Bu hafta mimar ve kent aktivisti Korhan Gümüş ile Yağmur Yıldırım, 80'lerden bugüne kent hareketleri belleğinde Manastır'ı ve ilişki ağlarını konuştular. Manastır'ın bir dönem ağırladığı, Bilsak'ta "yeşeren" bağımsız örgütlenmelerin izini, Dalan'ın Beyoğlu projelerinden 1999 depremine ve 3. Köprü'ye uzanan pek çok mücadelede takip etmek mümkün.
Yağmur Yıldırım: Merhabalar, Manastır’ı dinlemektesiniz, ben Yağmur Yıldırım. Üçüncü hafta üçüncü programı yapmaktayız, benim de ikinci programım oluyor. İlksen ve Seçil’le birlikte ‘Manastır İstanbul Sanat Merkezi’nin tarihine bugünden bir bakış’ isimli programlar serisini gerçekleştiriyoruz. İlk hafta Manastır hikayesi İstanbul Sanat Merkezi olarak bildiğimiz Tarlabaşı’nda Sakızağa caddesi üzerindeki binanın tarihinden, hikayesinden bahsettik. Bir sözlü tarih projesi gerçekleştirmişlerdi Volkan Arslan ve Merve Elveren birlikte, ikinci hafta da İlksen Mavituna Manastır’ın tarihinin ilk gününden belki de son günlerini, kapısına kilit vurulduğu, mühür vurulduğu zamanlara kadar olan bekçi Savaş Kaplan’ı ağırlamıştı. Üçüncü konuğum Korhan Gümüş, kendisi hem bir Açık Radyo programcısı olarak Açık Radyo dinleyicilerinin yakından tanıdığı bir isim, hem de Manastır’ı konuşurken kent mücadelesinin bu kadar içinden gelen, Manastır’ın havasını solumuş, Beyoğlu’nun, Tarlabaşı’nın hikayesini iyi bilen birisi olarak üçüncü programda gelmesini çok önemsedim. Teşekkürler geldiğiniz için.
Korhan Gümüş: Ben teşekkür ederim.
YY: Manastır bildiğiniz üzere, ilk programda da bahsetmiştik, bu arada Açık Radyo’da kayıt arşivinden de ulaşabilirsiniz eski programlara, Tarlabaşı ve Beyoğlu’nun tarihinde de tam bu yıkımların olduğu, bulvarın açıldığı 80’li yılların ortalarında o zamana kadar kesintisiz 19. yüzyılın sonundan devam eden bir yer, Ermeni Katolik kız okuluydu. 82 yılında semtin ortamı ‘uygunsuz’ bulunduğu gerekçesiyle okul kapatıldı. 86 yılında da içine ilk sanatçılar girmeğe başladı. Bir yandan Bedrettin Dalan o sırada Tarlabaşı bulvarını açmıştı, dönüşümler yaşanıyordu, bir yandan göç dalgaları, şehrin modernleşmesi ve giderek büyümesiyle büyük göç dalgaları ve yeni bir çeşitlilik aslında Beyoğlu'nda ve Tarlabaşı’nda oluşmaya başlamıştı. Enterasan da bir zaman aslında bu ilk sanatçıları ya da ilk aslında film seti olarak kullanıldığına insanların girmeğe başlaması. O zamanlar ne oluyordu, siz aslında birebir, bizzat o sürecin içinde olan da bir insansınız.
