Kopuk Bağlar'da Yönetmen İlkay Nişancı ve yapımcı Hakan Fıçıcı ile Eko Eko Eko belgeselini konuşuyoruz.
Fatma Genç: Apaçık Radyo’dan merhabalar. On beş günde bir Açık Dergi yayın akışında yer alan Kopuk Bağlar programına hoş geldiniz. Ben Fatma Genç Program arkadaşım Hasan Ateş bugün yok, kendisine de buradan sevgilerimizi iletiyoruz. Teknik masada sevgili Dila Yılmaz var, yardımları için teşekkür ediyoruz. Bugün çok değerli iki konuğum var: Yönetmen İlkay Nişancı ve yapımcı Hakan Fıçıcı. Hoş geldiniz öncelikle.
İlkay Nişancı: Hoş bulduk.
Hakan Fıçıcı: Hoş bulduk.
F.G.: Size söz vermeden önce bugün neler konuşacağımızdan kısaca bahsetmek istiyorum. Konumuzla ve programımızla ilintili olarak daha fazla nesne/meta üretmeye yönelik bitmeyen arayış içerisinde kapitalizmin tahribat temelli ekolojisinin yarattığı enkazları ve bu enkazlara karşı yeryüzünün ve yaşamın dinamiklerini mücadele anlatıları üzerinden konuşacağız. Malcolm Ferdinand’dan bir alıntı ile başlamak istiyorum: “Gökyüzünü kırmızı bir öfke kaplıyor, dalgalar köpürüyor, su yükseliyor, kuşlar çılgına dönüyor. Rüzgarlar, Dünya’nın ekosistemlerinin yıkımı, insan olmayanların köleleştirilmesi, savaşlar, sosyal eşitsizlik, ırk ayrımcılığı ve kadınların ezilmesi etrafında dönüyor. Türlerin altıncı yok oluşu yolda, kimyasal kirlilik akiferlere ve göbek kordonlarına nüfuz ediyor, küresel ısınma artıyor ve dünya dengesinde adaletsizlik devam ediyor. Şiddet mürettebata yayılıyor, zincirlenmiş cesetler denizin derinliklerine terk ediliyor ve kahverengi eller umut arıyor. Gökler yüksek sesle ve sertçe gürlüyor, dünya gemisi modern bir fırtınanın ortasında. Bu fırtınayla nasıl yüzleşmeli? Hangi rotayı takip etmeli?”
Burada Ferdinand’ın merkeze aldığı bir düşünce denizi var. O, düşünce denizini Karayipler’den, yani sömürgecilikten, ırksallaştırılmış emekten, insan ve insan olmayanların sömürülen bedenleri üzerinden kuruyor. Biz de bugün bu rotayı nereden kurduğumuzu detaylı konuşacağız. Doğada ikilikler var, insanı doğanın üstüne yerleştiren dikey bir değerler ölçeği var. Etkilerini de dünyanın kirlenmesinin boyutundan, biyoçeşitliliğinin kaybından, iklimin alt üst oluşundan ve eşitsizlikler kıstasıyla ölçülebilir bir şekilde görüyoruz. Sevgili İlkay’ın bir anlatım aracı olarak çayı odağına aldığı, çayın bahçeden bardağa kadar sürdürdüğü yolculuğun izinde Laz kültürüne etkisini anlattığı Bir Yudum Bekleyiş belgeseli de anmak isterim. Adana Film Festivali’nde En İyi Belgesel Ödülü’nü alan Zamanın Kıyısındaki Sınav’ı da… Bugün odağımızdaki çalışmaları ise Eko Eko Eko Belgesel… Eko Eko Eko belgeseli, insan ve doğa haklarını yok sayan şirketlere karşı direnenlerine hikâyelerine kamerasını çeviriyor. Sekiz yılı aşkın bir süredir hazırlıkları yapılan, çok büyük bir ekiple ve çok uzun kilometre yol alınan hem kameraya yansıttıkları hem de hem de kamera arkasındakilerle büyük bir emeği ortaya koyuyor. Alanında uzman bir çok isme de yer veriliyor. Uzmanların dikkat çektiği noktalardan da müthiş bir kurgu ortaya çıkıyor. İki kurgusal karakter eşliğinde önemli bir çelişki de ekrana yansıyor. Orada önemli bir soru soru soruyor belgesel: Sen mi kurtaracaksın dünyayı? Tam da oradan hem insan hem de insan olmayanların bir yatırım kaynağına dönüştüğü, üretim yerlerinin ve mekanizmalarının eşit olmayan bir şekilde hem ekolojik hem de metabolik işleyişini yeniden düzenleyen bir küresel çevre değişikliklerinin tarihinden bahsediyoruz. Bu anlamda yerküre sistemlerinin yok edilmesini anlatmak için kullanılan kelimeler ve diğer araçların da politik olarak tarafsız olmadığını da biliyoruz. Tam da buradan Eko Eko Eko’nun açılımları nelerdir? Bir tarafı ifade ediyor bu başlık. Anlatılan Senin Hikâyendir diyerek egemen bir anlatıya karşı da bir dil kuruyor. Yeryüzünün dönüşümünü salt büyüme odaklı anlatan egemen bir anlatıya karşı Eko Eko Eko Belgeseli nasıl bir dil kuruyor?
