Kopuk Bağlar'da Fatma Genç ve Hasan Ateş, günlük hayatta sıradan görünen nesnelerin, ürünlerin ve metaların tarihsel dönüşümünü ele alarak, Cumhuriyet döneminden günümüze nesnelerin toplumsal, ekonomik ve siyasal dönüşümlerini inceliyor.
Hasan Ateş: Açık Radyo’dan merhabalar. Kopuk Bağlar - Nesnelerin Uzun Tarihi - programında beraberiz. Ben Hasan Ateş.
Fatma Genç: Ben Fatma Genç.
H.A.: Açık Radyo’nun 58. yayın döneminde sizlerle birlikte olmaktan mutluluk ve heyecan duyuyoruz. Bize bu olanağı sağladığı için Açık Radyo’ya teşekkür ediyoruz. Gerçekten bizim için çok değerli ve özel bir an.
Kopuk Bağlar adını nereden aldı? Lal Laleş’in Nora İstanbul Bir Hiç’tir adlı şiiir kitabında, ‘Uzun yıllar benimle yaşamış bir nesne yok sanırım. Nesneyle kopuk bağım. Nesnelerin uzun tarihini yazar mısın?’ diye yazdığı şiirinden esinle, nesnelerin uzun tarihi üzerine bir sohbetler dizisi yapmaya karar verdik. Bu şiirle tanışmamızı sağlayan Fuat Ercan Hocaya ve şiirini kullanmamıza izin veren Lal Laleş’e teşekkür ediyoruz. Bu fikir üzerine beraber düşündüğümüz Berna Güler, Hakan Koçak ve Çağın Erbek’e de teşekkür ederiz. Önümüzdeki dönemde kendilerini de konuk edip, ürünler üzerinden konuşacağız.
Programımızda esas olarak gündelik yaşamda alışılagelen, hep var olduğunu düşündüğümüz ürünler üzerinden, özellikle de ürünlerin modern dünyada aldıkları biçimler üzerinden değişimlerini ele alacağız. Ürün, nesne, mal ve metaya doğru nasıl bir süreç işliyor? Bu süreç üzerine konuşacağız. Gündelik hayatımızın bir rutini olarak markette, reyonda, vitrinde son halini gördüğümüz ürünler, nesneler, metalar ulus devlet içerisinde nasıl biçim alıyor? Son biçimlerini gördüğümüz ürünlerin oluşum süreçlerine geriye dönük baktığımızda, doğada var olan bir nesnenin emek gücüyle birlikte ulus devlet içerisinde sermaye birikim süreçleriyle nasıl bir form alarak karşımıza geldiğini konuşacağız.
Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamakkitabında şöyle söyler; ‘Vitrinler, hep bir bolluğa işaret eder. Ama bu bolluğu mümkün kılan, onu var eden, onun için harcanan, o sırada tükenen yer almaz vitrinde. Vitrin, teşhir ettiği malın bir emek ürünü olduğunu gizler bakan kişiden.’Tükenen doğanın kendisini de, emek gücünü de konuşacağız. Sevgili Fatma, istersen seninle devam edelim. Kopuk Bağlar’da kopmayan bağların kendisi nedir? Biz neyi anlatmak istiyoruz?
F.G.: Öncelikle Açık Radyo’nun 58. yayın döneminde yer almaktan dolayı aşırı mutlu ve heyecanlıyız. Teknik ekipte Sevgili Berke Akmeşe var, destekleri için ona da çok teşekkür ederiz. Kopuk Bağlardediğimiz, referanslarını önemli çalışmalarda bulduğumuz, sosyal bilimlerde de tartışılan bir konu. Özellikle, kitabı Türkçeye de çevrilen, Sidney Mintz’in Şeker ve Güççalışması önemli bir izlek sunuyor. Kopuk bağlarımızı, nesnelerle kurduğumuz ilişkileri nasıl anlayabileceğimizi, şekerin daha geniş bir dünyayla ilgili olarak açığa çıkardığı şeyleri ve sonuç olarak da insanlar, toplumlar, maddeler arasındaki değişim ilişkilerinin uzun tarihini açıklamakolarak ifade ediyor ve devamında da şöyle bir vurgu yapıyor, ‘Bana öyle geliyordu ki tarladaki şeker kamışı ile fincanımdaki beyaz şekeri aynı anda görmenin bende uyandırdığı gizemli etki, ergitilmiş metal ya da daha iyisi, ham demir cevherin ustalıkla işlenmiş bir çift kelepçe ya da prangayla bir arada gördüğümde de belirmeliydi. Bu giz, etkileyici olmakla birlikte, yalnızca teknik dönüşümün gizi değil, birbirini tanımayan ama mekân ve zamanda aralarında bağlantı bulunan - üstelik yalnızca politik ve ekonomi olarak değil, yaptıkları üretimin devam ettirdiği özel bir ilişki zinciriyle birbirine bağlanmış olan - insanların da giziydi.”Mintz, bize nesnelerle çevrili dünyamızda bağlarımızın koptuğu yeri hatırlatıyor.
