Kopenhag,
14 Aralık 2009
Kendimize dönme ve yüzleşme vaktidir. Burada insanlık plastik koridorlar ve kalabalık salonlarda anlaşılması güç metinler ve bezdiren prosedürler arasında ne olduğuna ve ne olacağına karar verecek.
Evini çorak bir araziye çevirene kadar yaşamına olduğu gibi devam etmekle durup kendini yeniden tanımlamak arasında bir seçim yapacak. Bu iklim değişikliğinden çok daha öte bir konu. Bu kendimizle ilgili.
Kopenhag’daki toplantı bizi asli felaketimizle karşı karşıya getiriyor. Bizler kendinden büyük avları alaşağı etmek, yeni toprakları işgal etmek doğal kısıtlara meydan okuyuşunu kükremek için saldırganlık ve marifetle donatılmış evrensel maymunlarız . Şimdi kendimizi, kendi doğamızın sonucu olarak, bu kalabalık gezegende diğerlerini kışkırtmaktan veya zarar vermekten korkarak, alçak gönüllü bir şekilde yaşayıp gitmek üzere kıstırılmış bulduk. Aslanların kalbini taşıyoruz ama memurların hayatını yaşıyoruz.
Bu zirvenin anafikri şu; kahramanlık dönemi sona erdi. Uzlaşma çağına girdik. Artık kıstlar olmadan daha fazla yaşayamayabiliriz. Artık kime denk geleceğini umursamadan yumruğumuzu sağa sola sallayamayabiliriz. Şimdi, her yaptığımız şeyde diğerlerinin hayatlarını da düşünerek hareket etmek zorundayız; ihtiyatla, sınırlarımızı farkında olarak, kılı kırk yararak. Artık sanki yarın hiç olmayacakmış gibi, şu anda yaşamayız.
Bu toplantı kimyasal maddeler, atmosferi izole eden sera gazları hakkında... Ama aynı zamanda iki farklı dünya görüşünün de mücadelesi. Sadece kendi çıkarını gözeten limitlerle bu anlaşmayı rayından çıkarmaya niyetli kızgın adamlar bunu bizden daha iyi anlamış durumda. Daha çok Kuzey Amerika ve Avustralya’da, ama şimdilerde her yerde görülen yeni eğilim, diğerlerinin hayatını sanki bu bir insan hakkıymış gibi ezip geçmeyi talep ediyor. Vergiler, silah yasaları, yasal düzenlenmeler, sağlık, güvenlik özellikle de çevreci kısıtlamalarla engellenemez. Fosil yakıtların bu evrensel maymuna taş devrinde hayal ettiğinin ötesinde ödüller bahşettiğinin farkında; sadece bir süreliğine de olsa, muhteşem ve sınırlı zaman diliminde şuursuz bir saadet yaşamamıza izin verdiler.
Kızgın adamlar bu altın çağın sona erdiğinin farkında; ama nefret ettikleri kısıtlamaları tasvir edecek sözcükleri bulmakta zorlanıyor. Ellerinde sıkı sıkıya tuttukları Atlas Shrugged (Atlas Silkindi) nüshasını hırsla sallayarak bir taraftan onları komünizmden, faşizmden, yobazlıktan ve insana duydukları nefretten alıkoymak isteyenleri suçlarlarken bir yandan da içten içe bilirler ki, bu sınırlamalar kontrolden çıkmış adam için çok daha tiksindirici bir kaynaktan türer: diğer insanlara borçlu olduğumuz insanca terbiye.
Bu kabadayı korosundan korkmakla birlikte, onları anlayabiliyorum da. Ben çoğunluka huzurlu bir hayat sürüyorum, ama rüyalarım dev bir yaban öküzü tarafından kabusa dönüşüyor. Bizim gibi damarlarında hâlâ kan akmaya devam edenler bastırılmaya ve fantazi dünyasına itilmeye zorlandık. Gündüz düşlerimizde ve bilgisayar oyunlarında ekololojik limitlerin ve diğer insanların çıkarlarının hayatta kalmamızı engellediği yaşamlar yaşamlar bulduk.
İnsanlık artık muhafazakârlar ve liberaller veya gericiler ve ilericiler olarak ayrılmıyor. Bugün mücadelenin hatlarıi yayılmacılar ve sınırlayacılar arasında çiziliyor; engelleyici hiç bir şeyin olmaması gerektiğine inananlar ve sınırlar içinde yaşamak zorunda olduğumuza inananlar. Bugün çevrecilerle iklim değişikliğini kabul etmeyenler, yol güvenliği savunucuları ile hız kaçkınları, gerçek halk kitleleriyle, kurumların sponsorluğunda oluşan gruplar arasındaki mücadele daha daha başlangıcı. Bu mücadele, etik sınırlarına saldırdıkça daha da çirkin bir hal alacak.
İşte buradayız , Beowulf’un kahramalarının topraklarında; kısaltmalar, örtülü ifadeler, parantezler, istisnalar ve herkesin taleplerini karşılaması gerektiren ölü diplomasinin sisi pusu içinde kaybolmuş bir halde. Buradakahramanlığa yer yok; başkalarının ihtiyaçları karşısında her türlü tutku ve güç boyun eğiyor. Her bir sinir hücresi karşı çıksa da, tıpkı olması gerektiği gibi..
