Nesneler Bize Ne Söyler?

Kopuk Bağlar
-
Aa
+
a
a
a

Kopuk Bağlar'da, Fuat Ercan ile 'Nesneler bize ne söyler?' sorusundan yola çıkarak, nesnelere dair kurulan dili, nesnelerin sosyal teorideki analizleri ve nesnelerin aldığı biçimleri -şey, nesne, mal, meta, ürün- konuşuyoruz.

""
Nesneler bize ne söyler?
 

Nesneler bize ne söyler?

podcast servisi: iTunes / RSS

Hasan Ateş: Açık Radyo’dan merhabalar. Kopuk Bağlar, - Nesnelerin Uzun Tarihi - programında beraberiz. Konuğumuz sevgili Fuat Ercan Hocamız, hoş geldiniz.

Fuat Ercan: Hoş bulduk.

H.A.: Önceki programda nesnelere dair çerçevesini çizmeye çalıştığımız; şey, nesne, mal, meta, ürün olarak adlandırdığımız nesnelere dair çerçeveyi bu kez Fuat Ercan ile konuşuyoruz. Nesnelerin Türkiye’deki seyrini ve aynı zamanda düşünce tarihindeki yerine değineceğiz. Sosyal tarih içerisinde nasıl algılandığını ele alacağız. Teknik masada sevgili Feryal Kabil var, kendisine teşekkür ediyorum. Bir teşekkür de 29. yılı için Açık Radyo’ya. Dilerim daha uzun yıllar birlikte oluruz, düşünmeye, öğrenmeye devam ederiz.

Türkiye’de Cumhuriyet tarihinin 100 yılını değerlendirirken, genellikle hep süreklilikler ve kopuşlar üzerinden bir ele alış söz konusu. Nesneler üzerinden baktığımızda özellikle erken Cumhuriyet döneminde ‘üç siyahlar’ ve ‘üç beyazlar’ olarak adlandırılan yani kömür, demir çelik, petrol ile un, şeker, pamuk üzerinden şekillenen bir kalkınma, gelişme düşüncesi söz konusu. O dönem için bu düşünce doğrultusunda şekillenen bir hedef var. Nesneler nasıl ürün ve metaya dönüşüyorlar ve Cumhuriyet tarihini nesneler üzerinden nasıl okuyabiliriz?



F.E.: Açık Radyo’muzun 58. yayın döneminde ve programınızda bulunmaktan mutluyum. Konuşmamız üzerine düşündüğümde yakın zamanda bulunduğum deprem bölgesindeki bir diyaloğu hatırlıyorum. Konuşma yaptığım yerden, kaldığım otele giderken araç bulamadım, otostop yaptığım bir depremzede ile konuşurken, “Bu deprem bize çok şey öğretti ama en çok öğrendiğimiz şey de evlerimiz ve evlerimizde ne kadar fazla gereksiz eşyanın olduğu’ yönündeki ifadesiydi.1 
Depremin yarattığı yıkımı yakından gözlemlemenin bıraktığı etkiyi unutmak mümkün değil. Bu konuşma konumuzla doğrudan bağlantılı ve birçok anlamı içinde barındırıyor ama acıyı azaltmak için mesafe koyup yıkımın asıl toplumsal nedenleri üzerine düşünmemiz gerekiyor. Konumuz açısından kolay bir dile kaçabiliriz, beton ve çeliğin yarattığı yıkım ve evleri dolduran onca nesneye bağlayabiliriz.



Aylar geçmesine rağmen moloz haline dönmüş bir kentin içinde yürüyoruz. Kent mekânına molozlar içinde demir ve diğer nesneleri ayıklayan iş makinelerinin toz duman içinde çalışmaları eşlik ediyor. Toz duman içinde evlerden arda kalan molozların ayıklanma hüznüne bir de T.C’nin 100 yılına ait kutlamalar eşlik ediyordu - çağrışımlar işte. T.C’nin 100 yılına ait çalışmaların kopuş-süreklilik tartışmaları içinde sürdüğü dönem de biz de (Fatma, Berna, Hasan, Hakan, Çağın) Cumhuriyetin 100. yılını anlamak için neye bakmalıyız diye kendimize sorduğumuzda Fatma ve Hasan’dan bizi heyecanlandıran bir öneri geldi; Cumhuriyet ilanını izleyen günlerdeki bir şiar olan üç ak (un, pamuk, şeker) ve üç kara (kömür, demir-çelik ve petrol) üzerinden bir analiz yapabilir miyiz? Her birimiz bir ürün üzerinden, ürünün bazen değişimi (buğday, un da olduğu gibi) bazen de olmasa bile inşa edilme öyküsünü üstlendik. Bu programa da konu olan kendi aramızdaki bu sohbet ve sohbetin bir konferans da sunuluşu oldu.

