Cuma Adlı Adamlar: Franco "Bifo" Berardi ile Söyleşi

-
Aa
+
a
a
a

 

Halil Turhanlı, Ömer Madra ve Franco Berardi Açık Radyo'da stüdyoda.

 

Otonomcu Hareket'e büyük katkısı olan, Marksist kuramcı ve eylemci ve aynı zamanda radyocu Franco "Bifo" Berardi Cuma Adlı Adamlar'da Halil Turhanlı ve Ömer Madra'nın konuğuydu:

 

İndirmek için: mp3, 53.9 Mb.

 

Ömer Madra– Merhaba Halil, hoş geldin.

 

Halil Turhanlı-  Teşekkürler. Bugün stüdyoda çok değerli bir konuğumuz var. Otonomcu hareketin kuramcısı, Otonomcu Harekete pekçok yeni kavram da kazandırmış olan, medya kuramcısı bir aktivisti, Franco Berardi’yi* ağırlıyoruz.

 

Sizi bugün bu yuvarlak masanın etrafında oturarak ağırlamak bizim için büyük bir zevk

 

Franco Berardi– O zevk bana ait.

 

H.T. – İlk birkaç sorumuz Radio Alice deneyimiyle ilgili olacak. Çarpıcı bir dille iletişim kurmaya çalışan bu radyo istasyonunun ortaya çıkmasına yol açan siyasal koşullar neydi? 1970li yılların sonunda İtalya’da bu radyo istasyonunun doğmasını sağlayan siyasi atmosfer nasıldı? 

 

F.B. – Her şeyden önce İtalya’nın o dönemde toplumsal açıdan yaygın çatışmaların meydana geldiği bir yer olduğunu ve siyasi sistemin tabandan gelen hareketlere çok kapalı olduğunu, radyonun ise toplumun kendini ifade etmesi için bir araç olduğunu belirtmek gerek. İkinci olarak, ‘70li yılların medya manzarasına bakıldığında radyo ve televizyon alanında medyanın içeriğinin, devlet tekelinin hakimiyetinde olduğu görülür. Birdenbire bu dalgalar üzerinden özgürce iletişim kurmak mümkün oldu ve bu İtalyan halkının kültürel hayatında çok etkili bir değişime yol açtı. Dolayısıyla bu iki yönü, yani toplumsal çatışma ile medya patlamasını, birlikte ele aldığınız zaman radyonun, İtalyan demokrasisi açısından, İtalyan halkının kendi örgütlenmesi açısından ne kadar önemli bir imkân olduğunu anlayabilirsiniz.

 

Ö.M. – Ne zamandı bu, ‘70lerin başında mı?

 

F.B.– ’76da.’75e kadar yayın yapmak yasaktı. Sadece devletin ve Vatikan’ın yayın yapma hakkı vardı. ’75in sonunda Anayasa Mahkemesi Anayasanın bütün yurttaşlara kendini ifade etme imkanını sağladığını belirten bir kanun çıkardı. Aslında bu doğrudan radyo yayınının yasal hale geldiği anlamına gelmiyordu, ama bir anlamda yasağın kalkmasıydı. İşte bir anda bu mümkün oldu ve Radio Alice, yanılmıyorsam, yayına başlayan ilk radyolardan biriydi. Ancak ’76 yılı içersinde ülkede son derece çatışmacı ve ilginç bir durum yaşandığı halde 300 radyo yayına başladı. Yani bir yıllık bir süre içinde bir patlamaydı bu, sıfırdan üç yüze.

 

Ö.M. – Bir çeşit kaos yani. Kaos mu anarşi mi?

 

F. B. – Doğrusu, bugün radyo dinlediğinizde ya da televizyon seyrettiğinizde bir gürültü çeşitliliği sizin adeta üstünüze üstünüze gelir. ’70lerde ise özgür seslerin çoğalması ve çeşitlenmesi, toplumun kendisini ifade şekliydi.  O yüzden isterseniz buna anarşi deyin ama iyi tasarlanmış bir harmoniydi. Anarşi diyecekken dilim sürçtü ve harmoni çıktı ağzımdan. Aslında benim bu dil sürçmem o dönemde medya ile toplumun kültür hayatı arasındaki iyi ilişkiyi gayet güzel ifade ediyor.

 

H.T. –Radio Alice ile ilgili bir soru daha: Farklı grupların deneyimlerini örgütlemek mümkün oldu mu? Bu açıdan başarılı oldu mu?

 

F.B. – Sol’un siyasi durumu -Radio Alice solcu bir radyoydu- o dönemdeki siyasi durum çok hızlı değişiyordu. Eski, geleneksel sol bir anlamda çöküyor ve siyasi iktidar ile güçlü bir ilişkiye girmeye başlıyordu. Örneğin Komünist Partisi Hıristiyan Demokratlarla ittifak kurmaya karar vermişti. Dolayısıyla sol, yani resmi, geleneksel sol gittikçe daha fazla geleneksel iktidara alet olmuş olarak algılanıyordu. Radio Alice de, o dönemin başka pek çok özgür radyosu gibi, mevcut partilerle özdeşlenmeyi reddetti.