KG: Aslında Manastır’ı konuşurken tabii onun öncesinde bir iki yer daha var, hepsini birlikte belki ele almak lazım. Bir tanesi Bilsak, Mustafa Kemal Ağaoğlu’nu analım burada, orası da kucaklayıcı bir mekandı, aslında herkesi içine alıyordu, orada sanat etkinlikleri oluyordu, konuşmalar yapılıyordu. Diyebilirim ki Bilsak ve Bilar, bunlar şirket olarak kurulmuş yapılardı ve tam 80 darbesi sonrasında geniş bir katılımla, tıpkı Açık Radyo gibi oluşan fakat canlı kalması için de katılım olması gereken yapılardı. Bu mücadeleler tabii siyasi plandaki bir şeylere işaret etmekle birlikte, yani daha derinde siyasi sorunlara işaret etmekle birlikte kent mücadeleleri ve çevre konuları, kimlik meselesi öne çıktı. Bilsak’taki toplantıları ve çalışmaları hatırlıyorum, burada Abdurrahman Dilipak’tan Gencay Gürsoy’a kadar bir dolu insan, İslamcılar, eşcinseller, komünistler, herkes biraraya gelip şehir mücadeleleri üzerine konuşuyorlardı, tartışıyorlardı ve birlikte eylemler de yapıyorlardı. Mesela Dalan’ın yıkımlarına karşı mücadele yürütüyorlardı. Bu mücadelelerden Tarlabaşı’nda başarılı olunamadı ama oradan çıkarılan bir dersle, çünkü Tarlabaşı’nda Dalan karşısında bir eliti, yani mimarları ve şehir plancılarını hedef aldığı için “burası bizim ecdadımızın eseri değil, kolaylıkla yıkılabilir” falan gibi tezler ileri sürüyordu. Dolayısıyla karşımızdaki bu billurlaşmış görüşe karşı biz daha çok halkla bütünleşen, mesela Galata yıkımlarının engellenmesi böyle oldu, 87’lerde Galata yıkımları gündeme geldiğinden Büyükhendek caddesi, Küçükhendek caddesini birleştiren aradaki yapı adasını yok edip turist otobüslerinin kuleye daha rahat gelmesini sağlayacak, oradaki perspektifi, dokuyu tamamen değiştirecek bir şey yapılacaktı. Tabii bu bir taraftan entelektüel şeyi, insanların şeyini zorluyordu, yani böyle bir şey kabul etmek ama diğer taraftan orada yaşayan insanlar da tamamen unutulmuştu, onlar yok sayılıyordu. Dolayısıyla bu girişim mesela gidip oradaki halkla ilişki kurdu ve çok enteresan bir taban hareketine dönüştü. Bir tarafında reklamcılar, müzisyenler, basın temsilcileri, yazarlar, yani bir tarafında çok güçlü bağımsız kültür insanları vardı, öbür tarafta da yerel halk ve Dalan yıkamadı Galata’yı bu yüzden. Orada 3 gün 3 gece direnildi, afişler yapıldı, afişler çok başarılı oldu, basında sürekli ön sayfadan yer aldı bu direniş. Mesela o çok önemli bir örnektir, bunun gibi tabii sayısız örnek var, işte Taşkışla’nın otel yapılmasına karşı, Hyatt Regency’nin inşaatına karşı, Gezi parkındaki ağaçların kesimine karşı, vs. sürekli eylem halindeydi ve sonunda bu Bilsak’ta bir taraftan böyle bir aktif şey olurken buradan mesela bir yeşil hareket doğdu, yeşil dayanışma, işte nükleer karşıtı platorm, vs. Bunlar yer arıyorlardı, çünkü o kadar çok insan gelip gidiyordu ki sığılmıyordu, bazen o küçük toplantı salonuna 100-150 kişi geliyordu, yani salonlara sığılamıyordu. İşte bu Manastır aslında böyle bir keşif oldu, orası plato olarak kullanılırken biz aslında orayı tam anlayamadık Nuran Yavuz’la ilk girdiğimizde, sağ olsun birlikte gitmiştik, o kapıdan girip içeride kiliseyi görünce, gerçek bir kilise, bizi gezdiren, kapıda karşılayan kişi aslında orayı işleten kişi dedi ki “hapishanemiz de var, mahkememiz de var, isterseniz başka bölümler de var”. Biz bunların hepsini sahici zannettik! Tarlabaşı’nın ortasında bir mahkeme! Tarlabaşı’nın ortasında kilise, gerçek değil mi gerçek