Cumhuriyetin ilanı ve sonra yeni inşa edilecek toplumun sloganı üç ak ve kara üzerinden düşünebiliriz. Kahramanmaraş ve Antakya depremini de bu ürünlerin yüz yılı aşan tarihi üzerinden düşünebilir miyiz? Deprem bölgesinde evler ve evleri içeren nesnelerin moloz yığınına dönüşmesini sadece depreme, jeoloji veya tanrısal birtakım şeylere havale edebilir miyiz? A. H. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü üzerinden bir sayıklama hali içinde: “Sonra yavaş yavaş mantığım değişti. Hatta dünyaya bakışım, eşyayı görüşüm, insanları anlayışım değişti. Vakıa bunlar bir günde olmadı. Hatta çok güçlükle ve adım adım oldu. Fakat oldu.”2 

Demir ve beton yığınları sadece yeni ulus devletin inşası değil biraz sonra aktaracağımız nesnelerin emek-gücü ve makineler eşliğinde dönüştürülerek ürünlere dönüştürüldüğü bir yeni üretim organizasyonu (biçimsel dönüşüm, sanayileşme) ve zamanla sanayileşmeye eşlik eden bir değişimle sanayi sermayesi (değer değişikliğine) adım adım gerçekleşti. “Ülkemizde demir çelik sanayisinin kurulmasına yönelik ilk girişimlere İktisat Vekâleti tarafından 1925 yılında başlanmıştır. Bu amaçla Avrupa'dan getirtilen uzmanlara madenlerimiz incelettirilmiş, 29 Mart 1926 tarihinde ise demir sanayisinin tesisine dair ilk kanun Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 1932 yılında yabancı uzmanlara yeniden inceleme ve araştırma yaptırılmıştır. Demir Çelik sanayisinin kuruluş yerinin saptanması ve diğer sorunlarının incelenmesi için ise Sümerbank ve Erkan'ı Harbiye temsilcilerinin ortaklaşa yürüttükleri çalışma ile gerekli koşullar her yönüyle araştırılmış ve Türkiye'nin ilk entegre demir- çelik sanayinin; maden kömürü havzasına ve sahile yakınlığı, demiryolu güzergahında bulunuşu, jeolojik bakımdan ağır endüstrinin kurulmasına elverişli olması ve stratejik uygunluğu nedeniyle 13 hanelik Karabük Köyü'nde kurulmasına karar verilmiştir. Tesislerin yapımı ise, 10 Kasım 1936 tarihinde İngiliz Hükümeti ile imzalanan 2,5 Milyon Sterlinlik kredi anlaşmasına dayalı olarak H. A. Brassert Firmasına ihale edilmiştir.

Karabük'teki Soğanlı ve Araç çaylarının arasında yer alan geniş çeltik tarlaları üzerine kurulacak Türkiye'nin ilk entegre demir çelik tesisinin temeline ilk harcı, 3 Nisan 1937 tarihinde dönemin Başbakanı İsmet İnönü koymuş ve böylece ülkemizde çeltik tarımından çelik sanayine dönüşüm başlamıştır. Temele konan bu ilk harçtan sadece bir yıl sonra 1 Mart 1938 yılında makine montajlarına başlanılan Karabük Demir Çelik Fabrikaları, Türk mühendis, teknisyen ve işçilerinin üstün çabaları sayesinde iki yıl gibi kısa bir sürede tamamlanarak, 6 Haziran 1939'dan itibaren peyderpey işletmeye alınmıştır.”3 Moloz yığını içinde ayrıştırılan demir-çelik ya da nesneler sadece sanayileşme (biçimsel değişim) ve zamanla da sermaye birikimi (değer değişikliği) için değişime uğramıyor, aynı zamanda sembolik algı düzeyinde de değişimlere konu oluyorlar (sembolik değişim).

Belleğimizi çağrışımlara açtık. ‘Demir ağlarla ördük anayurdu dört yandan’ ifadesi yeni kurulan geç ulus-devletin 10. Yıl Marşı’na ait. Olgulara ilişik ve bazen ya da olguları da farklı algılamamıza yol açan anlam dünyalarımız sembolleştirme yeteneğimiz için de nesnelere atfedilen değerler önemli. Recep Tayyip Erdoğan, 10. Yıl Marşı'nda yer alan "Demir ağlarla ördük" mısrasını hatırlatarak, "Neyi ördün? Hiçbir şey ördüğün falan yok. Demir ağlarla Türkiye’yi biz örüyoruz" dedi.4 Ağlar ya da molozlar. Deprem sonrası nesneler dünyasına ait örnek aldığımız ev ve demir çelik için iki haberi paylaşalım: “Kahramanmaraş merkezli depremler 11 ilde birçok binanın hasar almasına neden olmuştu. Deprem bölgesinde hasarlı binaların yıkımı ekiplerin çalışmalarıyla aralıksız devam ediyor. Enkazdan çıkarılan demirler Hatay’ın Payas ilçesinde bulunan demir çelik fabrikalarında işlenerek yeniden ekonomiye kazandırılıyor. Yoğunluk nedeniyle fabrika önlerinde demir yüklü tırlar sırada bekliyor.”5 İkinci haberi ilk haberle birlikte düşünelim: “Türkiye Çelik Üreticileri Derneği (TÇÜD) Genel Sekreteri Veysel Yayan, Kahramanmaraş merkezli depremden etkilenen illerde yeniden inşa edilecek konutlar için ihtiyaç duyulan yaklaşık 4 milyon ton inşaat demirinin sektör tarafından 4 ay gibi bir sürede tedarik edilebileceğini söyledi.”6



İlhan Berk Şeyler kitabında “nesneler imgeler gibi şairlere verilmiştir” diyor.7 Son dönem duygu/düşüncemde yeri oldukça çok olan Seyyidhan Kömürcü şair olarak sorar; “kumaş mı terziyi anlatır, terzi mi kumaşı?8

