17. İstanbul Bienali: Alternatif bir kamusal diyalog alanı

-
Aa
+
a
a
a

İKSV Güncel Sanat Projeleri Direktörü Bige Örer’le 17. İstanbul Bienali’ni, bienalin çerçevesini belirleyen konuları, mekânları ve konseptleri konuştuk.

Fotoğraf: David Levene / bantmag.
Bige Örer ile 17. İstanbul Bienali'nde mekânlar
 

Bige Örer ile 17. İstanbul Bienali'nde mekânlar

podcast servisi: iTunes / RSS

Aysim Türkmen: Merhaba sevgili Açık Radyo dinleyicileri. Bugün Deniz Gündoğan İbrişim’le beraber 17. İstanbul Bienali üzerine bir program gerçekleştireceğiz. Bugün iki buçuk sene sonra tekrar Açık Radyo stüdyolarındayız, çok heyecanlıyız. Programı canlı yapacağız ve konuğumuz bienalin küratörü ve İKSV Güncel Sanat Projeleri Direktörü Bige Örer. Bugün şehrin her tarafına yayılmış olan bienal mekânlarını radyoda birlikte gezeceğiz. Bu mekânlar Beyoğlu’nda Pera Müzesi, Perform İstanbul Canlı Sanat Araştırma Alanı, Merkez Rum Kız Lisesi. Ama Beyoğlu’nun ötesine yayılmış bir bienal bu. Daha çok tek mekânla özdeşleştirdiğimiz bienali bu sefer farklı bir şekilde deneyimliyoruz. Büyükdere35 ve SAHA Studio da yine Beyoğlu’nda. Metro İstanbul da Beyoğlu’nda bienal mekânlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Anadolu yakasında Müze Gazhane, aynı zamanda Rasimpaşa’da arthereistanbul var. Tabii bizim için heyecan verici olan mekân Çemberlitaş’taki Barın Han. Açık Radyo Çemberlitaş’taki bienal mekânında izleyicilerini, misafirlerini bekliyor. Son olarak Şişli’de Nostalji Kitap & Kahve’nin de adını anmak lazım.

Deniz Gündoğan İbrişim: Ellinin üzerinde sahaf, kitapçı, lokanta, sinema, hastanede bienal etkinlikleri görülebilecek. Bienal mekânlarından Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi gerçekten çok önemli. 17 yıl önce Türkiye’nin ilk tıbbi bitki bahçesi olarak açıldı bu mekân. Bahçenin tıbbi bitkilerle ilgili çalışmalar konusunda çok önemli bir rol oynadı, birçok projeye ilham kaynağı oldu. Öncelikle bienal heyecanını bizimle paylaştığınız için ve zamanınızı ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Mekânlara dair kısa bir girizgâh yaptık. Hem bu yıl kente tamamıyla yayılan bienali hem de mekân ve seyirci buluşmasıyla ilgili detayları bizzat sizden dinlemek isteriz. 17. İstanbul Bienali’nin hazırlık sürecini anlatabilir misiniz?

“İçinden geçtiğimiz krizlerden hep beraber çıkabilmemiz mümkün mü?”

Bige Örer: 17. İstanbul Bienali için çalışmalara 2020 yılının başında başladık ve hemen ardından pandemi Türkiye’de de etkisini göstermeye başlamıştı. Kısa bir sürede hepimizin, hem küratörlerin hem de bienale davet edeceğimiz katılımcıların tek konusu hâline geldi pandemi ve uzun bir zaman salgınla birlikte dünyanın içinden geçtiği krizle ilgili birçok konuşma yaptık. Bir yandan önümüzü de çok göremiyorduk ve geleceğe dair net planlar yapmak mümkün olmuyordu. Bu süreç bizi sanatın alternatif bir gelecek tahayyülünü ortaya koyup koyamayacağı ihtimali üzerine düşünmeye itti. Sanat ekosisteminin de bu krizin ardından nasıl farklı bir şekilde devam edebileceğini ve alternatif bir takım formları, yöntemleri önermenin önemini bu süreçte kavradık.