ama diğerlerinin de yani kilise de dekor olarak kullanılıyordu sonuçta, mahkeme de ama hapishane de basbayağı bir demir parmaklıklı hapishaneydi. Biz bunları görünce “allah allah Tarlabaşı’nda neler varmış!” dedik. Sonra tabii oradaki etkinlikler başlayınca, yavaş yavaş kullanım çeşitlenince, çevre toplantıları orada yapılmaya başlanınca, orada sürekli bir yer tutulmuştu falan. Buradan çok parlak insanlar çıktı onu söyleyebilirim yani sahiden çok şeyi de etkili olan, mesela ne bileyim nükleer karşıtı platform içinden mesela, öyle genç insanlar vardı ki bunlar politik anlamda bakana televizyonda kafa tutacak kadar, onu mat edebilecek kadar da bilgili ve donanımlıydılar. Yani gerçekten böyle bir şey hareketi ortaya çıktı. Bunun ben köklerinin şeye uzandığını söyleyebilirim, deprem zamanındaki sivil hareketlilikte de aynı kişiler şey yaptı, Aydınlık İçin Yurttaşlık Girişimi mesela. Buraya kadar uzandı, üçüncü köprüye karşı olan mücadele, Gökkafes mücadelesi, orada da çok geniş bir platform oluştu, Aynı şekilde bu Habitat konferansı öncesinde, yani 94 yılıydı zannedersem Habitat konferansı öncesi, Birleşmiş Milletler zirvesi öncesi çok kritik bir dönemdi, sürekli köyler yakılıyor, insanlar ölüyor falan, adeta buradaki filizlenen bağımsız hareket devletin politikalarının, yerleşim politikalarının gözden geçirilmesine neden oldu. Çünkü tam bu uluslararası konferans öncesi uluslararası planda bir sivil toplum dayanışması oluşturdu 94 yılında ve Açık Radyo da bunun önemli temsil sahnelerinden biri. Bu topluluğun enerjisi hiçbir imkanları olmadığı halde taa Bilsak’tan başlıyor diyebilirim. Bu arada tabii sanat faaliyetleri de var orada gerçekleşen, işte bu seratonin etkinlikleri; bir tanesi Feshane’de olmuştu, o da ayrı bir damar. Yani kent mücadeleleri bir tarafta, bir taraftan da bu işlevini yitirmiş ya da böyle kamusal işlevini kaybetmekte olan İstanbul’un, eski kamu işlevleri diyelim, bunlar şehre hizmet veren sanayi yatırımları falan buralarda sanat yoluyla bir takım alternatifler arandı. Mesela Feshane’de koskoca bir alanın içi tamamen doldu, yani böyle bir şey, hiçbir bütçe olmadan, hiçbir kamu desteği olmadan sanatçılar tarafından yapıldı. Feshane de öyle, bunu yapan arkadaşlar da bayağı yani bundan sonra da devam ettiler çalışmaya aynı yöntemleri kullanarak.
YY: Bu herkesin, tüm birikimini, elindeki avucundakini koyduğu, şartsız, koşulsuz sonuna kadar bir dayanışma sergilediği ve bence şu enteresan, tamamen bağımsız bir örgütlenme, yani yeşiller derneği, yeşil dayanışma olarak geçiyor şu anda Manastır’dan yolu geçenler için, listesinde de görebilirsiniz sözlü tarih projesinde fakat hakikaten bir grup arkadaş dayanışmayla bir şekilde başlanan, hatta böyle yarını bile belki tahmin edemeden tüm birikimlerinizi harcadığınızdan bahsediyordunuz programdan önce, öyle de bir örgütlenmeymiş hakikaten. Bir yandan Habitat zamanında çok büyük yaptırımlar olduğundan bahsediyorsunuz, 99 depremi zamanında çok büyük örgütlenmeler aslında vesile olan da bir oluşum. Her zaman Manastır için biz ilginç bir birarada yaşama kesiti sunuyor, öyle bir mekan gibi konuşuyoruz ve aslında kent belleğinde de, kent mücadelesi belleğinde de aslında büyük yeri olan birçok örgütlenmenin, dayanışmanın, bağımsız örgütlenmenin yolunun da geçtiği bir mekan. Aslında şunu da merak ediyorum, Bilsak’ta yaptığınız toplantıları sonra Manastır’a taşıyorsunuz değil mi oradaki insanlarla birlikte?