 

Ve görüyorum ki Açık Radyo da kâinattaki sonsuz varlıkların sesi. Biz bu kadar iddialı değildik ama Radio Alice’nin hiçbir zaman sesini duyuramamış olanların sesi olduğunu söylüyorduk. Dolayısıyla alışılagelmiş tarzda tanıdık bir radyo değildi. Aslında insanları bir araya getirmek kolay oldu çünkü radyo içersinde hegemonyacı bir tavrı tamamen reddettik. Herkesin konuşmaya hakkı vardı.

 

Ö.M. – Evet, biz oldukça iddialı gibi görünebiliriz ama biz de kendimize sesi olmayanaların radyosu demeyi, kendimizi Amy Goodman’ın çok güzel ifade ettiği gibi “susturulmuş çoğunluğun” radyosu diye tanımlamayı seviyoruz.

 

F.B. – Evet, anlıyorum, şunu söylemek istiyorum: “özgürlük” dediğiniz zaman bir çeşit retorik söyleme girme riskiniz var ama “sesi olmayanların” özgürlüğü alanına girdiğiniz zaman özgürlük çok güçlü bir içerik kazanıyor. ’70lerin gerçeği buydu ama bu günümüzde de böyle. Medya coğrafyasında şimdilerde epey gürültü çıkıyor ama “sesi olmayanlar” büyük çoğunluğu oluşturmaya devam ediyor.

 

Ö.M. – Evet, hatta daha da doğru bugün için. İzninizle bir soru daha sormak istiyorum. Radio Alice’nin akıbeti ne oldu? Nasıl gelişti, hayatta kalmayı başardı mı, ne oldu?

 

F.B. – Hayatta kalma meselesi karmaşık bir konuydu. Öncelikle de para açısından tabii. Biz tamamen yoksulduk ama yüzlerce abonenin yardımıyla hayatta kalmayı başarıyorduk…

 

Ö.M. - …dinleyicilerle

 

F.B. - … onların radyoya getirdikleri parayla. Ancak bir de siyasi bakımdan hayatta kalma sorunu vardı, çünkü toplumsal ve siyasi çatışma, iletişim alanına çok tehlikeli bir şekilde girdi. İlk yılda, ‘76da radyonun Bologna halkı üzerinde çok güçlü bir etkisi oldu. Bologna yarım milyon nüfuslu bir şehirdir ve ’76 yılı sonunda yapılan bir araştırma şehirde 40,000 kişinin radyoyu dinlediğini gösteriyordu. Şehir nüfusunun %10’u, yani on kişiden biri radyoyu dinliyordu. Tabii bu kolay olmuştu çünkü çıkan özgür seslerin sayısı çok azdı. Bir anlamda biz tektik. Ama sonuçtu önemliydi.

 

Derken ‘77de İtalya’daki durumda bir çeşit fırtına çıktı. Öğrenciler üniversiteyi işgal ettiler ve arka planda “terörist tehlikesi” vardı. Şubat ve Mart aylarında Roma’da ve Bologna’da gösteriler giderek daha şiddetli geçmeye başladı. 11 Mart ‘77de sabahleyin bir öğrenci polis tarafından öldürüldü. Radio Alice, tabii ki bu eyleme karşı gelişen seferberlik sürecinde yer aldı. O gün öğleden sonra radyo, insanlara sokaklara çıkmaları ve bir şeyler yapmaları için çağrılar yayınladı. Öğleden sonra, o gece ve onu izleyen gün boyunca 10,000 kişi sokaklardaydı. Şehrin merkezi öğrenciler, genç işçiler ve aydınlar tarafından işgal edilmişti. Bu bir anlamda bir ayaklanmaydı ve bunun ikinci gününde polis radyo istasyonunu bastı, teknik gereçleri ve malzemeyi tahrip etti ve orada bulunan yedi kişiyi gözaltına aldı. Bu, hem şehir için hem de dinleyicilerimiz için bir şok etkisi yarattı ve ülkenin her tarafında aydınların uzun sürecek bir tepkisine yol açtı.

 

Polis müdahalesinin ertesi günü radyoyu tekrar açabildik, keyfe keder birtakım malzemeyle de olsa bunu yaptık. Polis gene geldi ve ikinci kez insanları göz altına aldı. Ertesi gün, kendi mekânlarını bize bırakmaya karar veren başka bir radyonun yardımıyla radyomuzu yeniden açtık. Böylece üçüncü gün de yeniden yayın yapmaya başladık. Polis geldi ve daha da fazla insanı göz altına aldı. O noktada, çok anlaşılır nedenlerle, durmaya karar verdik. Radyoda çalışanların hemen hepsi hapisteydi çünkü.

 

Ama bu, Italya’nın her bir tarafında yayılan bir protesto dalgasına yol açtı. Üstelik sadece İtalya’da da değil. İtalya’daki bu baskıyı kınamak için bir grup Fransız aydını bir mesaj yayınladı. İşte bu bence İtalya’da iletişim özgürlüğü ruhu açısından önemli bir dönüşüme işaret ediyordu. Radio Alice ondan üç ay sonra tekrar yayın hayatına başladı. Ancak, Radio Alice’nin tarihi bir bakıma o baskıların yapıldığı günlerde yoğunlaşmış sayılır. Ondan sonra radyolar ülkede çoğalmaya başladı ve Radio Alice de onlardan bir tanesi oldu.

 

Ö.M. – O sırada Başbakan kimdi?