İ.N.: Belki çıkış noktasından başlarsak daha kolay olur bu soruyu yanıtlamak. Biz ekonomi ve ekoloji çatışmasına odaklanma fikri üzerinden yola çıktık. Bu yola çıkış Hopa’da yaşanan selden sonra, 2015 yılı için maceramızın başlangıcı diyebiliriz. Sen anlatırken bir şey dikkatimi çekti. Aslında bir proje olarak yola çıkmadığımızı, süreçte savrulduğumuzu, ama nehir gibi suyun aktığını, sonradan onu belli bir düzene getirmek için çabaladığımızı fark ettim. Çünkü proje yapacağız diye yola çıksaydık muhtemelen yine sistemin içinde kalırdık diye tahmin ediyorum. Yola çıkış noktası doğal gelişti o yüzden.
İlk kez şimdi söylerken fark ettim, bu proje değildi aslında. Sekiz yıl oldu evet ama sekiz yıl öncesinde böyle bir şeye başlamak üzere yola çıkmamıştık. Ama oradan geliyor. Neden sonuç ilişkisi işte… Hani o kopmuş bağların süreçlerini takip etmeye başladığımızda ister istemez böyle bir şeyin içerisine düşüyorsunuz. Dolayısıyla oradaki ikilik de, işte evin içini ekonomi olarak tanımlarsak evin dışındaki ekolojiyle çatışması çok doğal görünüyor. Bu çatışmanın bitmeyeceğini de sürekli tekrarlayabiliriz ya da uyumlanabileceği çok nokta var. Biz de bunun peşine düşüp uyumlanmayı da genel olarak bizim her zaman kulağımıza gelen sürdürülebilirlik üzerinden değil, tamamen alternatif bakış açılarıyla seyircisini tekinsiz hissettirmek isteyen bir ilk sezonla başladık. Temel hareket noktamız bu. Ana karakterimizin yas tuttuğunu düşünüyoruz. O yastan sonra ne yapar sorusu ikinci sezona sarkıyor. Temel kurmaya çalıştığımız ve tasvir etmeye çalıştığımız buydu. Basit sorulara düşmek değil, o basitlik filmde var, o soruların cevaplarına hiçbir zaman sonuç üzerinden odaklanmaması gerektiğini, belgeseldeki uzmanlarla, akademisyenlerle konuştuğumuz zaman, sürece odaklanmayı öğrendiğiniz anda pek çok soru anlamsız hale geliyor. Çünkü sonuçlarla ilgilenenler zaten sürdürülebilirlik gibi şeylerle ilgilenenler. O yüzden biz de o soruyu direkt sormasak da hissettirmek istedik. Ne sürdürülmek isteniyor? Bunu cevaplamaya çalıştığınız zaman her şey sökülüp gidiyor zaten.
F.G.: O huzursuzluk çok hissediliyor izleyen açısından da.