Bu noktada 17. İstanbul Bienali’ni alışılmış olduğu gibi tek bir kavramsal çerçevede, tek bir başlık altında değil, “kompost” kavramını ödünç alarak, hazırlık sürecini şekillendiren önemli bir kavram olarak kullandık. Odağına uzun soluklu araştırmaları alan, toplumsal dönüşümler yaratabilmiş sanatsal ve kültürel pratikleri bu süreçte desteklemeye karar verdik. Bu anlamda sanatçıların sanatsal pratiklerinin yanı sıra kendi yerel bağlamlarını dönüştürmek üzere yapmış oldukları çalışmaların izdüşümlerini de görebilmek mümkün. Tabii o dönemde 2020-2021’in sonbahar aylarına kadar fiziksel seyahatlerin mümkün olmadığı dönemde İstanbul’u nasıl katılımcılara, küratörlerimize açık kılabiliriz diye düşündük. Türkiye’den ve Türkiye dışından davet ettiğimiz katılımcıları bir araya getirerek uzaktan da olsa çeşitli diyalogların başlayabilmesi için aracı olmaya çalıştık. Bir yandan da fiziksel sergilerin ötesinde neler yapabiliriz diye düşündük. Bienalden sonraya hangi projeleri taşıyabiliriz mesela?

Bienalde karşılaşacağımız birçok proje sergi sonrasında da devam edecek. Bu süreçte sıklıkla konuştuğumuz, tartıştığımız konu başlıkları da vardı. Bienal bir gazete olabilir mi örneğin? Farklı coğrafyalardan, farklı katılımcılardan haberlerin paylaşıldığı bir alana dönüşebilir mi? Medyanın daha önce belki hiç olmadığı kadar zorlandığı bir dönemde acaba alternatif bir habercilik mecrası ortaya konabilir mi? Bağımsız medyayı destekleyebilmek için farklı duyuları harekete geçiren haberleri aktarabilmenin yolları var mıdır? Bu bizim için bir araştırma ve tartışma alanıydı. Öğrenmenin, bilgi edinmenin farklı yollarını düşündük. Bilgiyi bir arada yaratabilmek için ve bilginin değiş tokuş araçlarını ve yöntemlerini yenileyebilmek için farklı pedagojik formlar, girişimler önermek mümkün müdür? Ve bu alternatif öğrenme türlerini sanatsal pratikler aracılığıyla aktarabilir miyiz?

Diğer konumuz arşiv üzerineydi. Geçmişin bilgisini nasıl yaygınlaştırabiliriz? Arşivleme geleneklerine baktığımız zaman bilgiyi sabitleştiren, merkezileştiren örnekler görüyoruz. Alternatif ve organik bir şekilde arşiv bilgilerinin farklı bir biçimde çevrildiği, paylaşıldığı, çözüldüğü alanlar yaratılabilir mi? Bir diğer konumuz, hayatlarımızı ve ekonomilerimizi sağlıklı bir toplum ve çevre yaratmak için nasıl düzenleyebileceğimizle ilgiliydi. Bu konuyu baz alarak geleneksel bilgilerin, dillerin, iletişim araçlarının tekrar hatırlanabileceği projelere de bienalde yer verdik. Bir başka odağımız, görme duyusunun diğer duyularla arasındaki ilişkiyle ilgiliydi. Görme duyusunun diğer duyularla ilişkisine odaklanan çalışmalara dair projelere de bienalde yer verdik. Diğer bir konu: Farklılıklarla birlikte nasıl yaşanabilir? Bütün bu içinden geçtiğimiz krizlerden hep beraber çıkabilmemiz mümkün mü? Özür dilemek, bağışlamak, şiddet ve zulmü aşabilmenin yolları nasıl mümkün olabilir? Modern öncesi toplumlardan bu bağlamda öğreneceğimiz neler var? Bütün bu sorular bienali hazırlarken proje katılımcılarıyla ve küratörlerle sürekli konuştuğumuz, tartıştığımız soruların sadece bir bölümü. 

Sergileri gezerken projelerin bu sorulardan en az birkaç tanesine yer verdiğini, bu soruları çoğalttığını, çeşitlendirdiğini de görebileceksiniz. 17. İstanbul Bienali’nin böyle farklı sorular etrafında mühim ve alternatif bir kamusal alan, farklılık arz eden bir diyalog alanı, bir tartışma alanı yaratmasını ümit ettiğimizi söyleyebilirim.

Kompost yöntemi

A.T.: Konuşmanızda “kompost yöntemi”nden bahsettiniz, bu kompost yöntemini şehre dağılan mekânlarda, geniş bir bienal alanı açarak uyguladığınızı görüyoruz. Bu yöntemini nasıl uyguluyorsunuz?  