 

F.B. – Başbakanın adı Andreotti’ydi ve İçişleri Bakanı da, o sırada özellikle Radio Alice’ye saldıran Francesco Cossiga’ydı. Bu adamın, Amerika Birleşik Devletleri’nin gizli servisleriyle ilişkisi vardı ve ondan on yıl sonra da İtalya’nın Cumhurbaşkanı oldu.

 

Ö.M. – Radyoya yapılan polis baskınları herhalde tamamen kanunsuzdu değil mi? Yani hangi kanuna, hangi kanun maddesine dayanarak böyle bir yetkiyi kullanıyorlardı?

 

F.B. – Müdahalenin üçüncü gününde ben ve radyodaki arkadaşlarım, meslektaşlarım “sınıf nefretini kışkırtmak”la suçlandık. Gördüğünüz gibi bizler söylediğimiz sözler, yazdığımız metinler ve yayınladığımız mesajlar yüzünden, yani bir düşünce eylemi sayılabilecek bir şey nedeniyle suçlanıyorduk. Dolayısıyla polisin kanun çerçevesinde  davranıp davranmadığı tartışılır. Hiç kuşkusuz polisin bu eylemi bence siyasi olarak gayrımeşruydu … hem ahlaki hem de tarihi bakımdan gayrımeşru.  Kanunda birtakım maddeler bulup “siz insanları sokaklara çıkmaya çağırıyorsanız, sınıf nefretini körüklüyorsunuz demektir” diyebilirlerdi… Biz kimseden nefret etmiyorduk ama Francesco Cossiga’dan ve Giulio Andreotti’den hiç haz etmediğimiz de aşikârdı.

 

H.T. –Radio Alice’ye geleneksel işçi hareketinin tavrı neydi? Onların tepkisi nasıl oldu?

 

F.B. – Şimdi işçi hareketi dediğiniz zaman kendi içinde farklılıklar barındıran, karmaşık bir yapısı olan ve hiç de bütünselliği olmayan bir şeyden söz ediyorsunuz demektir. Yani Komünist Partisini alın mesela. İtalyan Komünist Partisinin özellikle demokratik bir parti olmuş olduğu görüşü yaygındır. Bu ancak kısmen doğrudur. Aslında 1980lere kadar İtalyan Komünist Partisi Sovyet yanlısı bir partiydi. Bu parti ’68’de kendi içindeki muhalifleri ihraç etti. 1970li yıllarda, ’76da ve ’77de Komünist partisinin oynadığı rol, İçişleri Bakanlığına, polise ve baskıya doğrudan doğruya destek şeklindeydi. Bu açıdan bakılırsa işçi hareketi bize karşıydı ama bu hiç de öyle değildi. Çünkü aynı dönemde fabrikalarda, özellikle de İtalya’nın Torino, Milano, Bologna gibi şehirlerinde ve başka şehirlerde ortaya çıkan yüzlerce otonom komite vardı. Onlar bizim eylemimizi güçlü bir şekilde destekliyorlardı, hem de sadece sokaklarda değil. ’77 Mart ayının o günlerinde binlerce genç işçi, öğrencilerle birlikte barikatlardaydı. O kadarla da kalmıyordu. Bologna ayaklanmasının dördüncü gününde Torino’daki Fiat fabrikasının işçileri beni toplantılarına davet etmişlerdi. O gün ülkenin en önemli fabrikasının işçileriyle dolu bir meydanda bir konuşma yaptım. Yani gördüğünüz gibi o yıllarda Bologna’daki durum İtalyan işçi hareketinin tarihinde pek çok açıdan bir dönüm noktası oluşturdu. O sırada, eski Stalinist geleneğin, genç işçilerin kendilerini yeni imkânlarla ifade etmesinin tamamen karşısında olduğu apaçık ortaya çıktı.

 

H.T. – Radio Alice deneyimi içersinde siz televizyonu da denediniz. Televizyon aracılığıyla aynı şekilde toplumun ayrıcalıklardan yoksun kesimiyle, mazlumlarla iletişim kurmak mümkün mü?

 

F.B. – Aslında bu biraz karmaşık bir hikaye. Radio Alice’den sonra televizyon denemesine girme ihtimalini tartışmaya başladık ve ’79-’80 yıllarında bunu yapmamaya karar verdik. Bu yerinde bir karardı çünkü televizyon, görüntülü bir radyodan ibaret değil. Ortam ile izleyici, dinleyici arasındaki ilişki açısından televizyon farklı bir şey. Televizyon, bizim açımızdan, özünde insanları pasifleştirmenin bir aracı. Radyo ise çok daha canlı bir şekilde kullanılabilir. Biz o sırada Marshall McLuhan’ı okuyorduk ve ondan şu fikri aldık: televizyon algıyı bir doymuşluk noktasına getiriyor, izleyiciyi zihinsel yetilerini kullanamaz hale getiriyor, öyle ki izleyici İngilizcedeki deyimiyle bir “couch-potato”, yani koltuğuna yapışmış bir bitkiye,  sadece ekrana bakan ve hiçbir şey yapamaz hale gelen birine dönüştürüyor.  Belki de biz Marshal Mcluhancılığımızda biraz dogmatik davrandık diyebiliriz ama bu fikirde ilginç olan bir şey var.  Sorun şurada: 1980li yıllarda televizyon, medya coğrafyasının başlıca aracı haline gelmeye başlıyor. O dönemden itibaren dünyada iyice tanınır biri haline gelen Bay Berlusconi, Silvio Berlusconi, bizim açtığımız yere girdi. Radyolar bir özgürlük mekânı açmıştı ve mali desteğini kimbilir hangi güçten, muhtemelen Mafyadan alan bu televizyon ağası, televizyon iletişim alanına girdi.