Her ne kadar delegeler kendi sorumluluklarının boyutu konusunda uyanıyor olsalar da ben hâlâ bizi toptan satacaklarına inanıyorum. Herkes son bir macera istiyor. Resmi taraflar arasında, bizim anlatmaya çalıştığımız hayatın, yarını düşünerek yaşamanın kaçınılmaz etkilerini kabul edecek kimse yok. Kendilerine her zaman başka bir cephe, kısıtlamalardan kurtulmak için başka bir yol, tatminsizliklerini başka yerlere ve insanlara yıkmanın yolları olduğunu söyleyenler hep olacak. Burada tartışılan her şeyin üzerinde duran, adı söylenmeye cesaret edilemeyen, her zaman var olmuş ama hiç bahsedilmeyen bir konu. Uyuşmazlıklarımızın çözümsüz kalmasını sağlayan sihirli bir formül, ekonomik büyüme .
Ekonomiler büyürken sosyal adalete gerek yok, hayatlar adaletli bir paylaşım olmaksızın da gelişebilir. Ekonomiler büyürken insanlar yönetici kesimle zıtlaşmaya ihtiyaç duymazlar. Ekonomiler büyürken sorunlarımızın çözümlerini satın almaya devam ederiz. Ama tıpkı bankerler gibi biz de bugün bir süreliğine başımızdan savdığımız problemlerimizi yarın bir gün katlanarak karşımızda buluruz. Ekonomik büyüme sürecinde çok yüksek faiz oranlarıyla zamanı ödünç alıyoruz. Şurası kesin ki, Kopenhag’da mutabık kalınan her kesinti eninde sonunda aşılacak. İklim dengesizliğini önlemeyi becerebilsek bile, büyüme küresel olarak baş etmek zorunda kalacağımız yeni bir kısıtlamayla karşı karşıya kalmanın an meselesi olduğu anlamına geliyor: petrol, su, fosfat, toprak...
Altında yatan nedenleri ele almadığımız sürece bir krizden daha kalıcı bir başka varoluş krizine yalpalayarak geçeceğiz: Sınırlı bir gezegenin üzerinde sınırız büyüme gerçekleşemez.
Plastik şehirdeki müzakereciler, gayet samimi bir şekilde kendilerine hakim olsalar da hâlâ ciddi değiller, iklim değişikliği konusunda bile. Burada konuşulamayan diğer önemli bir mesele de da arz konusu. Kopenhag’da mücadele veren devletlerin çoğu iki ayrı fosil yakıt politikası izliyor . Biri bizi tüketimi azaltmaya teşvik ederek talebi minimize etmek. Diğeri ise firmaları topraktan çıkarabildikleri kadar fosil yakıt çıkarmaya teşvik ederek arzı arttırmak.
Nature dergisinin Nisan sayısında yayımlanan raporlardan öğrendiğimize göre, küresel sıcaklığın ortalama iki dereceden fazla yükselmemesi halinde şu anda mevcut kömür, petrol ve gaz rezervlerinin en fazla %60’ını kullanmamız mümkün.
Çoğu yoksul ülkenin ısrar ettiği gibi, sıcaklığın 1,5 C dereceden fazla yükselmesini önlemenin mücadelesini verirsek, çok daha azını yakabiliriz. Biliyoruz ki “yakalama ve dpolama” ile bu yakıtların içindeki karbonun çok küçük bir kısmını bertaraf edebiliriz. Bu durumda iki açık sonuç söz konusu: Hükümetlerin mevcut fosil yakıt rezervlerinin olduğu yerde, toprakta kalacağına karar vermeleri ve yeni rezerv araştırmaların durdurulmasına yönelik küresel bir moratoryum açıklamaları gerekiyor. Bu öneriler şimdiye kadar tartışma konusu bile edilmedi.
Ama, her nasılsa sınır bilmeyen yayılmacılar ve sınır koymak isteyenler arasındaki bu ilk küresel mücadele kazanılmalı ve onun da ötesinde -artan tüketim, kurumsal güç ve ekonomik büyüme- devam etmeli. Eğer hükümetler iklim değişikliği konusunda bir çözüm getiremezlerse, sınır bilmeyenler, kısıtlamaları savunanların zayıflıklarının peşine düşecekler. Aynı inkâr ve örtbas etme ve kendi çıkarlarını koruma taktiklerini kullanarak kendilerini temize çıkaracak ve insanları birbirlerinden ve ekosistemi tahrip olmaktan koruyan diğer tedbirlere saldıracaklar. Bu mücadelenin bir sonu, bu insanların geçmeyeceği bir sınır yok. Bunun insanlığın yeniden tanımlandığı bir savaş olduğunun onlar da farkındalar ve dilekleri insanlığı bugünkünden bile daha açgözlü olarak tanımlamak.
İngilizce aslından Türkçe'ye çeviren: Narin Kural