D.G.İ.: Kompost gerçekten kullanımı bereketli ve ilgi çekici bir yöntem. Kelimenin gerçek anlamında kompost, organik gübre, gübrelenme, köklenme anlamında kullanılıyor. Mecazi anlamda düşünecek olursak, kompost teriminin kolektif emeği çağrıştıran bir tarafı da var. Her birimizin başka başka ortaklıklarla, ortak ilişkilerle yaşamakta ve çalışmakta olduğumuz mekânlardayız, kentle sürekli ilişkileniyoruz ve ortaklıklar kurmaya çalışıyoruz. Bedenlerimiz birbiriyle temasta. Nefeslerimiz bile birbiriyle temasta kent içinde. Dolayısıyla kompostun hem gerçek, fiziksel hâli var hem de sanki biraz daha mecazi hatta daha edebi diyebileceğim bir hâli var sanırım.

B.Ö.: Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi’nde çalışmasını göreceğiniz Maria Luckman’ın yarattığı su havuzu bunlardan biri. Maria Luckman’ın pandemi döneminde hastalar, hasta yakınları, sağlık emekçileri için bir eser yaratma arzusundan yola çıkan bir proje bu. Çeşitli hastanelere yakın olan ve bir tür şifalanma, iyileşme mekânı olarak tanımlayabileceğimiz Zeytinburnu Tıbbi Bitkiler Bahçesi’nde bir su havuzu yaratarak kişilerin iç dünyalarına yolculuk yapabilecekleri bir alan tasarladı yerel müzisyenlerle yaptığı işbirliği çerçevesinde bir beste de yapıldı. Bu bestenin de dinlenebileceği, yani müziğin de şifa aracı olarak kullanıldığı bir proje. Bu toprakla ilişkili bir proje, geçen bahar aylarında Maria’yla birlikte proje mekânında tohum ektik ve o tohumların aylar içerisinde nasıl büyüdüğünü, yeşerdiğini gördük, kimisinin doğaya karıştığını deneyimledik.

Bazı projeler böyle birebir toprakla ilişkili değil, yine de kompost kavramından ya da yönteminden etkilenerek oluşturulmuş birçok proje var. “Inland” projesini üreten Fernando Garcia-Dory 2015’te İstanbul Bienal’i kapsamında birlikte çalıştığımız bir sanatçıydı. O dönemde yaptığı araştırmalarda devam etmek istediği bir eksen olduğunu biliyorduk. 2009’da “Inland” projesine başlıyor ve ekolojik tarım projeleri, eylemleri ve kooperatiflerinin bir parçası olan Inland’de kültür-doğa ilişkisinin çok yönlü boyutlarını araştırıyor. Bir şekilde alternatif ekonomik modeller ve üretim sistemleri de yaratmaya çalışarak yeni kırsallık tanımları üzerine düşünüyor. 2015’de 14. İstanbul Bienali’nde kendisiyle çalıştığımızda Doğu Anadolu’da, Kars civarında hayvancılık ve peynircilikle ve toprak yönetim sistemleriyle ilgili bir araştırma yapmıştı. Bu bienalde de onu araştırmasına kaldığı yerden, projesini yenileyerek devam etmesi için davet ettik. Böylece Fernando Garcia-Dory tekrar Kars’a gelerek, Boğatepe köyünü ziyaret ederek ve Yerküre Kooperatifi ve Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği’yle de işbirlikleri geliştirerek bienal için bir sunum gerçekleştirdi. Topluluğun kendi içindeki örgütlenmesine bakarak hayvanlar, çayırlar, toprak yönetiminden o bölgede peynirin nasıl yapıldığına dek yerel süreçsellik ve ilişkisellik konuları üzerine kurulu bir çalışma gerçekleştirdi. Kompost kavramına ya da yöntemine örnek olarak bu projeyi sayabilirim. 