H.F.: Ben de İlkay’ın söylediğine şöyle bir şey ekleyeyim. Belgeselin sosyal medya hesaplarında bütün bölümleri izlemeyen, henüz belgeselle yeni karşılaşmış olan kişilere denk geliyoruz ve şöyle sorularla karşılaşıyoruz: çözüm nedir? Ne öneriyorsunuz? Nasıl oluyor bu işler? Şunu şöyle yaparsak çözülmüyor mu? Bizim çevremizi saran sürdürülebilirlik mefhumu hep karşımıza çıkıyor. Sosyal medyada da karşımıza çıktığında Nasıl Çözeceğiz? sorusunun yanıtı o kadar kolay olmuyor ve bunun için sosyal medyada “belgeseli izleyin, üstüne konuşalım, o sorunun cevabı o kadar basit değil” yanıtını veriyoruz.
F.G.: Evet, gerçekten de zor bir soru. Kendi huzursuzluklarınızdan da yola çıkarak böyle bir işin içerisine daldığınızı düşünüyorum. Bu kelimenin tam anlamıyla dalmak ve çıkmak da o kadar kolay değil. Aynı zamanda hikâyesi anlatılanlarla da ne kadar özdeşleştiğimizi, kendimizi gördüğümüzü de hissettiriyor. Çarpıcı hikâyeleri çok net görüyoruz ikinci sezonda. Birinci sezon 2023’ün Şubat ayında yayınlandı, ikinci sezon da her Cuma akşamı bir yeni bölüm olarak BluTv’de yayınlanıyor. Çok çarpıcı şeyler var belgeselde. İliç’in tüm çıplaklığıyla kameraya yansıması, Denişli köylülerin “Bizi haritadan sildiler” cümlesi, Karadeniz’in yeşiline karşı HES’ler, madenler… Hepsini bir arada görmek çok çarpıcı. Bakınca bu enkazların Türkiye haritasına nasıl yayıldığını da gözler önüne seriyor belgesel. Bu enkazları biraz konuşalım. Sizin gördüklerinizi ve bu enkazlardaki yaşama imkanlarına dair hissettiklerinizi… Direnişler ve mücadele anlatılarını…
İ.N.: Gözle görünce ürkütücü tabii… Çekerken gerçekten çok can sıkıcı. Çünkü sadece ona konsantre olduğunuz için dünya da ondan ibaret diye düşünüyorsunuz. O anlamda bir tarafı da var. Diğer taraftan da dünyanın pek çok yerinde olana biz Anadolu coğrafyası, Türkiye üzerinden bakıyoruz. “Medeniyet beşiği”, tarihsel bağlamda pek çok medeniyetin başladığını bildiğimiz, genel üzerine, benzer sorunların olduğu bir taraf. Aslında her tarafta yaşıyoruz benzer sorunları. Bu coğrafyada çok vahşilerini yaşadığımız için bu yıkımın çok örneğini görüyorsunuz. Bu da şöyle bir şey, alana çıktığınızda fark ediyorsunuz ki hep bir örtünün arkasında duruyor bütün yıkımlar. Yani yol kenarından geçerken görebileceğiniz şeyler değil. Akbelen’e bile gitseniz öyle… Yol kenarında sıra sıra çamlar var. Çamın arkasına geçerseniz görüyorsunuz. Yani manzarayı kapatıyor ve en çok dikkat çeken şeylerden birisi birçok yerde bu şekilde yapılıyor olması. Ya güvenlikten dolayı giremediğiniz alanlar olabiliyor ya da zaten yanı başınızdadır ama göremezseniz. Dolayısıyla biz gezerken, yıkımın resmedilebilir halinin tartışılmaya gerek olmadığını bu noktada anladık. Yıkımın içinde beliren nedir? Benim için insanın kendisinin yapabildiklerinin kapasitesini görebilmek umut veriyor. Bu bazen bir kişi, bazen on kişi oluyor. Çok daha büyüklerine biz alandayken denk düşmedik ama hikâyelerini biliyoruz. Cerrattepe’yi biliyoruz, Akbelen’de başka bir versiyonunu görüyoruz. Ama bunun bir kişi, on kişi olmasının çok bir önemi yok. İnsanın potansiyelini ve yapabildiğini görebilmek bence en önemli şeylerden birisi. Bu bize şunu öğretti. Onun değerini görmek, illa on yıl sonra burayı kurtardım diye düşünmek değil, bize verilen zamanda payımıza düşeni yapabilmek. Bu da yıkım ortamında yapılabilecek zaten. Biz hepimiz buna bu şekilde tanık olacağız. Bir gün birileri bir şey yazacaksa ya da bir şeyler anlatılacaksa burada o yıkımın içinde yaşamaya çalışanlar anlatacak zaten. Geriye dönüp baktığımızda tarih hep böyle olmuş. Anın içinde keyif alanlar olmuş ama tarihle yargılandığı zaman işler değişmiş. Tabii tarihi kimin yazdığı meselesine girmeden söylüyorum bunu. Dolayısıyla umut da tehlikeli görünüyor. Umut ilkesi de tartışmalı geliyor bana. Ama nihayetinde deneyimlediğiniz bir şeyi yeşertmenin seçeneklerini gösterdiğini görüyorsunuz.