KG: Evet, orada filizlenen, mesela burada kimler vardı? Mesela Hrant Dink katılıyordu bu toplantılara ve çok önemli bir şey. Hrant’ın mesela “siz bu çevre, kent meseleleriyle uğraşıyorsunuz ama bunun arkasındaki derin problemin farkında mısınız?” diye bize sormuştu bir gün, onu hiç unutmuyorum ve kafamıza da dank etmişti. Biz işte ağaçlar kesiliyor, şehir içindeki tarihi yapılar yok ediliyor, insanlar yerinden ediliyor falan, buna karşı bir mücadele yürütüyoruz ama bunun arkasında asıl çatışmacı bir rejimin olduğunu, yani bunun köklerinin aslında çok daha derinlere gittiğini biz fark ediyorduk, yani bunun farkında olduğumuz için de yaptığımız şeyler aslında bir tür şeyin ortaya çıkması gibi oluyordu, yani bastırılmış olanın açığa çıkması gibi. Aynı Gezi olayında olduğu gibi, farklı insanlar yanyana geliyorlar hiçbir şekilde üzerlerine vazife olmadığı halde, hiçbir imkanları olmadığı halde evlerindeki bilgisayarları hergün taşıyorlardı mesela. O zaman bilgisayar pahalı bir şey ve çok fazla yok, evimizdeki bilgisayarı alıp her sabah Bilsak’a taşıyorduk, sonra akşam tekrar eve götürüyorduk. Yani bir laptop gibi bilgisayarı kullanıyorduk. Mesela bunun gibi. Kirayı ve telefon paralarını kendi cebimizden karşılıyorduk. Aslında bir tür gerilla gibi, şehir gerillası, yani buna öyle bir terim konur mu bilmiyorum, çünkü yani kendi kendini şey yapıyordu. Zaten bu işe katılan insanların imkanları sınırlı da olsa çok büyük bir şeye ihtiyaç duymuyordu, işte yanında şeyler çalışmadığı için 2 telefonla idare ediyorduk mesela, Bilsak’da 2 telefon bize ilk başta yetiyordu. Sonra tabii büyüyünce özellikle bu Birleşmiş Milletler konferansı öncesinde 94 yılında artık iş şeye dönüşmeye başlayınca büyükelçiler falan gelmeğe başladı bizim toplantılara ve bizi de biraz tehdit eder gibi konuşmaya başladılar. Yani “siz nesiniz ki, devlet işlerine niye karışıyorsunuz? Hadi çekilin şu ayak altından!” falan gibi şeyler söyleniyordu. Biz onunla yetinmedik mesela gidip Taşkışla’nın karşısında Pastör hastanesi vardı, onun büyük binaları vardı ve boştu, gidip oradaki büyük binayı mesela kendimiz onardık, boyadık falan orayı kullandık. Orası NGO center haline geldi. Aslında bu Manastır gibi, Bilsak gibi şeyler, Bilar’daki mesela şehir tarihi çalışmaları, mesela Kadıköy tarihi üzerine Asonsion kilisesinin baş rahibi Joseph Rat’ı davet ediyorduk, o bize uzun süre Kadıköy tarihini anlatıyordu. Böyle ilginç bir üniversite gibiydi. Belki Bilar’ın bir gün tarihi yazılır, orada sahiden çok önemli bir üretim var, çok değerli çalışmalar yapıldı, Habitat sırasında da orası bir araştırma merkezi gibi kullanıldı, küresel bir alışveriş platformuna dönüştü bu ortamlar. Yani sadece yerel, kapalı, küçük topluluklar değillerdi, aynı zamanda mesela Kanada’daki bir ağla, Kolombiya’daki bir STK ile, Hindistan’daki bir baraj inşaatının yerinden edeceği insanlarla bile ilgilenebiliyorduk, öyle bağlantılar kurulabiliyordu.
YY: Bir yandan şunu da merak ediyorum, siz Bilsak’ta toplantılar yapıyorsunuz ama Pastör hastanesinden önce galiba bazı toplantıları Manastır’a mı taşıyorsunuz? Mekanda nasıl bir etkileşim var ya da sizin hafızanızda nasıl, kimler var o dönem, kullanıcıları kimler?