Doğrudan toprakla alakalı olmasa da, Merve Elveren ve Çağla Özbek’in Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’yla birlikte gerçekleştirdikleri bir çalışma var. Aslında ilk adımları “Nepal Bellek Projesi”yle atılmıştı ama sonrasında Merve ve Çağla, Kadın Eserleri Kütüphanesi’yle yaptıkları işbirliğini daha farklı bir noktaya taşıyarak ve Türkiye’deki feminist hareketin kütüphanedeki diğer klasörlerine, anaakım feminist yönelimlerin dışında kalan feminist akımlara odaklanmayı seçerek farklı katılımcıları projeye davet ettiler: Ayşe Düzkan, Merve Kaptan, Zeynep Sayın, Dilek Winchester ve Çatlak Zemin. 

Diğer bir önemli proje de Bread and Puppet Tiyatrosu’nun Türkiye’deki kukla ustası Cengiz Özek ve Feride Eralp’in bir araya gelerek gerçekleştirdikleri çalışma. Elif Öner ve Evrim Kavcar’ın Hassas Sesler Sözlüğü’nde, 2019 Şubat’ından beri üzerine çalıştıkları bir proje de var. Çok formlu ve yapısı itibarıyla da sürekli dönüşmeye ve katılıma açık bir proje bu. Bir yandan seslerin farklı, öznel, sosyal, kültürel boyutlarının araştırmasını yaparken bir yandan da başkalarıyla beraber onların kendi kişisel tarihlerinde neleri hatırlattıklarını, hafızalarındaki bir takım seslerle bir arada düşünüldüğünde aslında nasıl bir bellek havuzu oluşturduklarına dair düşünen bir proje bu. İstanbul Bienali’ne davet edildiklerinde de bienal mekânlarını birbirine bağlayan bir rota üzerine çalıştılar. Ve Perform İstanbul’dan video çalışmalarını ve bu araştırma süreçlerini paylaşan nesneler, çizimler, birtakım belgeler paylaşırken bir taraftan da aslında ziyaretçileri gündelik hayatta karşılaştığımız, kimi zaman çok dikkat etmesek de aslında hepimizin hafızasında yer alan bu sesleri, hassas sesleri duymaya davet ettiler. Bu program kapsamında da Açık Radyo’yla, Oda Projesi’yle ve Platform Tiyatro’yla da işbirliği yaptılar. Fulya Uçanok ve Serkan Sevilgen’le, Süleyman Kun’la işbirliği yaptıklarını da eklemek lazım. Bu anlamda hâlihazırda var olan fikirleri farklı katılımcılarla beraber kompost yöntemiyle çoğaltarak çeşitlendirdiler. Böyle çok fazla hikâyesi olan projeler var bienalde.

Bir bienal mekânı olarak Barın Han

A.T.: Açık Radyo’nun da bir parçası olduğu Barın Han bizim için ayrıca heyecan veren bir mekân. Buranın hikâyesi de kendine has. Barın Han nasıl bienalin bir parçası oldu?

B.Ö.: Barın Han bienalin önemli mekânlarından biri. Kendi tarihi ve hafızası itibarıyla öyle. Bildiğiniz gibi Emin Barın Türkiye’de hat sanatının önemli ustalarından. Hem akademik anlamda sanatın ilerlemesini sağlamış olan hem de birçok öğrencisi olan Emin Barın’ın atölyesi olarak yıllar boyunca kullanılmış Barın Han. Bu stüdyo ve mekân onun vefatından sonra bir süre kapalı kaldıktan sonra, 2019’dan beri farklı sergilere ve sanatçı atölyelerine ev sahipliği yapıyor. Biz bienali hazırlarken Barın Han’ın, içinde bulunduğu çevrenin niteliğine uygun olarak, geleneksel olduğu gibi modern de olan projelere ev sahipliği yapmasını istedik. Örneğin Emin Barın’ın her perşembe kendi ofisinde yıllarca düzenlediği ve dönemin çeşitli isimlerinin bir araya geldiği, buluştuğu, o döneme dair farklı konuları birlikte tartıştıkları bir kolektif paylaşım geleneği de var. Barın Han’ı bienal kapsamında çeşitli konuşmaların, kamusal programların gerçekleşeceği bir alan olarak düşünmüştük. Böylece mekânın geçmişi, Açık Radyo’nun düzenlediği konuşmalar ile Emin Barın’ın vakti zamanında düzenlemiş olduğu Perşembe buluşmaları arasında hoş bir bağ kurmamıza vesile oldu. Bu mekân ilk kez İstanbul Bienali kapsamında kullanılıyor. İstanbulluların kimi zaman kendi üçgenlerinin (ev-okul-iş) dışına çıkmaları için bir sebep gerekebiliyor. Bienal mekânları aracılığıyla İstanbul’un farklı mahallelerin gezilebileceği bir akışın mümkün olmasını istedik. Barın Han’da karma bir sergimiz var. Dolayısıyla orayı ziyaret ettiğinizde birçok projenin bir arada nasıl yer aldığını görebileceksiniz.

