(6 Nisan 2018 tarihinde Açık Radyo’da Manastır programında yayınlanmıştır.)
Seçil Türkkan: Evet Açık Radyo burası ve 2 haftada bir yayınladığımız Manastır programını dinliyorsunuz. Ben Seçil Türkkan, Yağmur Yıldırım ve İlksen Mavituna ile birlikte hazırlıyoruz bu programı. Toplumsal hareketlere bakıyoruz benim hazırladığım bölümde ve yine onlardan bir tanesini yürüteceğiz. Geçtiğimiz Manastır programının konuğu İnci Eviner’di sizlere hatırlatalım, eğer Manastır’la ilgili bütün programları takip etmek isterseniz http://saltonline.org/projects/manastir/ adresine gitmeniz ya da http://acikradyo.com.tr/program/manastir adresinden podcast’lerimize ve program deşifrelerimize ulaşmak mümkün. Evet toplumsal hareketler kısmı dedik, biraz 90’larda neler olduğuna bakmış oluyoruz Manastır bağlamında, Tarlabaşı bulvarındaki bir bina aslında bize çok şey anlatıyor. Daha önce Adsız Alkolikler, Nükleer Karşıtı Platform’la yolumuz kesişmişti. Bu kez iki ayrı konuk ağırlayacağız aslında bu programda, Öğretim Elemanları Sendikası (ÖES) biri olacak o konuk olacak, diğeri ise Grafikerler Meslek Kuruluşu. Şimdi stüdyomuzda ÖES tarafını ağırlıyoruz. İlginç bir başka başlık konuğumuz var burada Prof. Dr. Gülhan Türkay bizimle birlikte. Hoş geldiniz hocam!
Gülhan Türkay: Hoş bulduk!
ST: Şahane bir temponun içinden çıkıp geldiniz, onun için de ayrıca teşekkür ederim, katıldığınız için.
GT: Çok teşekkürler.
ST: Barış Akademisyenleri’nin davasından çıkıp geliyorsunuz, onu takıp ediyorsunuz, çok da farklı dönemlerde ÖES’nın yaşadığı dönemle şimdiki dönemi kıyaslarsak biz bunları da konuşacağız, Manastır’ın içinde nasıl yer bulduğunu konuşacağız ÖES’nın burada. Aslında ÖES’den bahsediyoruz değil mi?
GT: Evet biz ÖES olarak hep anıldık öyle kendimizi isimlendirdik, şimdi ÖES kısaltmasıyla başka bir sendika ya da Öğretim Elemanları Sendikası (ÖGET) diye başka bir sendika var ama bizim sendikamız tabii 1994’te kurulan, o günkü şartlara göre kamuda memurların örgütlenmesi sırasında öğretim elemanlarını da Eğit-Sen ya da Eğitim-İş’ten ayrılarak ya da orada örgütlenmek istemeyen, orada çünkü genellikle öğretmenler, orta öğretim, ilk öğretim öğretmenleri örgütleniyordu, öğretim elemanları örgütlenmesinde bir boşluk vardı. 80’ne kadar örgütlenen öğretim elemanları 80 darbesinden sonra bir boşlukta kalmıştı. 90 koşullarının o demokrasinin biraz daha rahatladığı bir dönemde öğretim elemanları da örgütlenmek istediler ve ilk defa Ankara’da bunun çabaları başladı. 3 Mart 1994’te Ankara’da kurucu kurulla birlikte sendikamız kurulmuş oldu. Daha sonra 95’te İstanbul’da ve Mersin’de şubeler açıldı. Biz İstanbul ayağını oluşturuyorduk, İstanbul’da 3 tane şubemiz vardı, İstanbul Üniversitesi şubesi, Marmara üniversitesi şubesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi şubesi. Ben İstanbul şubesinin yönetimindeydim, ayrıca merkez yönetimde yani Ankara merkez yönetiminin de yönetim kurulunda yer aldım. Tabii böyle örgütlenmelerde en büyük sorun bir mekan sorunu oluyor. Çünkü faaliyetlerinizi yürütmeniz için üyelerin sizinle biraraya gelmesi için ve sorunların tartışılabilmesi için bizim rahat bir ortama ihtiyacımız vardı. Tabii örgütlenmenin başı olduğu için de maddi sıkıntılar söz konusu; tek gelirimiz aidatlar olunca böyle bir sıkıntı büyük oluyordu.