KG: Oraya yolu düşenler aslında bir çok yerde daha var oluyorlardı mesela bu un fabrikasını örnek verebilirim, Kasımpaşa’daki un fabrikası, özellikle Arhan Kayar ve Hüseyin Katırcıoğlu’nun girişimleriyle orası bir sanat platformuna dönüştü. Yani Bilsak aslında mekan olarak yetersiz olduğu için, yani sonuçta küçük bir apartman, bu apartmanın bütün katlarını kullanmıyorduk zaten, bir iki katını kullanıyorduk hepsi hepsi. Oradaki mekan sıkışıklığı yüzünden ikinci adımda başka bir mekana daha geçiliyordu mutlaka, orası kullanılmaya başlıyordu. Un fabrikası uzun süre kullanılmaya çalışıldı sonra o şey olay olunca Hüseyin, çünkü herkes kendi imkanlarını kullanarak oraya var etmeye çalışıyordu, çatıdan düşüp çok talihsiz bir şekilde kaybedilince. Tabii bu çok önemli bir kırılma noktası oldu, o mekanı terk etti insanlar, un fabrikası yoksa çok parlak bir örnekti, oraya çok sayıda insan geliyordu. Aynı şekilde bu Pastör hastanesinin NGO center olarak kullanılması, STK’ların merkezi gibi kullanılmasının yanında mesela hayvan hakları mücadeleleri falan da aynı platformu kullanıyordu. Yani herkese açıktı; insan hakları kuruluşları mesela Türkiye tarihinde ilk defa farklı farklı ilgi alanlarına sahip olmalarına, ilgi alanlarına rağmen ilk defa birlikte çalışmaya başladılar. Çevre kuruluşları, kadın kuruluşları, çocuk kuruluşları, eğitim kuruluşları, bunların hepsi böyle bir şekilde irtibatlandılar. Bu çok önemli bir gelişmeydi ve devlet de aslında bunu reddetmedi, yani karşısına bir şeyle çıkmadı. Kimi zaman mesela bir sabah Pastör hastanesinin etrafının panzerlerle çevrilmişti, onu gördük ama bunlar çok küçük şeylerdi, asıl süreklilik gösteren bu sivil girişimin, böyle bir bağımsız insanlar topluluğunun kabul görmüş olmasıydı. Yani devlet bu şeyi püskürtemedi. Mesela nasıl Dalan zamanında Galata’ya dokunmadı, dokunamadı çünkü, oradaki direnişin gücünü görünce, bütün şeyiyle yani hem bir taraftan basında ön sayfadan yer alıyordu bütün haberler, üçüncü köprüde de öyle, gökkafeste de öyle oldu. Gökkafes mücadelesinde bir anda bütün şey desteklemeye başladı, kamuoyunun oluştuğunu gördük. Üçüncü köprü mücadelesinde mesela bizatihi o köprünün geçeceği yani Kandilli ile Arnavutköy üzerindeki hatta çalışıldı, oradaki insanlar bilgilendirildi, onlar katıldılar mücadeleye falan. Böylece yerel inisiyatiflerin sayısı o tarihte 90’ları geçti. Benim elimde bir telefon listesi var o tarihe ait olan 90 küsur tane yerel girişim var bu şeyle irtibatlanmış, yani bu Bilsak’taki ofisle ve daha sonra da Erol Dernek sokakta bu deprem öncesi oluşan ortak kullandığımız bir bina vardı, aslında o da ilginç, birlikte bir binayı kullanmak.
YY: Evet o inanılmaz.
KG: Yani bir taraftan insan hakları kuruluşları, bir taraftan hukukla ilgili çalışan kuruluşlar, bir taraftan insan yerleşimleriyle uğraşanlar, bunların hepsi mekanı bölüşüyorlar ama ortak şeyleri yapıyorlar. Bu mesela depremin olduğu gün çok işe yaradı, öyle ki bütün ulaşım koordinasyonu bizim üstümüze kaldı. Bütün hava limanından gelecek ilaçların aktarılması, bölgeyle karadan değil de denizden, deniz otobüsleriyle ilişki kurulması, jeneratörlerin nerelere teslim edileceği falan bu böyle 5 sene kadar sürdü. 5 sene boyunca oradaki gönüllü insanlar hiç oturmadılar Cumartesi, Pazar dahil çalıştılar. Bu, bir şeyleri değiştirmenin, bir şeylere yaramanın getirdiği bir aslında dinamizm diye düşünüyorum. Çünkü insanlar sahiden bir şeyle uğraşırken bir sonuç aldıklarını görebiliyorlarsa daha büyük bir aşkla sarılıyorlar. Biraz öyle oldu Bilsak’ta başlayan çalışma.
YY: Bilsak’ta başlayan çalışma bir de üçüncü köprü mücadelesine kadar uzanan ve hatta az önce depremden bahsettiniz, birçok paylaşımın bir araya geldiği büyük bir yapıya da dönüşüyor. Mesela hayvan hakları var, insan hakları var, her ne kadar ‘yeşil dayanışma’ diye bir ismi olsa da bağımsız bir örgütlenmeden bahsediyoruz. Bunun yanısıra Manastır binasının yapısında da gördüğümüz gibi sanatçılar, grafik tasarımcılar, reklamcılar gibi yeni yeni aslında şekillenen İstanbul’un kültür ve yaratıcı kendi kültürel ifadelerinin belki de arayışında olan bir yığın oyuncusu da aslında bu dayanışmayı bir şekilde kendi üretimleriyle destek oluyor. O bakımdan da enteresan bir dönem ve enteresan bir örgütlenme, bir yapı bu.