F.G.: Anna Tsing’in Dünyanın Sonundaki Mantar kitabında yaptığı önemli bir vurgu var. Onu hatırlatıyor. Diyor ki: “Bugün dünyanın dört bir yanı enkazlarla kaplı. Yine de ölü ilan edilmiş olmalarına rağmen bu yerler hayat dolu olabiliyor.” Tam da o çelişkili durumun, yani yıkımın karşısında direnişin de mücadelenin de var olabileceğini ve o alanların yeniden kendini kurabileceğine de dikkat çekiyor. Birinci sezon gözler önüne seriyor, ikinci sezon ise farklı bir kurgu üzerinden ilerliyor. Mücadelenin karşı anlatılarına odaklanan bir aksı var. Orayı biraz açabilir miyiz?
İ.N.: Tasvir ettikten sonra bu katastrofik ortamı, insan ne yapar? İkinci sezonda bunu cevaplamaya çalışıyor. Bir karakter koyduk orada ve o karakter ne yapar? Burada da Bülent Şık hocamızın söylediği şey çok yol gösterici: Ya müdahil olursun ya da kaçarsın. Biz de bunu sorduk, ne yapar insan? Kaçarsa ne yapar? Müdahil olursa ne yapar? Bu soruların cevaplarının peşine düştük. Çok da zor değilmiş baktığınızda. Çünkü bir şeyle karşılaştın. O yasın sonucu iki şeye evrilecek büyük oranda. O yüzden bu kaçmanın çeşitleri ne? Bu bir şehirden kaçma olabilir, sorunları görmezden gelmek olabilir, tatillerimizde bu sistemden uzaklaşmaya çalışmak olabilir… Bir bunu almak, bir de daha da önemlisi bizim için, buna karşı duranların ne yaptığı ve bunların çıkmazlarını da anlatmak. Biz çevre mücadelesini anlatırken çevre mücadelesinin direniş tarafının kendi içindeki iç çelişkilerini de anlatmaya çalışıyoruz. İkinci sezonda özellikle bunun üzerine gidiyoruz. Birkaç bölüm sonra belki kendi aramızda da tartışmalara neden olacak. Biz ne yaptık, ne kazandık, ne kaybettik, neyi doğru, neyi yanlış yaptık? Kendi içimizde de tartışmaya çalışıyoruz. Kendi özeleştirimizi verdiğimiz andan itibaren daha kolay olacak galiba.
F.G.: Sadece yansıtan değil kendisi de o süreçle birlikte öğrenen bir konumda olduğunu anlıyorum bu söylediklerinizden. Belgeselin arkasında çok büyük bir ekip var. Biraz ondan da bahsedelim mi? Neler yaptınız, nasıl imkanlarla çektiniz belgeseli?