ST: İlk yılları?
GT: Evet ilk yıllar, 95.
ST: Ama sonrasında da galiba devam etmiştir o çok çözülebilen bir sorun olarak...
GT: Evet ne yazık ki sendikaların, derneklerin, meslek örgütlerinin çok büyük bir sorunu, çünkü hiçbir ticari kaygı ya da bir şey olmadığı için, bir destek de olmadığı için sadece aidatlara dayanıyor. Herkesten para almak çok zor, öğretim elemanlarından da çok zor! Bu nedene en uygun yeri aramaya giriştik. O zamanki başkanımız Ufuk Uras’tı, Ufuk’un yakın ilişkileriyle biz İstanbul Sanat Merkezi’ne Kumpanya’dan arkadaşımız Nazlı Erayda’nın sayesinde o odayı bulduk. Nazlı hanım bize orada eğer beğenirsek o odayı tutabileceğimizi söylemişti. Biz gittik, gördük ve o an için bize uygun geldi; geniş bir odaydı, odada bir masa, sandalyeler ve evraklarımızı koyabileceğimiz birkaç masa vardı. Ayrıca orada Önder Bilgin de o odalardan birinde kalıyordu, Önder bey o zaman Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesinde çalışıyordu ve eğitimle, öğrencilerle ve öğretim elemanlarıyla çok yakın ilişkide olduğu için bize ayrı özel ilgi de gösteriyordu. Biz böylece her Çarşamba orada toplanmaya başladık. İstanbul Sanat Merkezi ilginç bir yapıydı, çok büyüktü ve uzun koridorları, koridorlarda bir sürü oda olan ve akşamları oldukça ürkütücü olan bir yerdi.
ST: Neden peki?
GT: Yani ışıklar pek yanmıyordu, soğuktu, tavanlar çok yüksekti, biz böyle saat 6-6:30’da toplanır, saat 9-10 gibi çıktığımızda iyice kimseler kalmazdı ve böyle biraz korku, biraz heyecanla o koridorları geçerdik. İşte ortak bir tuvalet vardı, oraya gitme-gelme sorun olurdu. Orada çok güzel toplantılar yaptık, ilk örgütlenme çalışmalarımızı orada yaptık, ilk şube genel kurulumuzu orada yaptık. Bizim için unutulmaz bir yerdi orası çünkü ilk faaliyetimizin başladığı, ilk heyecanların aktarıldığı, bizim toplantılarımıza sadece öğretim elemanları değil öğrenciler de gelirdi. Çünkü öğrencilerin 80’den sonra örgütlenmeleri oldukça zorlaşmıştı, 90’lar yeni yeni bu tür şeylerin başladığı, demokratik hareketlerin başladığı yıllardı, herkes tozlarını atmaya başlamıştı. Üniversitedeki öğrenci örgütlenmesi, hareketliliği veya ses çıkartmaya yeni başladığı yıllar olduğu için bizlere geliyorlardı “hocam şu sorun var, bu sorun var, şöyle yapıldı, şöyle birinin hakkında soruşturma var” gibi pek çok öğrenci olaylarıyla da ilgileniyorduk. Özellikle İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilere bir sert hareket olmuştu ve sonrasında çocuklara soruşturma açılmıştı. İlk defa biz ‘öğrencime dokunma’ kampanyasını başlattık. Bu göğse takılan rozetlerden
ST: Evet öyle bir şey hatta yakın zamana kullanıldı diye hatırlıyorum.