 

Zaman geçiyor. Yirmi yıl sonra, Radio Alice deneyimini paylaştığımız bazı dostlarımla birlikte “tele-sokak” diye adlandırılan bir televizyon deneyine girmeye karar verdik.  Buradaki düşüncemiz, sokak ölçeğinde küçük televizyon istasyonları yaratmaktı. Biliyorsunuz, bir televizyon alıcısını alırsınız, üzerinde bazı teknik değişiklikler yapıp onu bir verici haline getirebilirsiniz. İşte biz insanlara bu ufak değişiklikleri nasıl yapabileceklerini öğretmeye başladık ve 2002 yılında Bologna’da “Tele-Orfeo” adıyla bir televizyon istasyonu kurduk. Yılın sonuna gelindiğinde 8  –kusura bakmayın İngilizce sayılarla biraz kafam karışıyor- 180 televizyon istasyonu İtalya çapında yayına girmişti. Bu geniş çaplı bir yayıncılık olgusundan çok, bir medya aktivizmi, insanların kendi kendilerine harekete geçmeleri olgusuydu. İnsanlar gündüzleri videolar çekiyor, akşamları da aynı videoyu dostlarıyla, mahalledeki komşularıyla birlikte seyrediyorlardı. Bu deney çok uzun sürmedi, bunun da teknik bir nedeni vardı, bunu iyi anlamak lazım. Tele-Sokak’tan iki yıl sonra internette You-Tube başladı ve İtalya’nın herhangi bir şehrindeki herhangi bir video yapımcısı, dünyanın da herhangi bir yerinde olduğu gibi, You-Tube denilen bu küresel medyayı kullanmaya başladı.

 

Dolayısıyla, ‘70li yıllarda ve yeni yüzyılın ilk on yılında edindiğim medya deneyiminden bir sonuç çıkaracak olursam şu kanaate varıyorum: özgür olmak, iyi fikirlere ve iyi niyete sahip olmak yeterli değil. Siz aynı zamanda teknik akışın da içinde olmak zorundasınız. İnternet gereğinden çok güçlü ve bizler, küresel coğrafyanın sunduğu muazzam imkân açısından bir radyo ya da bir televizyon istasyonu olarak faaliyetlerimizi yeniden düşünmek zorundayız.

 

Ö.M. – Peki radyonun günümüzdeki rolü için ne diyorsunuz? Sizce hâlâ gücünü koruyor mu radyo?

 

F.B. – Bence günümüzde radyo, pek çok nedenden dolayı yeni bir hayata başladı. Her şeyden önce insanlar artık televizyonun bu bir çeşit sürekli ve aşırı uyarıcılığından, TV medyasının bir anlamda bitmez tükenmez elektroküsyonundan, kendilerine adeta sürekli elektrik veriliyormuş gibi hissetmekten bıktılar. İtalya’da da bunu görüyorum, artık radyo alternatif toplumun alternatif kültürünün günlük hayatında başlıca iletişim aracı haline gelmiş durumda. İkinci nokta da tabii ki şu: radyonun bir şekilde internet ile bir ilişkisinin olması lazım. Bu bir web radyosu olabilir, ki bu ilginç bir boyut kazandırıyor olaya, henüz yeterince de geliştirilmedi görebildiğim kadarıyla. Ya da radyo istasyonu ile bir günlük haber mecraı arasında bir bağlantı olabilir… Gördüğüm kadarıyla Açık Radyo web-haberciliği alanında aktif .

 

Ö.M. – Evet, hem de nasıl. Ben buna bir de podcast kullanmanın avantajını eklemek isterim. Bu harika bir şey. Yani istediğiniz herhangi bir programı bu şekilde dinleyebilirsiniz, mesela şu anda yaptığımız program gibi. Şu anda yapmakta olduğumuz görüşmeyi daha sonra yayına koyduğumuzda, istediğiniz zaman podcast yayını olarak dinleme imkânı var.  Dolayısıyla, her an, dünyanın her tarafında herkes bir tıkla istediği yayını dinleyebilir. Bence bu büyük bir avantaj.

 

F.B. – Tabii ki bu büyük bir avantaj, ama biz aynı zamanda bir çeşit paradoksun içinde yaşıyoruz. Paradoks şurada: bizim bilgi-coğrafyamız, içinde yaşadığımız haber/bilgi ortamı her an bir aşırı doymuşluk halinde. Bu da toplumsal beynin, toplumsal zihnin bir çeşit ruhsal panik halinde olmasına yol açıyor. Aynı zamanda bizler …yani Açık Radyo’da ve daha pekçok popüler medya ortamında olduğu gibi…  zihinleri toplumsal olarak yeniden hareketlendirmeye çalışıyoruz. Onları bir şekilde bu kaosun, medyanın panik yaratan ve elektrik veriliyormuş duygusunu yaratan keşmekeşinden çekip çıkarmaya çabalıyoruz. Bu bir paradoks çünkü bir panzehir yaratmak için zehiri kullanmamız gerekiyor. Hayatlarımızın aşırı medyatize hale getirilmesinin beyinlerimizde yol açtığı tehlikenin bilincine varmak için bu mecrayı kullanmak zorundayız. İşte günümüzde medya aktivistleri olarak, daha genel anlamda aydınlar olarak, içinden geçmekte olduğumuz paradoks bu. Biz kendi sesimizi o gürültüye katıyoruz, böylelikle o gürültünün içinde bir uyumu yakalama imkanı yaratıyoruz.