H.F.: Çok kolektif bir işti. Ben hayatımı reklam prodüksiyonları ve reklam filmlerinin yapımcılığını yaparak kazanıyorum. Bir yandan da belgesel yapıyorum. Eko Eko Eko belgeseli kağıda döksek yapılamaz bir işti. Açıkçası Eko Eko Eko bu kolektif emek, dayanışma olmadan mümkün olamazdı. Öte yandan İlkay Hocamızın emeği diyebilirim. İlkay Nişancı benim üniversiteden hocam. Zaman içinde arkadaş olduk. Yirmi sene sonunda ben mezun oldum ama ekipte hala öğrenci olanlar var. Ve İlkay’ın etrafında öyle çok insan birikmiş ki, o insanların sayesinde yapabildik biz bu işi. İlkay’ın söylediği, biz bu projeyi tasarlayıp yola çıkmadığımızın bir tarafında da bu var. Tabii ki önümüzde bir harita vardı. Hep beraber nereye gitmeliyiz, ne yapmalıyız, bu işi nasıl vücuda getiririz diye konuştuğumuz… Ama tek başına o değil, örneğin kırk üç günlük bir Anadolu setimiz var, destansı bir iş olarak gördüğümüz. Altı kişi yollara düştüğümüz, öğretmenevlerinde kaldığımız, gündoğumunda, günbatımında kalkıp her şeyiyle hakkını verdiğimiz bir iş bizim için. İnanılmaz yüksek bir adrenalinle çektiğimiz üstüne bir o kadar daha çekim yaptığımız bir iş. Öyle sadece yola çıkıp, 43 günde her şeyi çekerek bitmedi. Üstüne bir de bu karşıtlığı yaratabilecek, Eren ve Ceren karakterleri üzerinden şekillenen kurmaca sahnelerimiz var. İlk sezon ve ikinci sezonda profesyonel kurmaca setler yaptık. Hatta küçük bir spoiler vereyim. İkinci sezonun sonlarına doğru bir bölümümüz var tamamen kurmaca olan. Bu bölüm de izleyicinin çok şaşıracağı ve küresel iklim değişikliğiyle mücadeleye farklı bakmasını sağlayacak bir bölüm oldu. Çeşitli sorular uyandıracak belki… Belki de sorularının cevaplarını bulacağı bir bölüm olacak izleyicinin. Tüm bunlar kolektif bir emekle ve dayanışmayla oldu. Zaten başka türlü de yapılabilecek bir iş değildi. Bu kolektif emeği saymakla bitmez.
F.G.: Bu emeğin en görünür olduğu zaman galada hepinizin sahneyi tamamen doldurduğunuz an, sahneye sığmadığınız kalabalıktır. O kalabalık bu kolektif emeği, dayanışmayı çok iyi yansıtan anlardan birisi. Öte yandan kuşaklar arası bir dayanışmaya kucak açması da bu belgeseli kıymetli yapan şeylerden birisi. Birlikte iş yapmak zor, bu anlamda da önemli bir iş başardığınızı düşünüyorum. Biraz Zamanın Kıyısındaki Sınav belgeselini de konuşmak istiyorum. Zamanın Kıyısındaki Sınav da tıpkı Eko Eko Eko gibi başka bir enkaza dikkatimizi yöneltiyor. Eko Eko Eko’da da bir deprem bölümü olacak, spoilerı da önden aldım. Biraz Zamanın Kıyısındaki Sınav’dan bahsedebilir misiniz?
İ.N.: Eko Eko Eko’nun geçtiğimiz Şubat ayında galasını yaptık, ondan beş gün sonra deprem oldu. O sabah uyandığımızda, Kassandra, Kassandra, Kassandra diye belgeselde ekolar duyuluyordu. Söylüyoruz, kimse dinlemiyor. Bunun başımıza yıkılması tabii çok can sıkıcı. O süreçte yapabildiğimiz kadar dayanışma içinde durduk. Depremle ilgili gündemin biraz soğumasına yakın Hakan’a bölgede yapabileceğimiz bir hikâye olduğunu söyledim. Bu, salt bir deprem anlatmak değil, yaklaşan üniversite sınavları içinde sınava girmek zorunda olan öğrenciler üzerinden depremin genel ahvaline ilişkin bir şeyler söyleyelim, yapalım idi. Ve o şekilde yola çıktık. Eko Eko Eko için kaçınılmaz olarak Antakya’ya gittik. Depremde gittik, sonra bir daha gittik, sonra tekrar gittik. O birikimlerimizi de tek bir bölümde afet ve bu afeti nimet olarak görenleri resmetmek üzerine bir bölüm olarak tasarladık. Bu bölüm 13 Aralık’ta yayına girecek. Depremi odağına alan, aslında Eko Eko Eko’nun hiç yapmadığı bir yerden, tek bir odak noktasından ele alan bir bölüm. Her yeri birbirini tutan, kopmuş bağları bağlamaya çalışan bir hikâye var. Eko Eko Eko'da Fuat Ercan da diyor ya, bütün bağlar kopuyor diye. Bu anlamda da kardeş programlarız.