GT: Evet, evet işte onun ilk başlangıcı, akıl edeni biz olduk herhalde, sonra ‘kadına dokunma’ ve sonra bizlere döndü tabii ve ‘hocama dokunma’ diye. Hani biz ‘öğrencime dokunma’ derken onu ‘hocama dokunma’ya döndürdük işi. Onun dışında özlük haklarıyla ilgili, yardımcı doçentlik, araştırma görevlilerinin haklarıyla ilgili çalışmalar yaptık. Öğretim elemanları sendikası demokratik özerk üniversite anlayışı için ortaya çıkmıştı, bunu üniversitede, akademide savunmak için ortaya çıkan bir sendikaydı. Özlük haklarının yanında özellikle bizim akademik özgürlük, ifade özgürlüğü çok önem taşıyordu. Şimdi bugünden başlangıçta konuya girerken dediğiniz gibi bak akademisyenlerin yargılanması davaları sürdürdüğü bu aşamada diyoruz ki ‘o zaman ne kadar özgürmüşüz, bir demokrasi varmış ve ifade özgürlüğü varmış!’ Şu anda ifade özgürlüğünün kısıtlandığı, düşünce özgürlüğünün kısıtlandığı ve bunun özellikle akademisyenlerin birincil görevi olan şeyin nasıl mahkemelerde yargılandığını, ceza aldığını ne yazık ki görüyoruz. Dönüp baktığımız da 90’ların bize gerçekten daha bir özgürlük ortamı sağladığını, en azından düşüncemizi daha özgürce ifade ettiğimizi görmüş oluyoruz.
ST: İlginç bir şekilde 90’lardan hakikaten bir özgürlük ortamı gibi de bir çağrışım çıkıyor yani şimdi buradan baktığımızda aslında bizim programdan önce de belki yeni kuşak demek lazım Yağmur, İlksen ve benim için, biraz daha hakikaten karanlık günlerde ki bir tarafı zaten karanlık günler devam ediyor ama o nüvelerin çıkışından mesela herkes gerçekten tam da sizin bahsettiğiniz gibi bahsediyor; demokratik ortamdan. Gerçekten büyük bir kuşak değişimi, büyük bir özgürlük alanının kısıtlanması zamanı ama Manastır örneği herşeyin ve herkesin birleştiği bir yer gibi. Yani burayı nasıl değerlendiriyorsunuz siz, nasıl çıkmıştır kentin ortasında böyle bir yer ortaya?
GT: Biz Manastır’a geldiğimizde açıkçası böyle bir ortamda yer aldığımızı bilmiyorduk. Bizim yanımızda Adsız Alkolikler’in odası vardı, onlarla bile çok az karşılaşabiliyorduk. Onlar herhalde belli sürelerle toplanıyorlardı, biz bazen kapıları açıp merakla bakıyorduk içeri sonra kendi odamıza giriyorduk. İşte Kumpanya’dan haberimiz vardı, Bedri Baykam’dan haberimiz vardı, arasıra sergiler oluyordu, hatta böyle düşüncelerimiz oluyordu ‘şurada bir iki tablo götürsek bayağı bir aylığımızı öderiz’ gibi! Yani bizim için değişik bir yerdi ama biz kendi konularımıza o kadar konsantre olduğumuz için onlarla çok fazla ilişkiye giremiyorduk. Zaten herkes çalışıyor, herkes 6-6:30’dan sonra oraya geliyor ve uzun saatlerde oluyorduk.
ST: Bir bina müşterekliği gibi bir durum?
GT: Evet bina müşterekliği ama hani huzurluydu, yani şu anlamda hani bir binanın kendi varlığından gelen bir korkumuz oluyordu ama o da komşularımızdan gelen ya da içeride başımıza gelecek gibi bir şeyden bir sıkıntımız yoktu, yani öyle bir huzurumuz rahatımız vardı, rahat hareket ediyorduk, kendi mekanımız gibiydi.
ST: Neden ayrıldı oradan ÖES?
GT: Yine maddi nedenlerle ayrıldık, oranın kirasını biraz sıkışmaya başlamıştık, bir de bize biraz küçük gelmeye başlamıştı, işte biraz daha fazla konfor istemeye başlamıştık. En azından çayımızı yapacağımız bir mutfağı olan, tuvaleti daha rahat kullanacağımız gibi. O dönemde Bilar vardı bilirsiniz Taksim’de İstiklal caddesinde, bir de biz bazı arkadaşlar aynı zamanda ben de Bilar’ın yönetim kurulunda yer alıyorduk. Bilar’a hafta bir gün paylaşma teklifinde bulunmuştuk, onlar da seve seve kabul etmişlerdi, böylece oradan ayrılıp Bilar’a geldik. Bilar’da
ST: Çok da uzaklaşılmamış?