 

Ö.M. – İsterseniz bir ara verelim, biraz müzik çalalım ki dinleyicilerimiz de biraz soluklansınlar.

 

(Müzik duyurusu)

 

Ö.M. – …devam edeceğiz ama sohbeti kiminle yaptığımızı bir kere daha tekrar edelim.

 

H.T. – Evet, Franco Berardi konuğumuz, medya aktivisti, kuramcı ve aynı zamanda Otonomcu Hareketin çok önemli bir teorisyeni. Pekçok yeni kavram kazandırmış bir isim bu harekete. Avrupa yeni politik düşüncesinin çok önemli düşünürlerinden biri konuğumuz Franco Berardi.

 

Ö.M. – Yeni bir kitabı da yayınlanmak üzere. O vesileyle Türkiye’deydi, biz de bu fırsatı kaçırmadan kendisini davet ettik.

 

H.T. – O kitaptan da sorular soracağız…

 

Ö.M. - …soracağız birazdan, geleceğin nasıl olacağını, ama önce bir müzik dinleyelim, My Back Pages geliyor.

……………………………………………………………….

Açık Radyo burası ve acikradyo.com, Cuma Adlı Adamlar ve burada Avrupa’nın önemli düşünce adamlarından biriyle beraberiz, Franco Berardi.

 

Size Bifo diyorlar, öyle değil mi?

 

F.B. – Ya evet…

 

Ö.M. – Neden?

 

F.B. – Aslında çok aptalca bir hikayesi var bunun. Bildiğiniz gibi benim soyadım Berardi, işte bunun ilk ve son harflerini alıyorsunuz. Adım da Franco, bunun da ilk ve son harflerini, yani F ve O harflerini alıyorsunuz, BİFO oluyor. Ben ilk okuldayken arkadaşlarım bana Bifo derlerdi şaka olsun diye. Çünkü İtalyancada Bifo hem biraz komik bir laftır, hem de biraz hakaret içerir, yani bifo salak biridir. ’70li yıllarda bir aşamada ben gözaltına alındığımda Bologna sokaklarında “Bifo Libero” (Bifo’yu Serbest Bırakın) yazıları yazılmıştı. Bifo da salak biri olduğu için bu bir çeşit şakaya dönüştü ve ömrüm boyunca bu aptalca isimden kurtulamadım ama artık alıştım.

 

Ö.M. – Yani biz de size Bifo diye hitap etsek olur mu?

 

Kendisine neden Bifo dendiğini de sorduk, onu da izah etmiş oldu.

 

H.T. – Evet çok yaygın olarak kullanılan bir isim. Félix Guatttari , Radio Alice deneyiminde çok önemli bir rol oynamış. Ancak sizin, onun yazdıklarıyla tanışmanız ‘70li yılların başına gidiyor. Onun metinlerini okuduğunuzda ilk izleniminiz, bu metinlerin sizin üzerinizdeki ilk etkisi ne oldu?

 

F.B. –Félix Guattari bir anlamda radyonun esin kaynağı oldu.  Ben ilk olarak ’74te, radyo deneyimine girmeden iki yıl önce, onun “Psikanaliz ve transversalite” adlı kitabını okudum. Félix Guattari’nin metninde beni etkileyen şey, arzunun ve siyasi hayatın birbirinden ayrı iki alan oluşturmadığı fikriydi. Arzu da, cinsellik de, bilinçaltı da bizim toplumsal faaliyetlerimizin bir parçası, iş ilişkilerimizin bir parçası, siyasi iletişimin bir parçası. Bu fikir ‘70li yıllarda yeniydi ve geleneksel solun dogmatik ideolojisini yıkıyordu. İşte bizler de, radyodaki arkadaşlarım ve ben, radyonun sadece bir ideolojik iletişim aracı olmakla kalmayıp aynı zamanda bilinçaltının sesi de olması gerektiğini düşünmeye başladık. Yani siyasi iletişim alanında bir çeşit hayalgücü.