KG: Aslında kamu alanı dediğimiz zaman biz hep resmi alanı anlıyoruz, bir park ya da bir havagazı fabrikası, vs. aslında kamu alanı dediğimiz şeyin içine pekala öznel şeyler girebiliyor ve bunlar birbiriyle temas ederek o kamusallığı şekillendirebiliyor. Dolayısıyla sabitlenmiş bir işlev değildi bu, zaman içinde değişiyordu. Ben birçok farklı örgütün içinde yer aldım mesela ama bunların hiçbirinin tüzel kişiliği de yoktu, öyle tanımlı kişilikler değildi, Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi mesela sivil bir hareket, bir yurttaş girişimi. Bu hareket tam da bu Susurluk kazasının sonrasına gelmişti ve aynı Manastır’da olduğu gibi bu Erol Dernek sokaktaki Hanif han bir anda bir STK merkezine dönüştü. Bütün binanın katları kullanılmaya başlandı, ilk önce bir katı kullanılıyordu, Onat Kutlar’ın odasını kullanıyorduk mesela, oda doluyordu, masada oturacak yer bulamıyorduk. Yani o kadar çok insan geliyordu ki şaşkınlıktan, orada yemek pişiriyorduk mesela, yemek çıkıyordu, çevirmeli telefonlar kullanıyorduk, bütün ajanslar bizden haber alıyordu çünkü bütün bilgi bizim merkezde toplanıyordu. Onun için böyle orgeneraller falan geliyordu, NATO’nun başındaki orgeneral bile ziyarete gelmişti! Belediye başkanları ziyarete geliyorlardı. Fakat şöyle teklifler de oluyordu “size bir bina verelim” fakat biz bunun ne manaya geleceğini düşündüğümüz için pek kabul etmiyorduk. Mesela şunu teklif ettiler onu hiç unutmuyorum, Amerikan başkonsolosluğu binasını bize vermeyi teklif ettiler, orayı bir NGO center haline getirin diye. “Peki ne yapacağız?” dedik “şimdi yaptığınızı yapmaya devam edin, hatta size bütçe de veririz” falan dediler. Bunlar çok tuhaf şeylerdi.
YY: Evet evet.
KG: Biz böyle basit şeyler yaparken birileri desteklemeye çalışıyordu ama hep reddediyorduk, yani istemiyorduk; “yok, sizden gelecek desteği biz kabul etmiyoruz”.
YY: Evet doğasına da aykırı. Sonuna gelirken programın aslında ben bu kendi mekanlarınızı kendiniz buluyorsunuz ya, sizin aslında zihninizdeki o dönemki Manastır nasıl bir yerdi? Kimi toplantılarınızı taşımıştınız ve birarada insanların yaşayıp ürettikleri de bir yerdi. İlginç bir şekilde iki girişimcinin Yeşilçam filmlerine dekor ararlarken buldukları ve okul kapatıldıktan sonra içine yerleştikleri bir yapı. Daha sonra yavaş yavaş canlanmaya başlıyor, içinde reklamcılar geliyor, burada bauhaus modeli bir eğitim kurabileceğimiz atölyeler yapacağız diye 80’ler sonu 90’lar başında sanatçılar gelmeye başlıyor, bir yandan STK ve çeşitli toplumsal organizasyonlar yerleşmeye başlıyor. Siz de ara ara orayı kullanıyorsunuz. O zaman birazcık bir kazı yapar gibi de sormak istiyorum; nasıl hatırlıyorsunuz?
