhasebeye girmeye, büyük bir zekaya sahip olmaya gerek yok. Egemen bir ulusu işgal edenler biziz ve her zaman için meşru müdafaa ilkeleri geçerli olmuştur böyle durumlarda. 

20. yüzyılda savaşlarda en büyük kayıplar sivillerden olmuştur ama her zaman da tali bir zarar olarak görülmüşlerdir; 21. yüzyılın bu birinci büyük savaşında şöyle bir kabus senaryosuyla karşı karşıyayız: Savaşanlarla siviller arasındaki ayrımın son kırıntıları da ortadan kalkmakta. Her bir çocuk, farkında olmadan bu savaşın bir müdahili; hastane kovuşlarından sitem dolu bakışlar atan çocukların solgun gözleri, Saddam’ın en ölümcül silahları olacaktır.  

Biz ise ne yapıyoruz? Koltuklarımıza kurulmuş, acı veren muğlak ahlaki sorularla karşı karşıya kalmışız: Ya boş vermeye çalışıyoruz (görüntüler o kadar moralimizi bozuyor ki zap’layıp geçiyoruz) ya da umutsuzca protestolara katılıyoruz. Sokaklara çıktık, yürüdük, ama hiçbir etkisi olmadı, işte hâlâ ahlaki anlamda bu işin içindeyiz. Çocuklarımız, Irak halkından özür dileyecekler mi? Bize “bunun olmasına nasıl izin verdiniz,” diye sormayacaklar mı? Peki kendimizi savunmak için söyleyeceklerimiz -bakacak bir ailemiz, yapacak işlerimiz vardı- onların sorgulamaları karşısında ayakta durabilecek mi? 

Hayatımda hiç bir köşe yazımda, tüm korkularımın tamamen temelsiz olduğunun ortaya çıkmasını bu kadar gönülden istemedim. Keşke, bu yazıdaki her bir kelime yanlış çıksa.

Çeviren: Çiçek Öztek