Kumaş ve terzinin öyküsü uzun mu uzun, zor mu zor… Son zamanlarda nesneler üzerinden toplum ve tarih yazımı öne çıktı, öne çıkması önemli ve anlamlı ama şairin işaret ettiği gibi “Yanlış olan nesne yok” (İ. Berk) nesnelerin biz insanlarla ve insanların yaşadığı ortamla bağlantısı var. Bağlantıyı nasıl kurmalı? Lal Laleş’in Nora için dile getirdiği çelişkili duyguyu yeniden düşünme zamanı: “Uzun yıllar benimle yaşamış bir nesne yok sanırım. Nesneyle kopuk bağım” desek ve ama yine de “Nesnelerin uzun tarihini” yazabilir miyiz? “Nesnelerin dili olsa sizin için ne söylemesini isterdiniz?” diye soruyor İ. Berk.9 Kumaşı, üç kara ve akı daha nicesinin dile gelişine kulak verecek bu anlamlı program dizisinde başlangıç olacak şekilde kumaşın kendisinin dile gelişi değil de, nesnelerin ele alışına bakmak anlamlı olacak.

Nesnelerden bahsettiğimizde bu konuda şeytani düşüncelere sahip olup ve duygularını etkili bir şekilde dile getiren Jean Baudrillard’dan bahsetmeliyiz. İ. Berk’e cevap verircesine AnahtarSözcükler çalışmasının ilk maddesi nesne üzerinedir. Kendisi de “başlangıçtan bu yana (object=) nesne be­nim için en önemli sözcük olmuştur” der ve devamla “Nesne bana sanki tut­ku yüklü ya da en azından kendine özgü ya­şantısı olan bir şey gibi görünüyordu” der. Baudrillard nesnelere atfettiği aktör yönelimli açıklamayı iki farklı düzeyde dile getirir. İlki sanki depremde açığa çıkan gerçekliği anlatır gibidir; “Pasif konumundan çıkarak bir tür özerkliğe sahip olabileceği, hatta kendisini egemenlik altına almaya çalışan özneden intikam alma kapasitesine sahip olduğunu” düşünür.10 İkinci vurgusu ise bilgi ve bilime yönelik nesnenin Baudrillard’a göre haklı kötülüğü; “Daha da kötü şeyler olacak ve günün birinde, özne, belki de nesne tarafından ‘ayartılacak’ (bundan doğal bir şey olabilir mi?) ve yeniden görünümlere teslim olacaktır; bu da, nesne ve bilimin başına gelebilecek en güzel şeydir.”11 Baudrillard’a katılmamak mümkün görünmüyor ama katılmıyorum. Katılmıyorum diyorum ama bu nesne yönelimli analizler Bruno Latour, Michel Callon, John Lovell gibi isimler üzerinden muazzam bir etkileme gücü ile düşünce dünyasını ele geçiriyor. Baudrillard mutlu olabilir. Türkiye’de de gündem olacak düşüncenin önde gelen isminin çevirisi için yazılan sunum yazısında: “Kısacası bu görüşe göre insan artık evrenin merkezinde düşünülemez ve bugüne kadar ki antropomorfik felsefe bir kenara bırakılmalı; genel olarak şeyleri ya da artık kurucu özne olmadan da var olduğu kabul edilen nesneleri kendi gerçeklikleri ve otonomileri geri verilmelidir” açıklaması yapılıyor.12

Analiz açısından anlamlı bir çıkış ve analizi zenginleştirecek nitelikte ve ama nesneleri insan dışı varoluş olarak ele alıp ama insan oluş ile bağlantılarını kurduğumuzda uzun ve kopuk tarihe ve dolayısıyla günümüzü anlayabileceğimizi düşünüyorum. Karşı çıktığım Baudrillard’a katılarak devam edeceğim evet “Nesne bir aynadır. Hem de ölümcül bir ayna, çünkü özne ona baktığında kendi yansımasını görememektedir. Özgün bir töze ya da anlama sahip olmadığı için de özne­yi büyüleyip, ayartabilmiştir.”13 Nesnelerin egemenliği evet ama egemenliği inşa eden bir uzun ve ama kopuk tarih var. Uzun ve kopuk tarihin sonuçlarına kendimizi bıraktığımızda ölümcül bir kaderine razı olan kaderini seven (amor fati) konumuna geçiyoruz.

Bu konuda ilk kaynağa yöneldiğimizde Aristoteles’in zorlu çalışması Metafizik’le karşılaşıyoruz. Var oluş bir sınıflama içinde ele alınıyor: “Meydana gelenlerin bazıları [a] doğal olarak, bazıları [b] zanaatla, bazıları ise [c] kendiliğinden meydana gelir; öte yandan, bunların tümü, [i] bir şey aracılığıyla, [ii] bir şeyden, [iii] bir şey haline gelirler.”14 Aristoteles’in oldukça genel açıklamasını kendi döneminin koşullarında dile getirdiğinde ne demek istediği daha anlaşılır oluyor. Oikonomika başlıklı eserinde doğayı dönüştüren insanı ilk defa metnine koyan Hesiodos’a başvurduğunu görüyoruz; “İlkin bir ev, zevce ve çift sürecek öküzün” olmalıdır. Bunlardan biri (çift sürme) beslenme; diğeri ise (zevce) ise, özgür bireyler için elzem şeydir.”15 İnsan ihtiyacını gidermeye yönelik etkinlikleri üretim başlığında ele alan Aristoteles bir diğer çalışmasında ihtiyaç için insan-dışı ortamdan elde edilen ürünleri üretenlerle ürünler arasındaki iç bağlantılar üzerine yaratıcı bir düşünce sergiler; “Demek ki mimar ile ayakkabıcı arasın nasıl bir ilgi varsa, şu kadar ayakkabı bir ev ya da besin maddesi arasında öyle bir ilgi vardır. Eğer bu böyle olmasaydı değiş-tokuş ve bir araya gelme de olmazdı.”16 Bu ifadeleri Metafizik’deki ele alışı ile birlikte düşündüğümüzde konuşmamda nesnelere ilişkin belirleyici olan üç farklı boyutun varlığından söz edebiliriz.