 

Sonra ‘77de ben şahsen Félix Guattari ile tanıştım. O sırada polis tarafından aranıyordum ve Paris’e, her siyasi muhalifin gitmeye yatkın olduğu şehre kaçmayı başardım. İlk işim Guattari’yi aramak oldu, o da zaten Bologna’daki radyo ve hareket hakkında her şeyi öğrenmişti. Bizim kendimize ironik bir şekilde “Mao-Dadaist” dediğimizi ve, Anti Oedipus’u okuduğumuzu falan biliyordu. Beni evinde misafir etti, dört yıl birlikte oturduk. Onun kliniğinde epey vakit geçirdim, kendisi bir psiko … psiko-bişeydi işte… ben de onunla kliniğe giderdim. O yıllar benim için teorik açıdan önemliydi çünkü siyaset ile psiko-patoloji, psiko-sosyal acı çekme arasındaki ilişkiyi anlamaya başladım. Ama bunun yanısıra bir anlamda siyasetin de bir çeşit kendi kendini tedavi olarak, başkalarıyla iyileştirici ilişkiler olarak algılanması gerektiğini anlamaya başladım

 

Bir radyoyu ya da bir siyasi grubu yönettiğimiz zaman, insanların ruhsal acılarıyla, yalnızlıkla, depresyonla ve korkuyla uğraşıyoruz demektir. Bu, siyasi iletişimin birincil konusudur. İşte bütün bunları ben Félix Guattari’den öğrendim.

 

Ö.M. – Size biraz farklı bir soru sormak isterim. Bizim “Gezi Parkı” olarak adlandırdığımız geçen yazın olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yani küresel bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

F.B. – Gezi Parkı olaylarını ta başından, ilk gününden beri izliyorum. Tabii İstanbul’da yaklaşık bir yıl önce olup bitenler hakkında yalnızca basında, uluslararası basında yazılanları okuyabildim. Bu olaylar o kadar çok ilgimi çekti ki…  çünkü bu olayları bir Türkiye sorunu olarak görmedim. Bunun küresel bir sorun olduğunu düşündüm, nitekim küresel bir olaydı bu. Her şeyden önce Gezi Parkında öne çıkan, çevrenin tahrip edilmesi ve çevrenin, büyük şirketlerin vb.nin çıkarlarına tabi kılınmasıydı. Bu, sadece Gezi Parkıyla sınırlı bir sorun değil, dünyanın bir sorunu bu. Pasifik Okyanusunun bir sorunu, küresel ısınmanın bir sorunu, İtalyan kıyılarının ve parklarının da bir sorunu. Demem o ki her yerde aynı çevre tahribatıyla karşı karşıyayız.

 

İkinci olarak ben Gezi Parkı ayaklanmasını New York’ta Occupy Wall Street hareketiyle, İspanya’da 2011 Mayıs ve Haziranında Acampada hareketiyle başlayan, Mısır’da Tahrir ayaklanmasıyla vb. baş gösteren bir küresel ayaklanmalar dalgasının muhtemelen son bölümü olarak gördüm. Avrupa-Akdeniz dünyasının, Amerika Birleşik Devletleri’nin, Güney Amerika’nın her yerinde bir çeşit küresel ayaklanma var. Neye karşı? Finansal diktatörlüğe karşı. Finans sınıfı sadece Gezi Parkını değil bütün gezegeni yok ediyor. Gezi Parkı, gezegenin mali bakımdan tarumar edilmesinin sadece küçük bir sembolü. Bu açıdan bakıldığında, ben ta başından itibaren Gezi Parkı’nın da bizim hareketimizin bir parçası olduğunu düşündüm. Şimdi de Gezi Parkı’nın, Occupy the World dalgasının son tezahürü olduğunu düşünüyorum. O dalga bitmedi. O dalga bir yeniden tanımlanma süreci yaşıyor. Finans sınıfından ve siyasi iktidardan gelen şiddetten ve saldırıdan kaçınmanın nasıl mümkün olabileceğini anlamaya çalışıyoruz. Bu baskıdan nasıl kaçınabiliriz, işte şu andaki sorunumuz bu. Gezi Parkı belki de Occupy dalgasının son aşamasıdır. Ama belki de aynı zamanda bir sonraki dalganın da ilk ânı olacak. Ben bir sonraki dalgayı bekliyorum.

 

Ö.M. – İlk dalga. Gezi Parkı’nın ilk sloganlarından biri de “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam”dı. İki ay kadar önce sosyolog Manuel Castells Gezi Parkı’ndan söz ederken “yer sarsılıyor, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve gelecek genç olacak” demişti. Bu görüşe katılır mısınız?

 

F.B. – Katılmak isterdim ama pekçok açıdan kötümserim. Bence “her şey olabilir, bu daha başlangıç” gibi söylemlere kendimizi fazla kaptırmamalıyız.  Evet, bu daha başlangıç ama ben aynı zamanda yeni bir şeyler de icat etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bizim siyasi bir icada ihtiyacımız var, çünkü iktidar ile sokak arasındaki askeri çatışmadan ibaret olan o eski oyun, bizim kazanmamızın mümkün olmadığı tehlikeli bir hikaye. Bu, şiddetin ve savaşın yüzyılına ait bir oyun. Şiddete dayalı böylesi bir muhalefetin dışına çıkmamız lazım. Tabii şiddet iktidardan geliyor, sokaktan gelmiyor, halktan gelmiyor, iktidardan geliyor. Ama hareketimiz için bir otonomi biçimi, bir tür özerklik yaratmak zorundayız. Otonomi, barış demek ama aynı zamanda bugünkü dünyanın radikal değişimi de demek.

 

H.T. – Şimdiki soru, sizin “gelecek” kavramınızla ilgili. Bu “gelecek” konusunu son kitabınızda ele alıyorsunuz. Bu aynı zamanda Batı düşüncesinde kapitalizmin baskın kavramlarından, anahtar kavramlarından biri. Bu kavram bir çöküş döneminde mi, sonu mu geliyor? Bir çeşit post-future, gelecek-sonrası alana doğru mu evriliyoruz?