GT: Evet bir cadde atladık, ondan sonra Bilar’da tabii daha rahat ettik, en azından kendi çayımızı yaptığımız, olanakları daha rahat kullanacağımız. Orada da Bilar’ın o sırada seminer programları olduğu için orada da bir hoş ortamdı, entelektüel bir ortamda yer aldık, orası da keyifliydi.
ST: Üretken bir zamandan bahsediyoruz galiba?
GT: Evet 90’lar özellikle çok üretkendi, dediğiniz gibi bazı sıkıntılar yaşanıyordu Çiller dönemiydi ama bu işe ilgisi olan, bu işle aktif olarak uğraşmak isteyen insanlar için çok fazla alan açılmıştı. Yani o 80’lerin karanlık günlerinden sonra 90 bir bahar gibi en azından bu anlamda, sendikal mücadelelerin çok yükseldiği, kamu sendikacılığının çok yükseldiği bir dönemdi. Çok insanla kolkola girmiştik, yani tekrar insanlar birarada olmanın keyfini yaşıyorlardı.
ST: Ayrı düştükten sonra.
GT: Evet ayrı düştükten sonra.
* * *
ST: Az önce burada ÖES’i ağırlamıştık Prof. Gülhan Türkay’la birlikteydik, kendisinden başka türlü bir penceresine baktık Manastır’ın, şimdi başka bir pencereyi konuşmak üzere Mimar Sinan Üniversitesi öğretim görevlisi ve aynı zamanda Türkiye’nin önemli grafik tasarımcılarından Sadık Karamustafa’yı ağırlıyoruz aslında Grafikerler Meslek Kuruluşu (GMK)’nu konuşmak üzere hoş geldiniz!
Sadık Karamustafa: Hoş bulduk!
ST: Teşekkür ederim geldiğiniz için.
SK: Ben teşekkür ederim efendim, sağ olun!
ST: İyi ki katıldınız. O zamanlar Manastır’ın içine baktığımız zaman sizinle daha öncesinde de konuştuk programdan önce, işte pek çok meslek kuruluşu, sendika, toplumsal hareket ya da sanatçıların olduğu bir üretim merkezinden bahsediyoruz. GMK da oradaymış, nasıl yolu düştü o zamanlar, nasıl buluştunuz Manastır’la sizler?
SK: GMK 1979’da kuruldu, grafik ve tasarım alanında çalışan, üreten insanları biraraya getiren bir kuruluştu. Birçok alanda etkinliği vardı, işte tasarımcıların haklarını korumak, yarışma yönetmelikleri hazırlamak, buna benzer sergiler yapmak, bir farkındalık, bir bilinç yaratmak üzerine kurulmuş bir kuruluştu. Daha önce Grafik Sanatçıları Derneği diye 1968’de kurulmuş ama Mengü Ertel, Yurdaer Altıntaş, Sait Maden ve arkadaşları tarafından, pek yürümemiş, 79’da GMK yani Grafikerler Meslek Kuruluşu bugünkü adıyla Grafik Tasarımcıları Meslek Kuruluşu 79’da kuruldu. En belirgin işlerinden biri her yıl düzenli olarak Grafik Ürünler Sergisi adı altında o yıl ülkede üretilen grafik tasarımların bir sergisini yapmaktı. Bu sergi yarışmalı bir sergi, çeşitli ödüller veriliyor. Ben de ilk üyelerinden biriyim, çok ilk demeyelim, 1 yıl sonra üye oldum, bir grup olarak yönetime geçtik 1981-82’de. Epey farklılıklar, farklı işler yaptık fakat bir sivil toplum kuruluşu, meslek kuruluşu olmak çok zor bir iş Türkiye’de. Dernekler kanunu diye bir tuhaf yapıya, şemsiye yapıya bağlısınız. Buna rağmen nasıl olduysa 80 darbesinden sonra Grafikerler Meslek Kuruluşu herhalde ‘meslek’ lafı olduğu için kapatılmadı, kapatılmayan ender kuruluşlardan biridir. Biz faaliyetimize devam ettik. 1982’de Yurdaer Altıntaş, Bülent Erkmen, Cemalettin Mutver, Emre Senan gibi arkadaşlarla, bir de yanımıza genç arkadaşları alarak derneğin yönetimine talip olduk, girdik. Birçok etkinlik yaptık. Bu yıllar içinde, yani para yok pul yok, işte 3 kuruşluk aidatla dönmeye çalışan bir iş, bir yapı, dolayısıyla bir yeri yoktu.