Doğanın parçası ve ama doğada bir fark yaratarak doğaya müdahalesi ile dönüştürdüğü insani etkinliğin ürünü olan nesne, aynı nesnenin farklı ihtiyaçları karşılama kapasitesine sahip olmasından kaynaklanan üretim dışında insanlar arasındaki ilişkiye konu olması. Üretim etkinliği sonrasında açığa çıkan ürünün ihtiyaçları giderme kapasitesinden doğan bir değere sahip olması. Diğer yandan gerek üretim süreci ve gerekse dolaşım sürecinde farklı dönüşümlere sahip olan nesne-şey-ürün malın belirli toplumsal ilişkiler içinde gerçekleşmesi. Nesneler arası ilişkiyi değer üzerinden ölçülme sorunu üzerinden ele alan Aristoteles aynı metinde hemen değiş-tokuş ilişkisindeki adaletsizlikten söz eder ve devamla “hem genelinde adalet hem de toplumdaki adaletten bahseder.”17 Aristoteles bu açıklamaları izleyen ifadesi konuşmamız açısından çok önemli: “O halde her şey tek bir şeyle ölçülmeli. Bu ölçü ise gerçekten de ihtiyaçtır.” Sonraki sayfalarda insanların insan-dışı ortamı dönüştürerek elde edilen ürünlerin değerinden bahsediyor. Üretim sonucu elde edilen nesneleri konuşurken bir de onların değerlerinden bahsetmemiz gerekiyor. Baudrilliard’ın işaret ettiği üzere “Değerle nesne birbirlerine çok sıkı bir şe­kilde bağlıdır.”18 

Nesnenin biçimsel dönüşüm süreci ve değiş tokuşa konu olması ile açığa çıkan değer ile aynı nesnelere toplumsal olarak atfedilen gösterge değer (sembolik değerler) arasındaki iç bağlantıyı iyice düşünmemiz gerekiyor. Bir sonraki sohbet-konuşmaya da kaynaklık edecek bir alıntı yapalım: “Ele verildiği gece Rab İsa eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü, şöyle dedi, bu sizin uğrunuza feda edilen benim bedenimdir, beni anmak için böyle yapın; aynı şekilde yemekten sonra kâseyi alıp şöyle dedi, bu kâse benim kanımla gerçekleşen yeni antlaşmadır, bunu her içtiğinizde beni anmak için böyle yapın.”19 Son akşam yemeğinde dile getirilen ekmek ve şarap. Her ikisi de insan eylemliği sonucu dönüştürülerek ihtiyaç haline getirilen nesne-ürün ve kuşkusuz her ikisinin karşılaştırma için bazı nesnel ölçüler var ama aynı zamanda sembolik bir toplumun üretilmesinde özel anlamı var. “Bir gösterge, tanımı gereği özel olamayacağına göre, topluluk alanını oluşturur… Bir ürün olarak ekmek mükemmel bir gösterge değerine sahiptir. Tam da anlamlandırma eylemi sırasında ekmek tüketilir ve yok edilir”20 

Burada, konuşmada yol arkadaşımız olan Baudrillard’a bir daha katılıyorum; “Yapılması gereken şey, Marx'ın, Ekonomi Politiğin Eleştirisi başlıklı çalışmasında meta/biçiminin ortaya çıkış şeklini açıklaması gibi, gösterge / biçimin ortaya çıkış şek­lini göstermekten ibarettir.”21 Antakya’da sohbetimizi hatırlatan anlamlı bir değerlendirmeyi de aynı çalışmasında bulabiliriz; “Doymuşluk konusunda burjuva evinin dışa kapalı ve içi ağzına kadar eşyayla dolu bir mekân olduğu söylenebilir. Miras, servet birikimi gibi şeyler belli bir "statü" ve refah göstergeleridir. Aynı bakış açısı doğrultusunda burjuva evinin içine gereğinden çok eşya tıkıştırılmış olduğu söy­lenebilir.22 Baudrillard’ın açıklama ve yoğun eleştirisi eksik bir haklılığı eksik olduğu ölçüde yanlışlıkları içeriyor. D. Graeber’in işaret ettiği üzere Baudrillard'ın (1968, 1972, 1976) çalışmalarında değer sorununu daha çok tüketim kültürü üzerinden ele alıp analiz ediyor. Tüketim kültürü dediğimiz de ise tüketirken kendisini tüketen özne ile kapitalist toplumda artı-değer yaratmak için üretilen nesne-ürün arasındaki ilişkiden bahsetmemiz gerekiyor. Evet, nesnelerin gösterge değerleri nesnelerin sunacağı kullanım değerlerinin ötesine geçmiş GİBİ görünüyor.