 

F.B. – Biliyor musunuz, siz  gelecek dediğinizde kastettiğiniz sadece benim hayatımın bir sonraki ânı değil. Tabii ki gelecek şimdi ve burada, ben şu anda konuşurken gelecekteyim. Ama gelecek aynı zamanda kültürle, üretimle, tüketimle vb. ilgili modern yaklaşımın ortaya çıkardığı bir kültürel boyut. İşte bu açıdan ben gelecek kavramının şimdiye kadar bir sonsuz büyüme, sonsuz ekonomik genişleme ideolojisi ile ilintilendirildiğini söylüyorum.  Bu ideoloji geçmişte de önemliydi ama artık tehlikeli hale geldi. Eğer ilerlemenin tek yolu, endüstriyel makinenin ekonomik gücünü daha da genişletmek diye düşünürsek, gezegeni yok ediyoruz demektir. Bu zaten gözlerimizin önünde gerçekleşiyor, bunu görüyoruz. İşte bu yüzden de bu gelecek fikrinden kopmayı sağlayacak bir şey icat etmek zorundayız. O gelecek fikri çöktü. Sex Pistols grubu 1976da Londra’da “no future, no future” diye çığlık attığında bir çeşit öngörüyü dile getiriyordu. Üretimin kapitalist örgütlenme biçiminin artık tehlikeli ve geriye dönüşü olmayan bir noktaya vardığını hissediyorlardı.

 

Ö.M. – Çıkmaz sokağa.

 

F.B. – Evet, bir çıkmaz sokağa girdiğini.  1972 yılında bir grup bilim insanı “Büyümenin Sınırları” başlıklı bir kitap yayınladı. Orada gezegenin sonsuz olmadığını, gezegenin fiziksel kaynaklarının sonu gelmeyecek bir sömürüsüyle ilerleyemeyeceğimizi söylüyorlar. Şimdi artık apaçık ortada, ekonominin yönlendirdiği bu gelecek fikriyle bir yere varamayız. Gelecek bitti, yeni bir gelecek icat etmemiz gerekiyor.

 

Ö.M. – Nasıl yapacağız bunu?

 

F.B. – Bu, felsefenin ele alabileceği ama çözemeyeceği bir sorun. Çünkü böylesi bir sorun sadece düşünceyle, yaratıcı bir şekilde düşünmekle çözülecek  bir sorun değil. Bu, halkın kendi örgütlenmesi ile ilgili bir sorun. Artık iş işçilere, mahallelerinde yaşayan insanlara, okuldakilere, üniversitedekilere, mühendislerin, şairlerin ve bilim insanlarının  entellektüel gücüne düşüyor. Onların insan hayatı ile fiziksel çevre arasında, iletişim ile toplumsal beyin arasında sağlıklı bir imkân icat etmeleri gerekli. Halka düşen, kendi yolunu bulmak. O üstümüze üstümüze gelen küresellik fikrinden vaz geçmemiz gerekiyor. Başka bir çözüm bulmak istiyorsak sadece yerelden işe başlamak da yetmez, toplumsal hayatın özerkliğinden de harekete geçmemiz gerek.

 

Ö.M. – Evet.

 

H.T. – Siz gelecek kavramını, enerji ile, hatta şiddet ile ilintilendiriyorsunuz. Bu karşılıklı bağlantıyı kurmanızın nedeni ne? Böyle bir bağlantıyı ne gibi kanıtlara dayandırıyorsunuz?

 

F.B. – yani şey bağlantısını mı…

 

H.T. - …gelecek ile enerji arasındaki, gelecek ile şiddet arasındaki bağlantı.

 

F.B: - Özür dilerim. Biliyor musunuz, modern kültürde, mesela İtalya’daki modern kültürde, gelecek fikrinin olumlamasını düşündüğüm zaman, bu güçlü gelecek fikrinin olumlamasının doğaya hükmetme fikriyle güçlü bir bağı olduğunu görüyorum. 20. Yüzyılın başında “Futurista” Hareketi diye anılan,  faşist harekete çok yakın duran bir grup İtalyan şairinin ve sanatçısının oluşturduğu hareketi düşünün. Onlar modernitenin saldırgan olması gerektiğini söylüyor, kadınları nasıl hor gördüklerinden, dişil olan her şeyi nasıl aşağıladıklarından dem vuruyorlardı. Dişil olan zayıflıkla, geçmişin miskinliğiyle özdeşleştiriliyordu. Bunu söylerken Orhan Pamuk geliyor aklıma. Geçmişin miskinliğiyle ilgili Orhan Pamuk’un ustalıkla dile getirdiği bu tür bir düşünce geliyor aklıma.  Biz, enerjinin tahakkümünü ve gücün tahakkümünü olumladığımız zaman bir şeyler kaybediyoruz. Biz güçlü değiliz, biz zayıf bireyleriz ve fütürist modernite, faşist modernite aslında bizim bu zayıflığımızı inkâr etme girişimi, zayıflığımızı saldırganlığa dönüştürme girişimi. İşte bu yüzden, gelecekle ilgili o saldırgan fikir ile uygarlığımızın, hayatımızın, kimliğimizin dişil yanı arasında bir ilişki olduğunu düşünüyorum. 