ST: Ondan öncesinde nerede buluşurdunuz?
SK: Hep yönetim kurulunun üyelerinden birinin ofisinde olurduk. Ne bir personeli vardı, vs. 1995’e geldiğimizde böyle bir imkan çıktı. Kim haber verdi bilmiyorum ama Tarlabaşı’nda Manastır diye bir yer var birçok sivil toplum kuruluşu, tiyatrolar, atölyeler orada toplaşmış durumdalar, siz de ister misiniz böyle bir şey dendi. Aman dedik yahu istemez olur muyuz?
ST: Peki özür dilerim böldüm ama mesela aklınıza bir ofis tutmak vardı da yer mi bulamıyordunuz yoksa
SK: Hayır, paramız yoktu. Sadece saygınlığımız vardı, yani Türkiye’de bu işi yaptığımız biliniyordu. Bir kısmımız pratiğini yaparken işin bir yandan da öğretim elemanı olarak çalışıyordu. Ben 89’da eğitime başladım ama grafik tasarımcılığım 50 yılı geçti. Dolayısıyla reklam ajanslarında çalışır bizim üyelerimiz daha çok yani reklam sektörü grafik tasarım en iyi müşterisidir. Okuldan mezun olur, reklam ajansına girer, orada çalışır, böyle bir bağlantımız vardır ama kimseden de bir şey isteyecek halimiz yoktu çünkü bizim etkinliklerimiz ne sponsora ilginç geliyor, ne destekçiye ihtiyaç, biz öyle kendi kendine işini yapan insanlarız. Sonuçta böyle bir öneri gelince biz “aman hadi gidip bakalım!” dedik. Muazzam bir şey, o bina bir kere böyle merdivenlerden çıkılıyor ve bize verdikleri yer de 2 ya da 3 büyük salon, oda da değil! Yani rüya gibi bir şeydi.
ST: Kaçıncı katıydı onu hatırlıyor musunuz?
SK: Terasın altındaki bir kattı, dolayısıyla hemen çalışmaya başladık orada. Üstüne üstlük bir de biraz galiba bir yerlerden para bulmuştuk bir müdür bulduk kendimize, Ahmet Ünver gazeteci arkadaşımız. Bizimle çalışmayı kabul etti, dolayısıyla hem bir yerimiz oldu hem bir müdürümüz oldu. Yani inanamadığımız bir şeydi. Hemen çalışmaya başladık, ilk etkinliklerden biri Exlibris sergisi düzenledik orada.
ST: Önemli sergilerden biri değil mi?
SK: Yani ilklerden biri, Exlibris garip bir mecradır, şu anda bir fonksiyonu olmayan sadece yani kimse kitabının arkasına, kapağının içine bir exlibris yapıştırmıyor ama 19. Yüzyıla kadar çok kullanılan bir mecraydı. Bir anlamda da baskı sanatının bir alanıydı exlibris dolayısıyla öyle bir şeye giriştik. Ben Amerika’dan bir sergiden öyle bir çağrı almıştım 100 Exlibris diye, kendi exlibris’imi yaptım ve ilk ve son iştir o anlamda. Fakat o alanda çalışan Hasip Pektaş ki halen Türkiye’de bu dalın en iyi uzmanlarından biridir, onunla işbirliği yaptık, öğrenciler arasında bir yarışma düzenledik. Bir de Hasip Pektaş’ın işlerinden bir sergi hazırladık ve bu sergiyi orada sunduk. Bu sergiyi kitap fuarının, İstanbul 14. Kitap Fuarı’nın paralelinde yaptık, onların desteğiyle yaptık. Bir yandan Tepebaşı’nda kitap fuarı yapılırken bir yandan da bu sergi vardı, bayağı gezen de oldu. Bir yıl kaldık burada çok fazla kalmadık.
ST: Tarihler tam neydi?