Bu iki ayrım sadece nesnelerin uzun ve kopuk tarihini anlamak için değil ama 100 yıllık bir geçmişe sahip Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüşümünü anlamak için belirleyici olduğunu düşünüyorum. Özellikle de Türkiye Cumhuriyeti’nin yüz yılına ait tartışmalarda süreklilik ve kopuş teorilerinin ne kadar yetersiz kalacağını bize gösterecektir. İhtiyaçlar üzerinden gerçekleştirilen ürünleri tanımlarken;

  1. Biçimsel değişim, elden ağıza dediğimiz ilk dönemden ilk alet kullanımı ve daha karmaşık inorganik enerji ile çalışan makineye dayalı değişim. Tüm bu dönüşümler emek üzerinden ama etkinliğe aracılık eden üretim araçlarının değişimi ile biçimleniyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun geç dönemlerinde alet kullanımından makineye geçilmeye çalışılmışsa da başarılı olunmamış, geç ulus devlet aynı zamanda geç sanayileşme süreci anlamına geliyor. Siyasi iktidarın tüm olanakları harekete geçirerek başarmak istediği dönüşüm. Üç ak, üç kara şiarı tam anlamıyla biçimsel dönüşümün derinleşip genişlemesi olarak analiz edilmesi gerekiyor. Üç ak içinde unun yeri ve önemi biçimsel değişimi içermekle birlikte ulus-devletin halkı üzerinde meşruluk kazanması için ekmeğin fethi anlamında özel bir yeri var. Önümüzdeki programlarda buğday, un ve ekmek üzerinden Türkiye Cumhuriyeti’nin değişim dönüşümünü okuyacağız.

  1. Sembolik/gösterge değişimi, insanlar sadece alet kullanan canlılar değil ama aynı zamanda değerler, semboller üreten bir özelliği var. Burada detayına girmemiz olası değil ama elden ağıza ihtiyaç gidermeden, alet kullanımına ve son olarak makineleşmeye dayalı biçimsel değişiklikler eş zamanlı olmasa da hem üretim sürecine ve hem de biçimsel değişim sonrası açığa çıkan ürüne yönelik bir dizi gösterge değerler üretiliyor. Sembolik değer sistemini ihtiyaçların üretimi, tüketilmesi ve bölüşülme sürecinde var olan iktidar ilişkilerinden bağımsız düşünemeyiz. Türkiye Cumhuriyeti’nin 100.yılında yapılan değerlendirmelerin önemli kısmının değerler sistemi üzerinden yapıldığını daha önce ifade etmiştim “Neyi ördün? Hiçbir şey ördüğün falan yok. Demir ağlarla Türkiye’yi biz örüyoruz." Sembolik göstergelerin ekmek ve şarap gibi hakikat içinde aldığı konum gibi bir konumu Türkiye’nin yüz yıllık tarihinde büyüme ve kalkınma ifadeleri/nutuklarında daha iyi gösterebiliriz. Yüzde altı büyüdük dendiğinde bir gösterge/anlam ifadesi sembolik bir işlevi yerine getirirken aynı şekilde biçimsel dönüşümde yüzde altılık insan-dışı yaşama müdahale ettik, yüzde altı üretim için emeği, kadın emeği, Kürt ya da göçmen emeği kullandık anlamına geliyor. Nesneler dünyasının biçimsel ve sembolik değişimdeki en canlı ifadenin büyüme rakamları olduğunu söyleyebiliriz. Gerçeğe giydirilmiş sembolik anlamlar olarak rakamlarla yaşam.

iii) Değer değişimi, değer değişimi biçimsel değişimle doğrudan bağlantılı çünkü nesnenin bir durumdan başka bir duruma konuma dönüşmesi için belirli bir enerji harcanması gerekiyor, işte bu harcanan enerjinin ne olduğu sorusuna verilen cevap değerdeğişiminin kaynağını da açıklıyor. Aristoteles’den ilhamla A. Smith şöyle bir açıklama da bulunur; “Örneğin bir avcı toplumunda bir kunduzun öldürülmesi, bir geyiği öldürmek için gereken emeğin iki katı emeğe mal oluyor­sa, doğal olarak, bir kunduz iki geyikle mübadele edilecek yani iki geyik değerinde olacaktır. İki günlük ya da iki saatlik emek ürünün, bir günlük ya da bir saatlik emek ürününden iki kat değerli olma­sı doğaldır.”23 Fakat bu örneği yaparken bir de uyarıda bulunuyor, işte bu uyarı yukarıda işaret ettiğimiz gibi nesnelerin içinde yer aldığı kendi içinde görece durumu ile ilgili: “Mal-mevcudu birikiminden ve toprağın mülk edinilmesinden önce toplumun o ilkel durumu” için geçerli olduğunu söyleyecek. Oysa K. Marx hem nesne/ürün ve hem de değer değişimini tam da bu dönem için geçerli olduğunu düşünecek. Marx’a alaycı yaklaşan Baudrillard’ı da aşan bir ifadeye imza atıyor; “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta birikimi’ olarak kendini gösterir, bunun birimi tek bir metadır.”24