Meta tartışmaları, - meta derken, bunu ilerleyen programlarda da detaylandıracağız - nesnelerin geçirdiği kimyasal ve teknik dönüşümler sonucunda aldığı formlardan bahsediyoruz. Şey, nesne, mal, meta ve neden bu ayrımları koyduğumuzu da ilerleyen programlarda detaylandıracağız. Bu konuda Fernand Braudel, Maddi Uygarlıkkitabında ‘Kültür uygarlığı’ diyor. İnsan eliyle şekillendirilen bitkilerin, doğal varlıkların, dünya tarihindeki belirleyiciliğine vurgu yapıyor. Bu konuda Werner Sombart var, Immanuel Wallerstein var. Dünya sistemleri yaklaşımı üzerine meta zincirleri analizleri yapılıyor. Nihai halini almış ürünlerin üretim, dolaşım, tüketim ağlarının izi sürülerek tarihin nasıl şekillendiği analiz ediliyor, tarihin yeniden okunması üzerinden bir tartışma olarak yürütülüyor. Bugün, bu tartışmalar çeşitli başlıklarla genişliyor. Mesela Sven Beckert’in, Türkçeye de çevrilen, Pamuk İmparatorluğu kitabı tek bir ürünün biyografisi üzerinden dünya tarihi hakkında sorabileceğimiz en önemli sorulardan bazılarına açılan bir pencereolarak ifade ediyor. Biz de o pencerenin olanakları üzerinden yeni sorularla yaşadığımız coğrafyayı anlamlandırabilmenin olanaklarını konuşacağız.
Meta sınırları olarak kavramsallaştırılan Jason W. Moore’un dahil olduğu bir ekol de, bu tartışmayı son dönemde etkilerini sıkça hissettiğimiz toplumsal ve ekolojik yıkım ile genişletilmesi gerektiğini söylüyor. Son dönemlerde konuşulan kitaplardan birisi olan Dünyanın Sonundaki Mantar da uygarlığın temel ilkelerinin ötesine geçen gerçek hikayeleri anlatmanın yeni yollarını bulma vakti geldiğini dile getiriyor ve bitkilerin yaban formlarından nasıl endüstriyel yıkıntılar üzerinde var olma savaşı yürüttüğünü bir mantar üzerinden anlatıyor. Sözü burada Sevgili Hasan’a vermek isterim. Cumhuriyetin 100. yılına girdiğimiz bugünlerde Cumhuriyet tarihini, ürünler üzerinden nasıl okuyabiliriz?
H.A.: Bu yıl itibarıyla Cumhuriyete dair hem matbu çalışmalar yapılıyor, hem de bir dizi etkinlik gerçekleştiriliyor. Bunların belki de en önemlilerinden bir tanesi de ‘100 sene 100 nesne’ çalışması. Sen de oraya hem çay, hem de şeker maddelerini yazdın. Belki onlara da birazdan değiniriz.
‘100 sene 100 nesne’ çalışmasının gerçekleştirdiği şey şu açıdan çok önemli; 100 tane nesne üzerinden Türkiye tarihine bakmak bizim için de çok ilham vericiydi. Ancak bizim çalışmamız ya da burada yapmak istediğimiz, esas olarak nesnelerin, ürünlerin kültürel belleğimizde, düşünsel dünyamızda sembolik anlamlarına odaklanmak olduğu kadar ya da odaklanmanın değerli olduğunu bilerek aynı zamanda ürün, nesne, mal ve meta olarak ifade ettiğimiz nesnelerin kendisinin Cumhuriyet tarihi boyunca ulus devletleşme, kalkınma, modernleşme süreci içerisindeki önemi üzerinden de bir çalışma yürütebilmek.
Altı ürün Cumhuriyet açısından son derece kurucu bir paradigmaya da sahip. Henüz Cumhuriyetin kurulmadığı, İzmir İktisat Kongresi’nin gerçekleştirildiği, 1923 Şubat ve Mart ayı itibarıyla zaten yeraltı ve yer üstü kaynakları, Cumhuriyetin kalkınmasının temel hazinesi olarak ifade ediliyor. Orman ürünleri, zirai ürünler ve madenlerin kendisi, ayaklarımızı üzerine bastığımız zenginlik kaynağı olarak ifade ediliyor. Arzu edersen buradan devam edelim.