H.F.: Bununla ilgili de içeriden bir bilgi vereyim. Eko Eko Eko’nun ilk sezonu, ilk bölüm, çeşitli yerler görüyoruz. İlkay yönetmen olarak şöyle bir tercih yaptı ve dedi ki: “Hiç isim yazmayalım, neresi olduğunu yazmayalım. Net olarak burasının İliç ya da Akbelen olmasının önemi yok… Dünyanın her yerinde yaşanıyor bu. Ülkenin her yerinde yaşanıyor… Haliyle neresi olduğunun ismen bir önemi yok ama cismen önemi var. Bunu görselleştirsek bizim için yeter.” Ancak son halinde isimleri yazdık. Yazmasaydık o kopuk bağlar tamamen birbirinden kopuk ve bağlanmaya çalışan yerler olacaktı. Öyle de güzel olurdu gerçi.
F.G.: O kopmuş bağların koptuğu yerleri yeniden yeniden hatırlamak, hatırlamaya çalışmak da aslında güzel fikirmiş. Çünkü o bağları koparanları, bağların neden koptuğunu ve yeniden nasıl bağlanacağını hatırlamak da önemli.
İ.N.: Orada bir uzlaşma var bence. Pek çok insan orası neresi diye arayıp soruyor, ama o kadar çok yer gezdik ki yazıdan geçilmeyecek filmde. Belki sonra bir indeks yapmak lazım, bakın buraları gördünüz diye.
F.G.: Adını bile bilmediğimiz yerler öğrenmiş olduk. Birinci sezon birinci bölümde “bizi haritan sildiler” diyen köylüleri hatırlıyorum.
H.F.: Deniş.
F.G.: Deniş’i mesela orada duydum. Neresi burası, ne oluyor diye.
H.F.: Google’a Deniş yazdığınızda hiçbir şey çıkmıyordu o zaman, biliyor musunuz?
İ.N.: Yolda olmak böyle bir şey işte. Soma’ya başka bir şey için gittik, orada konuşurken Bağımsız Maden İş Sendikasından arkadaşlardan birisi “Siz Deniş’e gidin” dedi bize. Öyle enterasan ki, yolda olmak çok mühim o yüzden.
F.G.: Gerçekten birbirine bağlanıyor bir yanıyla da. Şimdi son sözlerinizi alacağım. Ondan önce iki güzel şiirden bahsetmek istiyorum. Birincisi İlhan Berk’in Bir Yeryüzü Tanığı şiiri: “Aşağılara uzayıp giden aşağılara bakıyor. Bir adam eşeğine odun yüklüyor, yüzünün sol yakasına kuşlar üşüşüyor. Köpeği, torbası ve toprak bir testi, Ovada bir resimde duruyor gibi duruyorlar. (Önünde çekilmiş, iki güvercin işlemeli bir perdenin.) Bir kadın, bir gök parçası, üç beş ağaç… Uzakta dışında onların. Deniz? Deniz oralı değil: Yineleyip duruyor kendini. Bakıyor o: Yakasını bırakmayan tanıklığına dünyanın.” Diğeri de Birhan Keskin’in Yolcu şiirinden: “İçimde yeryüzü konuştukça anlıyorum ki, bölünmüş bir hatırayım ben dünyaya dağılan. Ve şimdi biliyorum, neden, yaş akıyor atımın sol gözünden.”
Katıldığınız için teşekkür ederim. Gerçekten çok kıymetli bu belgesel umarım daha çok izlenir. Eren ve Ceren’in yaşadığı ikilik de hayatımızı anlayabilmek için, yeni sorular, yeni pencereler açıyor. Aynı şekilde Zamanı Kıyısında Sınav da… Tabii Bir Yudum Bekleyiş çok konuşulmuyor, ama o da çok kıymetli bir belgesel. Çünkü Laz kültürünün aslında çayla ilişkisini kuran, doğa kültür iç içeliğine çok güzel veren bir belgesel. Son olarak belgeselin müziklerini yapan Sevgili Türkay Nişancı’yı da analım. Onun en güzel bestelerinden olan ve İliç için bestelenen Suyun Gözyaşı’nı dinleyeceğiz.