D.G.İ.: Mekânın ziyaretçilerle ilişkisi nasıl? Barın Han’ı görmeye gelen bienal takipçisi yanında Çemberlitaş turistlerle kaynayan bir yer. Bir bienal mekânı olarak Barın Han’ın Çemberlitaş’taki nüfusla ilişkisi nasıl?

B.Ö.: Bir yandan İstanbul’a turistik amaçla gelmiş kişilerin bir anda karşısına çıkan ve, “A, burada bienal varmış! Bu da nesi?” diye içine girdikleri bir alan, diğer yandan giriş katında müzik yapılan, doğaçlama müzik çalışmalarının gerçekleştirildiği davetkâr bir alan. O yüzden de önünden geçenleri meraklandırıp bir bakıma içeri çekiyor. Bir de tabii bienalin bu mekânda olduğunu bilerek gelen sanat izleyicisi var. Önümüzdeki dönemde bu izleyicilerin farklı programlar dahilinde etkileşime geçtiğini daha iyi göreceğiz.

A.T.: Programın başında duyu ve duyulardan bahsetmiştiniz, duyu ve duyuları içine alan bienal mekânlarından, seslerden ve bunların farklı pedagojiler, metodolojiler ortaya çıkarttığından. Sanırım Çemberlitaş’taki o nüfus, İstanbul’un şu an yoğun hissettiği o turist akışı ve sadece bienal için gelen seyirciler burada duyu ve duyularla hemhâl olarak, karşılaşarak çok farklı bir akış da yaratıyor gibi geliyor bana. Dolayısıyla buradan çıkacak arşiv katmanları ve çalışma metotları da olabilir. Benim çok merak ettiğim bir de “Şiir Hattı” var. Kentin hemen hemen her yerinde çok sevdiğimiz şairlerin şiirlerinin posterlerini görüyoruz. Bakırköy’den Beyoğlu’na, Adalar’dan Üsküdar’a, Kadıköy’den Sarıyer’e kadar kentin farklı noktalarında, sahaflarda, kitapevlerinde, camlarda şiirler görüyoruz. Geçen gün çok sevgili Anita Sezgener’in bir şiirine bir eczanenin camında rastladım. Biraz bu projeden bahseder misiniz?