F.G.: Bu konuda Atatürk’ün önemli bir sözü var, ona atıf yapmak da belki daha açıklayıcı olabilir, ‘Bu memleketin halkı, ellerinde örnekleriyle tarım, ticaret, sanat, emek ve sabanın temsilcisi olsun.’Bugün, ‘monokültür’ ürünlere dayalı bir Türkiye haritasının nasıl ortaya şekillendirildiğinin ön çalışmalarını görüyoruz. Geçmişin kendisine kanca atarak bugün için o sürecin ne kadar aktif ve ilerleyen bir süreç olduğunu da anlıyoruz. Bu ürünler için de doğada var olan tarımsal ürünler, bitkiler ya da madenlerin dönüştürülmesi için emek gücüne ihtiyaç var. Bu konuda ilerleyen bölümlerde konuşacağımız önemli alt başlıklardan birisi. Atatürk de İzmir İktisat Kongresi’nin açılış nutkunda buna vurgu yapar; ‘Çiftçinin sanatkâra, sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, birbirine ve işçiye muhtaç olduğunu, kim inkâr edebilir.”
Birinci ve İkinci Beş Yıllık Sanayi Planları da bu anlamda önemli. Sanayi Planları, öncelikli hedef olarak, bu coğrafyanın iklim, su, toprak verimi bakımından tarım bölgelerine ayırmak gerekliliği üzerinden şekillenir ve rasyonel bir tarım kalkınmasını kolaylaştıracak endüstriyel bir ürün yani fabrikalarını yaratabilecek bir tarımsal ürün örüntüsüne dönüştürür. Belki orayı sen açmak istersin.
H.A.: Evet, burada söylediğin şey çok kritik. Kalkınma ve sanayileşme paradigmasına ait modern paradigmanın kendisi esas olarak doğada herhangi bir şeyin kendi seyrine bırakılmadan, Marx’ın ‘kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser’ meselesinden hareketle, kapitalist dünyanın kendisinin esas olarak ticarete, pazara, piyasa ekonomisine konu etmeyeceği hiçbir şeyin olmadığını zaten hepimiz de somut olarak görüyoruz. Erken Cumhuriyetin kendisi, kalkınma ve kapitalistleşme hamlesini esas olarak üç siyahlar ve üç beyazlar diyerek ifade ediyor. Yani unun kendisi, pamuğun kendisi, şekerin kendisi beyazları ifade ediyor; kömürün kendisi, demirin kendisi, petrolün kendisi de siyahları ifade ediyor. Bunlar hem toplumun gereksinim duyduğu temel tüketim maddeleri, hem de sanayileşmenin gereksinim duyduğu temel tüketim ürünleri olduğu için yani toplumun enerjisi ile sanayileşme ve kalkınmanın enerjisinin aynı zamanda toplumun, emek gücünün enerjisini sağlaması bir eş güdüm olarak işliyor.
Örneğin, Atatürk, 1 Mart 1922’de TBMM’nin Birinci Dönem Üçüncü Yasama Yılı açılış konuşmasında şöyle diyor; “Topraklarımızın altında kullanılmadan duran maden hazinelerinin kısa sürede işletilerek milletimizin yararına sunulması.” Bu çok kritik tabii. Cumhuriyet esas olarak üzerinde yükselebileceği, genişleyebileceği, Batı gibi olabilme sürecinin kendisinin bir enerjiyle olması gerektiğini düşünüyor ve bunun farkında. Dolayısıyla burada da en önem şeyin maden hazineleriolduğunu ifade ediyor. Örneğin, İktisat Vekili Mahmut Esat Bozkurt, 1923’te şöyle bir vurgusu var, diyor ki, ‘Milletimizin çağdaş medeniyetin sahip olduğu düzeye erişebilmesi için yani kalkınmanın sağlanabilmesi için yeraltı ve yer üstü doğal kaynaklarımızın bizim tarafımızdan işletilmeye ihtiyacı vardır.” Bu da bakıldığında son derece kritik bir şey olarak geçiyor. Dolayısıyla erken Cumhuriyetin kendisi, kalkınma ve sanayileşme sürecini esas olarak doğal kaynaklara ve emek gücü üzerinden bir gelişme sürecine bağlıyor. İstersen buradan sen devam et.