SK: 1995’de bu sergi hemen notlarıma bakıyorum izninizle, 6-25 Kasım 1995’te yapılmış, demek ki biz 1995’in son aylarında buraya girmişiz. Birçok şeye başlangıç oldu, vesile oldu burası bizim için. O sırada İstanbul Menkul Kıymetler Borsası bir logo yarışması yapıyordu, GMK’nun bir yarışma yönetmeliği vardır, bu yarışma yönetmeliğine uygun yapılırdı Türkiye’deki grafik tasarım yarışmaları. Bu vesileyle Tuncay Artun’la tanıştık borsanın başkanı. Pek bir uyuştu şeylerimiz, geçmişimizden de biraz galiba şeyimiz var, o da 68 kuşağından biri. Birbirimizi tanıyormuşuz meğer, çok ilgilendi Tuncay bey. Konuşurken, galiba jüri çalışmasını da o merkezde Manastır’da yapmıştık yanlış hatırlamıyorsam, destek vermek istedi bize. “Aman ne güzel, ilk defa böyle bir sponsor bulacağımız kendimize galiba!” dedik ve o yarışma iyi de sonuçlandı. Borsada Türkiye’den afişler diye bir sergi açtık, bu sergiyi daha önce dünyanın çeşitli yerlerinde, Kanada’da, Almanya’da ve ABD’de açmıştık. Orada biraz daha 93 ve 95 işlerini biraraya getirerek bir afiş sergisi yaptık. Pek de borsa bizim orada yapmadık ama orada hazırladık sergiyi borsanın sanat galerisinde yapıldı. İşte Tuncay bey..
ST: Taksim’de miydi o Harbiye’de mi?
SK: Hayır İstinye’de, yeni binada. Yani iyi bir ilişki başlamak üzereyken Tuncey beyi kaybettik. Ondan s sonra yine biz orada hızla çalışmaya devam ettik. O yıl GMK’nın uluslararası alanda boy göstermesinin başlangıcıdır. Grafik Tasarımcıları Uluslararası Konseyi İkograda’nın üyesi olduk o yıl. Bütün bunların hazırlıkları hep Manastır’da yapıldı. Ben İkograda’nın başkan yardımcısı oldum, artık GMK’daki başkanlık görevini bırakmak istedim, çünkü hem hocalık yapıyorsunuz, hem profesyonel olarak hayatınızı bir işle kazanıyorsunuz, fazla gelmeye başladı, başka arkadaşlara devrettim. Neden sonra öğrendim ki arkadaşlarım oradan vazgeçmişler ve Fulya’da bir apartman dairesi tutmuşlar. Böylece 1 yıllık maceramız orada sona ermiş oldu.
ST: Evet Açık Radyo burası ve Manastır programını dinliyorsunuz şimdi, Manastır’ın toplumsal hareketler kısmını konuştuk. 2 konuğu ağırladık burada, biri Öğretim Elemanları Sendikası’ndan Prof. Gülhan Türkay’dı, diğer isim de Grafikerler Meslek Kuruluşu şimdiki adı da Grafik Tasarımcılar Meslek Kuruluşu olan kurumdan Sadık Karamustafa’ydı o dönemde Manastır zamanında da başkanıydı. Türkiye’nin önemli tasarımcılarından ve Türkiye’nin önemli hocalarından 2 isim buradaydı. Bugünlük sonuna geldik Manastır programımızın, eğer tekrar dinlemek isterseniz kayıtlarımızı saltonline.org adresine yönlendirelim sizi ya da bize bilgi göndermek isterseniz [email protected] adresine yazmanız mümkün, yanısıra acikradyo.com.tr adresinden de Manastır’la ilgili yaptığımız bütün programların deşifrelerini bulabilirsiniz. Bir kaynak olarak bu programı da kullanabilirsiniz hatta diyelim. Bugünlük burada sona erdi, sondan bir önceki programı bu arada Manastır’ın, bunu da söylemiş olalım. 2 hafta sonra tekrar burada olacağız Yağmur, İlksen, ben bu programı kapatıyor olacağız. Teknik masada Barış Demirel, Selahattin Çolak ve Ömer Şahin’le birlikteydik bugünkü yayınımızda. 2 hafta sonra son Manastır’da görüşmek üzere diyelim, şimdilik hoşça kalın!