B.Ö.: Bu bienalde bize çok ilham veren projelerden biri de “Şiir Hattı” oldu. Şiiri bienalle buluşturabilmenin, bienal izleyicisiyle şiir okuyucusunu ve şairleri bir araya getirebilmenin yollarını aradık. En temelde çıkış noktamız “Şiir, söylenemeyeni nasıl söyleyebilir?” ve “Farklı dile getirme biçimleri çağımızın karmaşıklığını dile getirmenin farklı yollarını sunabilir mi?” soruları oldu. 2021 yılında her ay yeni bir şiir üretmek üzere on beş çağdaş şairi projeye davet ettik: Mehmet Said Aydın, Donat Bayer, Zeliha Cenkçi, Sevinç Çalhanoğlu, Cevat Çapan, Ersun Çıplak, Devrim Dirlikyapan, Haydar Ergülen, Mehmet Erte, Cem Kurtuluş, Bejan Matur, Mustafa Erdem Özler, Gonca Özmen, Anita Sezgener ve Neşe Yaşın davetimizi kabul ettiler. Onlara, “Bu bienal için haber şiirleri yazabilir misiniz?” diye sormuştuk. Onlar da bu daveti kucakladılar ve bir sene boyunca her ay şiirlerini bizlerle paylaştılar. Bu yeni yazılan şiirlerin yanı sıra bugün hayatta olmayan geçmişten iki büyük şairin, Nâzım Hikmet ve Faiz Ahmad Faiz’in şiirlerini de bu program kapsamında yeniden hatırlamak, yeniden okumak, üzerine tekrar konuşalım dedik. Bütün bu şiirler bir araya geldiğinde şiirleri bienal kapsamında kentte nasıl paylaşabileceğimizi düşünüp yeni formların arayışına girdik. Geçen sene Açık Radyo’da “Şiir Hattı” sürecini şairlerin nasıl ele aldıklarına dair bir değerlendirme buluşması yapılmıştı. Kimi şiirler şairleri tarafından okundular ve radyoda paylaşıldılar. Kimi şiirler ise kentin farklı alanlarına yayıldı. Şiir afişleriyle birlikte İstanbul’da elliden fazla kitapçı, eczane, ikinci el eşya satan dükkânlar, hastaneler, sahaflar, huzur evleri, birçok restoranla işbirliği yaparak şiir afişlerinin yani şairlerin yazdıkları bu şiirlerin çok farklı yerlere yayılmasına çalıştık. Bir yandan da şiir çevirisi oturumu yapıldı. Şiirle ilgili çok farklı başlıkların konuşulabileceği bir söyleşi dizisi de bienal boyunca devam edecek. Ayrıca şiir okuma performansları gerçekleştiriliyor. Şiiri sadece kendi başımıza okuyacağımız bir formdan, bir paylaşım sürecinden çıkararak kamusal alanda hepimizin birlikte dinleyeceği bir forma dönüştürmek nasıl mümkün olabilir? Bunu performans fikrini geliştirirken bunu düşündük. “Şiir Hattı”nın kitabını da yayımladık. Hem şairlerimizin şiirlerinden bir seçki olan hem Nâzım Hikmet ve Faiz Ahmad Faiz şiirlerine yer veren hem de şairlerimizin bu program kapsamındaki çeşitli katkılarını içeren bir kitap. Bu programın bir diğer ayağı da bizim için önem teşkil eden Nostalji Kafe’yle geliştirdiğimiz bir işbirliği. “Şiir Kafe” küratörlerimizden Amar Kanwar’ın fikriydi. Bienal’de üretilen şiirlerin okunabileceği ve şairlerin bir araya gelip şiir üzerine konuşmalar yapabileceği bir mekân yaratmak arzusuna Nostalji Kafe kucak açtı. Bu programın danışmanlığını da sevgili Süreyyya Evren üstlendi. Bu proje önümüzdeki dönemde de çeşitli sürprizlerle devam edecek. “Şiir Hattı”nın üretiminin çoğalarak devam etmesi en büyük arzularımızdan biri.

Şiir kentin içine sızıyor

A.T.: Bienalin küratöryal metninde temel politikanın “jeopoetika” olduğunu belirtmişsiniz. Burada bir kelime oyunu hissediyorum, “jeopolitik” yerine “jeopoetik”. Bir yandan şiirin politikanın yerine geçmesi ve aslında politik meselelere, gündelik hayattaki politik sorunlara şiirin yarattığı duyarlılıkla yaklaşmamız gerektiğini hissettirip, dünyaya bu şiirsel duyarlılıkla bakmamız gerektiğini vurguladığınızı hissettim. Jeopoetika gerçekten çok kafa açıcı bir kavram.

B.Ö.: Sanırım öyle bir dönemin içerisinden geçiyoruz ki, fikirleri, hisleri ifade etmenin yeni yollarını, yeni yöntemlerini bulmamız gerekiyor. Şairlerin zihin dünyalarını, türlü hissi, kimi zaman yaşamsal düğümleri, kimi zaman sıkışmışlıkları ifade etmekteki o yaratıcılıkları, bambaşka bir dünyayı, bize kelimelerin büyülü dünyasını kullanarak aktarabilmeleri eşsiz bir şey. Farklı basın organlarının ifade etmekte zorlandığı pek çok şeyi özgürce dile getirebilmenin yolunu açması itibarıyla bizi çok heyecanlandırmıştı bu proje. “Şiir Hattı”nın kentin içine sızması, beklenmedik buluşmalar, karşılaşmalar yaratması bize çok değerli geliyor.

D.G.İ.: Jeopoetika kavramı sanırım bienalin anlık olarak gelinip görülecek ve daha sonra hemen dışarı çıkılacak bir şey olmasını da engelliyor; süreci salt haricî değil dahilî de kılıyor. Hatta İstanbul’un hızına rağmen şiirle birlikte yavaşlamayı öneriyor gibi geldi bana “Şiir Hattı”.