Dikkat edilirse artık mal, nesne ya da şey demiyoruz, meta diyoruz. Meta kavramı tarihsel bir dönüşümün tüm unsurlarını içinde taşıyor. Ama konumuz açısından önemli olan üretiminin meta biçiminde gerçekleşmesi değer değişikliğinin tarihsel toplumsal bir uğrağını da ifade ediyor. Bu yönüyle toplumsal var­lığın tarihsel varoluşuna ait bir gerçekliğin ürünü. Toplumsal ilişkilerin meta düzeneğini inşa etmesi, meta düzeneğinin toplumsal ilişkileri yeniden biçimlendirmesinde temel belirleyici olan unsur aslında asla bir meta olamayacak emekçinin emek-gücünün ve hatta toprak ve paranın da meta ilişkileri içine çekilmesidir. Burada Marx’tan bir mesafe koyarak meta kavramlaştırmasında emek-gücünün tam bir meta/nesne değil ama metalaşma sürecine çekilen K.Polanyi’nin haklı ifadesi ile gölge meta konumundadır. Gerek emek-üretim süreci sonucunda üretilen ihtiyaç gideren ürünler ve gerekse de emek-gücü ve para kendi bedeninde “kullanım değeri ile değişim değerinin, dolayısıyla iki karşıt varlığın dolaysız birliğini ve ama üretim ve dolaşım aşamasında bir dizi çelişkiyi bedenin de taşıyor. Tam da bu çelişkiden dolayı tarihin bir döneminde meta üretimi örneğin ekmek ya da demir-çelik üretimi aynı zamanda artı bir değer üretimidir. Artı-değer üretimi sadece metaların üretimi değil kapitalist toplumda sermaye ve devletin de üretim koşullarını sağlar. Biçimsel değişim olarak sanayileşme beraberinde sanayi sermayesi ve zamanla sanayi sermayesi ile eklemlenerek dönüşen ticari ve para sermayesine gereklilik duyar. Bir başka ifade ile bir önceki toplumun bedeninde kendini üreten sermayedar zamanla sermaye birikimi ve bir aşamadan sonra da sermaye düzeni yani bedeni kapitalizme dönüştürür. Bu aşamada toplum tepeden tırnağa dönüşüm süreci içindedir. Dönüşen sadece değer değişimi için meta üretimi değil ama aynı zamanda biçimsel ve sembolik göstergelerin değişimidir.


Değişimin de özneleri nesneler değil, değişim sürecini inşa eden yeni özneler ilk elden burada detayına girmediğimiz ulus-devleti inşa edenler ve sermayedarlardır. Cumhuriyeti’nin ilanı ve aradan geçen yüz yılı değer değişikliği üzerinden değerlenmeye tabi tutuğumuzda sanayileşme sürecinin (biçimsel değişimin) gereklerini yerine getiren siyasal iktidar ile zaman içinde sanayi sermayesinin yani gerçek anlamda değer değişikliğinin gerçekleşmesi hep bir zaman aralığında gerçekleşiyor. Gösterge ve değerler sistemi de bu değişim içinde oldukça farklı konumlar alıyor, ‘bir hırka bir lokmadan’, ‘dünya mallarına çökmeye’ ‘faiz haramdır”dan ‘faizden beslenen bir işleyişe’ dönüşüm. Kapitalist bir toplumdan bahsettiğimizde toplumsal ilişkilerin radikal yapısal dönüşümünden bahsetmek değer değişikliği dönüşümü üzerinden okunabilir, ama Türkiye gibi geç ulus-geç sanayileşmiş toplumlarda işaret ettiğimiz bu üç farklı değişimin zaman içinde kendi içinde oldukça farklı bileşenleri ile bir dizi melez oluşumlara yol açtığını söyleyebiliriz. Hani o demir ağlarla ördük ifadesi vardı ya işte demir ağlarının dünya ölçeğinde geldiği aşama hızlı tren ise bu topraklarda onlarca cana mal olan hızlandırılmış tren diye bir gerçeğimiz var.



Deprem üzerinden başlattığım duygu ve düşünceleri bir başka deprem üzerinden değişimin bu üç halini vermeye çalışayım. Van depreminde Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde ders veriyordum Deprem sonrası Japonya’ya bir sunuş için çağırdıklarında Van depremine “orta sınıf depremi” (middle class eartquake) olarak tanımlamıştım. Deprem sonrası yıkımların sayısal olarak daha çok kırsal alanda gerçekleşmesine rağmen ölümler Van kent merkezinde gerçekleştiğini tespit edilmiş idi. Konut ama lüks konut modernleşme değerlerini temsil ederken, konutun yapılması için gerekli demir ve çelik temel girdi olarak kullanılıyor. Kentsel konut alanına yönelmeye kaynaklık eden sembolik gösterge değerler, inşaat sermayesini tetikliyor, inşaat sermayesi kentsel konutu bir gösterge değer olarak sunuyor, inşaat malzemesi üreten sanayi sermayesi inşaat sermayesinin temel katalizörü oluyor, inşaat sermayesi bina için gerekli malzeme ve güvenlik maliyetlerini aşağıya çekerek konut/nesne üretiyor. Konutun üretilmesinde emek-gücü kullanılıyor tabi ki inşaat malzemesi için de emek-gücü kullanılıyor. Biçimsel değişim değer değişimine kaynaklık ediyor, daha fazla artı-değer yaratımı inşaat sermayesini çok daha yoğun bir şekilde konut üretimine yöneltiyor. İnsan-dışı varoluş olarak jeolojik katmanlardan başlayan değişim tüm bu değişimleri harekete geçiriyor, sonuç muazzam can kaybı ve hüzün.