KG: Ticari bir boyutu olmadığını söyleyebilirim, yani ticari bir faaliyet olmadan kullanılabileceğini gösteriyordu mekanın ama kendi ekonomisini de kendi içinde yaratıyordu. Yani insanlar telefonu parasını kendi aralarında toplayarak ödeyebiliyorlar. Oradaki şey aslında uygulamalı olması, yani sadece toplantı yapılması, konuşulması, eğitim verilmesi değil. Mesela Bilar’ın ve Bilsak’ın farklılıkları buydu, uygulamalı diyebileceğimiz bir şey, yani insanlar burada toplanıp aynı zamanda da kent hareketleri içinde de yer alıyorlardı. Birçok hareket çıktı bunun içinden, sadece kentle ilgili konularda çalışanlar değil, yani hayvan hakları konusu gündemde çok yer tutmaya başladı, hatta orada düzenlenen bir basın toplantısı çok etkili olmuştu, onun sonucunda bayağı bir şey oldu yani kamu yöneticilerinden falan böyle kriz geçirenler falan oldu. Köpeklerin zehirlenmesine karşı orada bir basın toplantısı resmen şok etkisi yarattı. Yani böyle bastırılmış olan bir takım şeyler daha semptomatik bir şekilde sanat alanında ve kent mücadeleleri alanında bir tür ortamı değiştiriyordu. İnsanlar bunları konuşarak, çalışma ekseninde çözemedikleri şeyleri aslında böyle bir ortamda karşılaşarak, tartışarak aralarındaki anlaşmazlıkları çözebiliyorlardı. Orada cinsiyetle ilgili konular çok rahat konuşuluyordu, kimlikle ilgili şeyler çok rahat konuşuluyordu. Böyle bir eş ilişki ortamıydı. Manastır aslında mimari yapısı itibariyle çok farklı hacimlere sahip olması ve aslında bunun eklektik bir şekilde de yanyana gelmiş olması, mesela içine kurum da girebiliyordu, kendi işyerini kurmak isteyen bir insan da oradan bir yer kiralayabiliyordu. Böyle şeyleri aslında kamunun desteklemesi lazım. Depremde de aynı şey oldu, İstanbul’da birçok bina bu şekilde kullanıldı, deprem sonrası oluşan topluluklar, çalışanlar, vs. bir baktık ki bir şekilde özellikle Beyoğlu’nda bir dolu kuruluşun mekanı oluşmaya başladı. O gelişme aslında Beyoğlu’na çok şey kazandırdı. Yani sanat alanında da mesela bunun benzerleri olmuştu, hiç öyle büyük galeriler, öyle büyük sanat hamileri falan, altında yer almayan tiyatro toplulukları çatı katlarında, Manastır’da da öyle; hiçbir finansmanı olmadan çok küçük bütçelerle, izleyicilerin küçük katkılarıyla böyle bir kolektif yaşantı alanı haline gelebildi.
YY: Çok güzel, sayenizde 80’lerin 90’ların başından bugüne doğru bir yolculuğa çıktık, biraz Manastır’ın koridorlarında, mahkeme salonu dekorlarında ya da şapellerinde gezdik, çatı katına çıktık indik. Biraz da o zamandan bu zamana, 99 depremini, Habitat kongresi zamanını, kent mücadelesini, Galata’da ya da Tarlabaşı’nda olan kent mücadelelerinin aslında bugünkü üçüncü köprüye yahut söylediğiniz gibi Gökkafes’e doğru nasıl şekillendiğini ve bir grup insanın bağımsız örgütlenmesi ve kendi imkanlarını seferber etmesiyle görmüş olduk. O bakımdan da tekrar edeyim, ilk programlardan birinde gelip biraz uzaktan çekilip dünden bugüne tekrar bir bakmayı, konuşmayı çok önemsedim sizinle. Teşekkürler geldiğiniz için
KG: Ben teşekkür ederim böyle bir fırsatı sağladığınız için. Mutlaka benden çok anlatacak kişiler vardır. Çünkü birçok insanın buradan geçtiğini düşünürsek onların anlatacakları belki başka ayrıntılar da vardır.
YY: Henüz yayın döneminin başındayken bunu duymak da heyecan verici diyeyim, bakalım ilerleyen programlarda kimler gelecek ve nasıl yönlerden konuşmaya devam edeceğiz? Korhan Gümüş’le birlikteydik, Manastır İstanbul Sanat Merkezi’nin tarihine bugünden bir bakışı kendisiyle birlikte bugünden düne, dünden bugüne bakmış olduk. Çok teşekkür ediyoruz kendisine geldiği için. Şunu da tekrar duyurmuş olalım, eğer yolunuz Manastır’dan geçtiyse, bize iletmek istediğiniz bilgiler, anılar varsa http://saltonline.org adresinden bize ulaşabilirsiniz. Açık Radyo'da Manastır programının Kayıt Arşivi’nden de geçmiş programları dinleyebilirsiniz. Teknik masada Ömer Şahin’le birlikteydik bugün, ben Yağmur Yıldırım 2 hafta sonra Cuma günü tekrar saat 10:00’da Manastır’da buluşmak üzere hoşça kalın!