B.Ö.: Evet, bu bienalin aslında izleyiciye yavaşlamaya dair bir daveti olduğunu söyleyebilirim. Bu bienal bir önceki bienalimiz 7. Kıta’yla ilişkili. 7. Kıta’yı yaparken iklim krizini, ekolojik krizi ve bu başlıklarla güncel sanat pratiklerinin ilişkisini gündeme getirmek istediğimizi belirtmiştik. Bu bienalde de Batı dışı coğrafyalardan alternatif sanatsal pratiklerin yansımalarını görüyoruz.

D.G.İ.: 7. Kıta önümüze distopik bir resim koymuştu haklı olarak, ama bu bienalde komposttan da bilgi devşirerek, daha çok umut ön planda. Yeni pedagojiler, metodolojiler, yeni kolektif öğrenme biçimlerini sanki daha çok öne çıkartıyorsunuz. 

B.Ö.: Sanırım sizi böyle düşündüren bu bienalde somut pozitif dönüşümü kendi yerel bağlamlarında gerçekleştirilebilmiş çalışmaları görmek ve bir yandan bu ortak dayanışma pratiklerinin hemen bugün, şimdi gerçekleşebileceğiyle ilgili hissin hepimize geçmesi. Kriz çok büyük olsa da o umudu koruyabilmek ve hâlâ yapılabilecek şeyler olduğunu hissedebilmek çok önemli.

A.T.: Taksim Gezi Parkı’nın altında yer alan Yaklaşım Tüneli de bienalin illginç mekânlarından bir tanesi. Bu mekânın kullanımıyla kentin yeraltına indiriyorsunuz bizi. Buradan da biraz söz edebilir misiniz?

B.Ö.: Gezi Parkı’nın hemen altında yer alan bir tünel bu. Metro hattının inşaatı sırasında yapılan 250 metre uzunluğunda, dört metre genişliğinde bir alan. Şehrin en hareketli noktalarından birinin altında yer alıyor. Bu tüneli ziyaret ettikten sonra, bu mekânı mutlaka bir sanatçı projesiyle buluşturmak gerektiğini düşündük. Uzun süredir kapalı olan bir mekân. Küratörlerimizin bu mekânla birebir örtüşeceğini düşündüğü bir çalışma vardı. Bir ses ve ışık yerleştirmesi. Carlos Casas’ın projesi burada yer alıyor. Bu mekânın kesinlikle deneyimlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

A.T.: Bienal’in bir sürü farklı programı ve etkinliği de var. Kamusal programları var, öğrenme programları gibi. Bienal’ın pratik kapsamının ne kadar geniş olduğunu hissetmemizi sağlamak adına, biraz da bienalin bu boyutlarına değinebilir miyiz?

B.Ö.: Bienal kapsamında birçok farklı formu benimsemiş projeler var ve basılı malzemeler de bu eksenlerden biri. Bienal ana mekânlarının içinde okuma alanlarını da keşfedeceksiniz. Barın Han’da, Küçük Mustafa Paşa Hamamı’ndan birçok farklı basılı malzemenin, gazetenin, derginin bienal kapsamında üretilmiş olan edisyonlarını bulabilirsiniz. Bunlardan birincisi “Mantı Postası”. Hrant Dink Vakfı ve 23,5 Hrant Dink Hafıza Mekânı’yla beraber ürettiğimiz bir proje. Diğeri Eva Egerman’ın sakatlık üzerine hazırladığı eleştirel bir içerik. Türkiye’den katılımcılarla birlikte yayınlarımız gerçekleşiyor. Oda Projesi’nin annelik üzerine yaklaşık on yıldır gerçekleştirdiği çeşitli konuşmaların, türlü kapalı oturumun çıktılarından bir seçki yaparak ürettiği bir dergi var. Ayrıca kamusal olarak yapılanan, farklı kitlelere ulaşmayı hedefleyen program formları da var. Mesela bir baskı atölyesi var. Çocuklarla birlikte gerçekleştirilen atölye çalışmaları var. Pera Müzesi’nin eğitim ekibinin bienal katılımcılarıyla beraber organize ettikleri çeşitli çalışmalar var. “Kuşlar Ne Düşünüyor?” projesi bunlardan biri. Gerçekten yoğun bir programımız var. Hem İstanbul Bienali’nin internet sitesinden hem de sosyal medya kanallarından bu programlarla ilgili daha detaylı bilgi sağlayabilirsiniz.