Depremzede arkadaşın sezgisel dile getirdiğini yeniden düşündüğümüzde bir nesne/ürün olarak sadece konut üretmiyoruz ya da tüketmiyoruz, her ikisinin içinden geçtiği bir toplumsal ilişkiler üretiyoruz. Baudrillard’ın Amerika gezisinde dile getirdiği nedenleri kaybetmiş sonuçlar toplumu ifadesinin içini dolduracak bir örnek. Ama aynı Baudrillard’da nedenlere değil de daha çok sonuçlara bakıyor. Nesnelere yönelik analizlerin sonuçlara yoğunlaşması ya da sadece tüketime yönelmesi bu anlamda doğruluk payı olsa bile “değişim değeri üzerinden yükselen toplumu” anlamamızı zorlaştırıyor. Tüketim ve dolaşım üzerinden bakıldığında nesne-değer bağlantısı daha çok özne-değer ilişkisi üzerinden bir biçim alıyor. Herhalde son yirmi yıl en çok dile getirilen ihtiyaç istek, arzu kavramlarını bu açıdan değerlendirebiliriz. Nesne-değer ilişkisini öznel yani bireysel arzu üzerinden ele alınmasından bahsediyorum.



Simmel'in Paranın Felsefesi'nden bahsetmemiz gerekiyor; “Nesneler ile özneler arasındaki farklılığın kavranmasını sağlayan her türlü ampirik ya da aşkın duyuda, değer asla nesnelerin bir "niteliği" de­ğil, öznenin kendi doğasından kaynaklanan bir yargıdır.”25 Bu önemli çıkış bizim değer değişikliği ve değer değişikliğinin toplumsal kaynaklarını bir anda siler ve nesne ile özne arasındaki ilişki insan emeği ya da toplumsal işleyişe değil salt bireysel arzuya bağlanır. “Özne ile nesnenin naif-pratik bütünlüğünü bozan ve ötekiyle ilişkide her birinin bilincine varmamızı sağlayan bu gerilim, orijinal biçimde arzu olgusuy­la meydana gelir. Henüz bize ait olmayan ve henüz hazzını almadığımız şeyi arzularken, arzumuzun içeriğini kendi dışımıza yerleştiririz.”26 

Bir adım geride ana akım burjuva iktisadı durduğunu söyleyeceğimiz bir açıklama, ama bu açıklamanın işaret ettiği öznelerin arzularını önemsememiz gerekiyor. Biçimsel ve değer değişikliğinin desteklediği sermaye birikim süreci ve bu sürecin sürekliliği muazzam metalar açığa çıkarır ve muazzam metalara içkin olan artı-değerlere el konuşması/gerçekleştirilmesi (realizasyonu) için gerekli.
Baudrillard’ın söylediği günün birinde özne belki de nesne tarafından ayartılacak ifadesi tam da bu işleyişin sonucu. Bir dizi dönüşüm (metamorfoz) geçiren meta/ürün arkasındaki ilişkiler ağını geride bırakarak Marx’ın ifadesi ile ölüm parandesini atmak zorunda. Marx’ın erken dönem yazılarında karşılaştığımız yabancılaşma ve Kapital’de çok daha gelişmiş hali ile meta fetişizmi dediği şey tam da bu olsa gerek. Sonuçta tarihsel ve toplumsal işleyişin sonucu olan nesneler / metalar yani "bizzat ürettiklerimizin kendi üzerimizde nesnel bir güce dönüşmesi”, kendi güçleri­mizin bize yabancı, dışsal biçimlerde görünüyor olması.

Konuşma ve sayfa sınırlarımı aştım sadede geleyim. Özellikle deprem bölgesini düşündüğümde nesneler ve yıkım ama yeniden nesnelerin inşası yoğun çaba Roma Tanrısı Janus’un iki yüzünü çağrıştırıyor. Biçimsel ve değer değişikliğinden beslenen sermayedarlar ve devlet aygıtını elinde tutanlar. Tanrı Janus’un iki yüzü aynı zamanda iki ayrı koldan kendilerinin yeniden üretimi için nesnelerle bezenmiş arzular üzerinden gösterge/sembolik düzenekler üretiyorlar.

25 yıllık kalkınma iktisadı derslerinden sonra şunu fark ettim. Bir meta, herhangi bir üretim sonucu olan bir metanın varlığı için üç farklı meta olmayan meta üretmek zorunda bunlar emekçilerin emek-gücü, para ve toprak. Biçimsel sembolik ve değer değişikliği nesne olarak meta ve metalaşma sürecine çekilen gerçek anlamda meta olmayan metaların iç bağlantıları ile sadece insan-oluşu değil zamanla gelişip büyüdüğü ölçüde insan-dışı yaşam ortamlarını da tahrip ediyor. AKP dönemi siyasi iktidar bu sürecin inşa edici öznesi değil, sürecin açığa çıkardığı zorunluluğun ürünü. Bir sürecin ürünü. Geri dönüp nesnelerin kopuk uzun tarihine baktığımızda kopuş ve süreklilik içinde bir yüz yılı görürüz. Mesela biçimsel değişiklik (imalata dayalı dönüşüm) Cumhuriyetten önce başladı. Değer değişikliği ise geç ulus devletin biçimsel değişikliği hızlandırdığı bir dönemden sonra yani daha çok 1950’lerde ‘her köşede bir milyoner’ ya da ‘küçük Amerika’ ifadelerinin dile getirildiği dönem de başlıyor. Ne zamanki her köşede bir milyoner gelişmeye yani sanayi sermayesi güç kazanıp gelişiyorsa, devlet ile sermaye arasındaki ilişkilerde dönüşmeğe başlıyor. Bu yüzden 100. Yıl için bir yüceltme ya da aşağılama üzerinden bakmak yerine zaman içinde nesnelerin egemenliğini inşa eden bir işleyişin tarihi olarak bakmak daha anlamlı olacak. Sözümüz yazımıza “nesneler imgeler gibi şairlere verilmiştir” diye başlamıştık, yine bir şairin buraya kadar anlattığımız onca sözün yerine geçecek ifadeleri ile bitirelim.