 

H.T. – “Post-media”, Medya Sonrası ile ilgili son bir sorum var. Sanırım bu ismi koyan da Félix Guattari. Sizin Félix Guattari ile ilgili kitabınızda “Post-Media Sensibility”, Medya Sonrası Duyarlılığı başlıklı bir bölüm var? Guattari “post-media” derken neyi kastediyor?

 

F.B. – Félix Guattari post-medyadan ‘70li yılların sonunda, ‘80li yılların başında söz etti. Ben bu lafı kullandığını duyduğumda şoke oldum ve “Neden bahsediyorsun sen? Biz medyanın durmadan çoğaldığı bir çağda yaşıyoruz” dedim. O da bana şöyle dedi: “Dikkat! Bu yayılma, beklentinin sadece bir yanı. Beklentinin öteki yanı ise bir ağın kurulması.” Bu ağ fikri o zamanlar yeniydi, internet gerçekten yaratılmadan on yıl önce o internetten söz ediyordu.

 

Post-medya bir yandan toplumsal zihnin mevcut medya tarafından doymuşluk noktasına getirilişi anlamına geliyor, ama bir yandan da dinleyici/izleyici ile radyo istasyonu, televizyon istasyonu, yayıncılık arasında farklı bir ilişkinin mümkün olduğunu da ima ediyor. Bu yeni ilişki artık bizim yaşadığımız coğrafyada var, onu görüyoruz. İnternet bu. Yeni paradigma internet. Sorun şurada: internetin içinde büyük şirketler de, büyük reklamcılık grupları da, büyük finans grupları da var. Bunlar bu canlı yayılmayı tahakküm altına almaya, kendilerine tabi kılmaya ve eski iletişim biçimlerini yeniden kurmaya çalışıyorlar. Post-medya aynı zamanda insanlar arasındaki bu teknik aracılığın ötesine geçmemiz, bu teknik şeylerin dışında bedenler arasında, zihinler arasında farklı bir ilişki bulmamız gerektiği anlamına geliyor.

 

Ö.M. – Sayın Berardi, bizimle birlikte olduğunuz için size çok teşekkür ederiz. Sizi ağırlamak büyük bir zevkti. Ayrıca Otonom Hareketi'ne de bizlere bu görüşmeyi mümkün kıldığı için çok teşekkür ederiz.

 

F.B. – Ben size teşekkür ederim, ayrıca muhtemelen bizim seslerimize kulak veren dinleyicilerinize de teşekkür ederim.

 

Ö.M. – Evet, böylece Berardi ile bugünkü Cuma Adlı Adamlar’da çok ilginç bir sohbet yapmış olduğumuzu düşünüyoruz. Umarız siz de aynı şeyi paylaşmışsınızdır. Hepinize günaydın.

 

 

Türkçeye tercüme eden: Nur Deriş

 ***

 * Franco Berardi: 1948 yılında İtalya’nın Bolonya kentinde doğan Franco “Bifo” Berardi, İtalyan Otonomist gelenekten gelen Marksist bir kuramcı ve eylemcidir. Çok genç yaşta İtalyan Komünist Partisi’ne katılır ve çok geçmeden hizipçilik nedeniyle partiden ihraç edilir. 1968 olaylarında Bolonya Üniversitesi’nde estetik bölümünde öğrencidir. Otonomist hareketle bu yıllarda tanışır ve hareketin içinde çalışmaya başlar. İtalya’da ilk özgür özel radyo olan ve otonom gençlik hareketinin sesi haline gelen Radyo Alice’nin kurucu kadrosunda yer alır ve radyoda aktif olarak çalışır. Otonomcu harekete yönelik devlet baskısı, tutuklamalar ve gözaltı nedeniyle hareketin pek çok kadrosu gibi Fransa’ya gider. Orada Félix Guattari ile birlikte şizoanaliz alanında çalışır. Yıllar boyunca, Semiotexte, Chimerees, Metropoli, Musica, Mutazione Ciberpunk, Cibernauti ve Félix gibi pek çok derginin kuruculuğunu ve editörlüğünü yapar. Halen Derive Approdi dergisinde çalışmakta ve Milano’daki Academia di Breria’da ders vermektedir.Çalışmalarında endüstri sonrası toplumda medyanın ve enformasyon teknolojilerinin rolü üzerine yoğunlaşır. Özellikle kapitalist birikim mantığının çelişkili doğasının değiştiğini, bununla birlikte endüstri toplumunun devrimci öznesi olarak görülen işçi sınıfının yerine enformasyon işçilerinin, kendi ifadesiyle “kognitarya”nın geçtiğini iddia eder. Bu iddiadan yola çıkarak, geleneksel Marksist ve sosyalist anlayışları temel alan örgütlenme biçimlerinin artık günümüzde geçerliliğini yitirdiğini ve yeni bir emek öznelliği geliştirmek gerektiğini söyler.Başlıca eserleri arasında The Soul at Work, From Alienation to Autonomy (Ruh İşbaşında, Metis Yayınları, 2012); After the Future (Gelecekten Sonra, Otonom Yayıncılık, 2014), Precarious Rhapsody (2009) sayılabilir.