F.G.: Bu konuda Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı, önemli atıflar yapıyor. Ana ham maddeleri memleketimizde bulunan veya tedarik edilebilecek olan sanayi, beş senelik programın başlıca vasfıdır diyor ve şu vurgular öne çıkarılıyor: Bez dokuma sanayinin pamuğu memlekette vardır, bulunmayan ince cinsleri yetiştirilecektir; Demir sanayinin cevheri ve kömürü memlekette vardır, kömür bugün cevher değilse yarın mutlaka kullanılacaktır; Kağıt sanayi için ihtiyacımız olan ağaç hamuru ve selüloz veren ağaçlar mevcuttur, ağaç hamurunu ve selülozu derhal kullanacağız; İp ve çuval sanayinde memleket kendiri kullanacak; Kükürtte ve pirite, klor ve sud kostikte memleket tuzu, camda memleket kumu ve mermeri kullanılacaktır; Şekerin de önemli bir yeri olduğunu söylüyor. Yani aslında memleketin tarımcı karakterine bir endüstri eli karakteri katmaktır diyor.
Kopuk Bağlar’ın kabaca çerçevesini çizmeye çalıştığımız bu giriş bölümünde, bir sonraki bölümde ‘şey, nesne, mal ve meta nedir? Sorusu üzerine konuşacağız. İlerleyen bölümlerde konuklarımızla, doğadan alınan varlıkların dönüşümü için emek gücüne neden ihtiyaç olunduğunu, emek gücünün metalaşmasını ve bir meta olarak emek gücünü konuşacağız. Daha sonra kalkınmanın ana sloganı haline dönüşen, üç beyazlar - üç siyahlara konu olan ürünleri ve Cumhuriyetin 100 yıllık tarihinde ürünlerin dönüşümlerini ele alacağız. ‘Memleketin mühim hedefi’ şeker, ‘memleketin ekonomik davası’ çay gibi ürünlerin bugün nasıl monokültür ürünler haline geldiğini de ele alacağız.
H.A.: Bu söylediğin son derece değerli. Aynı zamanda Türkiye’de kamu yönetiminin nasıl dönüştüğü üzerine de düşünmeyi gerektiriyor. Cumhuriyetin 100. yılı olması nedeniyle devlet, emek gücü, doğa ve ürün arasındaki ilişki nasıl kuruldu ve nasıl dönüştü? Türkiye’de siyasal tarihe bağlı olarak genellikle siyasal dönemleştirme yapılıyor ya da dönemselleştirmenin asli ögesi genellikle siyasi momentler oluyor. Sosyal ve kültürel süreçler de buna bağlı olarak işleniyor.
Peki, Cumhuriyet tarihini ürünler üzerinden okumak mümkün mü? Ürünler üzerinden bir dönemleştirme yapılabilir mi? Yani ulus devletin yarattığı/yaratmak istediği ekonomi ve toplumsal hayatın ihtiyaçlarıyla ürünlerin dönüşümü/biçimlenişi/işleyişi arasında nasıl bir sosyal, kültürel ve siyasal atmosfer yaratıldı ve nasıl dönüştü? Soruyu tersten sorarak işleyişi anlamak, açıklamak mümkün müdür? Belki bunun çok spesifik örnekleri; çay ve şekerdir.
F.G.: Bir bitkinin coğrafyaları aşarak bu coğrafyaya kadar gelmesi ve bu coğrafyada da bölgeler nezdinde nasıl farklılıklar gösterdiği, gelişme ve kalkınma söylemlerine eleştirel mesafe durarak, farklılıkları ve aynılıkları göz önüne sermek ve beraber düşünmek de bu programdaki amaçlarımızdan birisi. Umuyoruz ki bir girizgah olmuştur.
H.A.: Ürünleri konuşmak, aynı zamanda ürünlerin tarihsel serüvenini ve ürünlerin taşıdığı sosyal ilişkileri de konuşmak istiyoruz. Ürün kendi başına bir şey ifade ediyor ama geç kapitalist toplumlarda doğanın ve doğal varlıkların kendi seyrine bırakılmadığını biliyoruz, tanık oluyoruz ve yaşıyoruz. Ürünlerin sosyal bağlantılarıyla, sosyal ilişkileriyle toplumsal ve siyasal alanla - siyasal alandan kastettiğimiz de kamusal otoritenin kendisi - yani ulus devletin kendisiyle, doğa arasındaki işleyişi, bağlantıyı kuran emek ile nasıl dönüştüğünü, devindiğini anlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla birikim sürecine esas olarak maddeler, nesneler, ürünler nasıl bir katkı sunuyorlar?
F.G.: Nasıl bir mekânsal peyzaj yarattığını da konuşacağız.
H.A.: Burada Sevgili Berna Güler Hocamızın yaptığı değerli bir çalışma vardı. Kendisini konuk ettiğimizde de konuşuruz. Türkiye coğrafyasını - az önce ifade ettiğin - mekânsallığın, coğrafi dağılımın kendisini, ürünleri, sosyal hayatı Türkiye’deki modernleşme ve birikim sürecine bağlı olarak okumak mümkün müdür? Böyle bir haritalandırma yapılabilir mi? Teşekkür ederiz. Görüşmek üzere, hoşça kalın.