"Metanın dolaşım değeri aramızda gezindiğinden beri
Kapitalizmin kıblesinde durmakta
Kara Rituellerin İdeolojisi
Yani sokakların, çarşıların, evlerin, insanların
Maskelere hüküm giymiş çehresi.
haydi gidin aynalara gömün maskelerinizi
ve kendiniz olarak dönün geriye.”

M. Mungan (Kum Saati'nden)

H.A.: Teşekkür ederim. Çok az bir sürede olağanüstü bir çerçeve çizdiniz. Nesneler bize ne söyler, özellikle Cumhuriyet tarihi üzerinden ne söyler, düşünce tarihinde özellikle sosyal, tarihi analiz ya da düşünce tarihçiliğinde nesneler nasıl analiz ediliyor? Nesnelere dair kurduğumuz dilin, nesnelerin sembolik anlamıyla somut anlamları arasında nasıl bağlantılar kurabileceğimizi dair geniş bir çerçeve sundunuz. Görüşmek üzere, hoşça kalın lütfen. Çok teşekkür ederim. O kadar akıcı anlattınız ki, soracağım bütün soruları da yanıtlamış oldunuz. Süremizi de doldurmuş olduk. Bitirirken Zülfü Livaneli’den "Güldür Gül" şarkısını çalacağız.


Kaynakça:

TTB, TMMOB ve KESK’in Düzenlediği Deprem Çalıştayı 28-29 Ekim’de Hatay’da Gerçekleştirildi”, https://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=37d3849a-7728-11ee-bb9d-c4e11ce5281a
2 A. H. Tanpınar (2003) Saatleri Ayarlama Enstitüsü, İstanbul, Yapı ve Kredi Yayınları, s: 207.
https://www.matil.org/tr/sektorden/dunden-bugune/ilk-turk-celigi-karabuk-1939-663.html 
https://www.milliyet.com.tr/siyaset/basbakan-erdogan-turkiye-yi-demir-aglarla-biz-oruyoruz-1582626
https://www.yenisafak.com/gundem/enkazdan-cikarilan-demirler-yeniden-ekonomiye-kazandiriliyor-4549525
https://www.indyturk.com/node/610506/t%C3%BCrkiye-%C3%A7elik-%C3%BCreticileri-derne%C4%9Fi-deprem-b%C3%B6lgesinde-konut-in%C5%9Fas%C4%B1-i%C3%A7in-4-milyon-ton
İ. Berk (2008) şeyler kitabı, İstanbul, YKY
8 S. Kömürcü (2002) Dünya Lekesi,  İstanbul Everest Yayınları, s:67
9 İ. Berk, s:15
10 J. Baudrillard (2005) Anahtar Sözcükler, Ankara, (çev: O. Adanır), Paragraf Yayınları, ss:17-23.
11 J. Baudrillard (2011) Çaresiz Stratejiler,  (çev: O. Adanır) İstanbul, Boğaziçi yayınevi,  s: 87.
12 G. Harman (2020)  Nesne Yönelimli Ontoloji, İstanbul, Tellekt Yayınevi, s10. 
13 J. Baudrillard (2011) Çaresiz Stratejiler,  (çev: O. Adanır) İstanbul, Boğaziçi yayınevi,  s:147
14 Aristoteles (2016) Metrafizik, (çev: Y. Gurur Sev), İstanbul, Pinhan yayınevi, s:177.
15 Aristoteles (2016) Oikonomika, (çev:B.Takmer) İstanbul, Kabalcı yayınevi, s:241-242. 
16 Aristoteles (2016) Oikonomika, (çev:B.Takmer) İstanbul, Kabalcı yayınevi, s:241-242. 
17 Aristoteles (1997) Nikomakhos’a Etik, (çev: S. Babur), Ankara, Ayraç Yayınevi, s:102  
18 J. Baudrillard (2005) Anahtar Sözcükler, Ankara, (çev: O. Adanır), Paragraf Yayınları, s:24.
19 Anonim (1997) Kitab-ı Mukaddes (Tevrat, Zebur ve İncil), İstanbul. Zerdüştler de tanrı bedeni olarak ekmeği yemiş ve tanrının kanı olarak da Haoma içkisini yudumlamışlardır.
20 Stuart Barnett (1988) “Eating My God,” Hegel After Derrida, New York, Routledge, ss:138-139).
21 J. Baudrillard (2009) Gösterge Ekonomi Politiği Hakkında Bir Eleştiri (O. Adanır ve A. Bilgin), İstanbul, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
22 Age s:21
23 A. Smith (1997) Ulusların Zenginliği, (çev: A. Yunus ve M. Bakırcı), İstanbul,  Alan Yayınevi, s:50.
24 K.Marx (1986) Kapital-I Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, (çev: A. Bilgin), Ankara, Sol Yayınevi, s:49.
25 G. Simmel (2014) Paranın Felsefesi, (çev: Y.Alogan ve Ö. D. Aydın), İstanbul, İthaki Yayınevi, s:27.
26 Age, s: 27.